2002'DE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Almanak 2002Türkiye 2002 yılına, 2000 Kasım ve 2001 şubat krizlerinin derinleşen etkilerinin cenderesi içinde girdi. Ekonominin iyice daraldığı, iflasların, işsizliğin, yoksulluğun hayatı milyonlar için kararttığı bu dönemde kuşkusuz rejim de tarihinin alışkın olduğu büyük iflas ve bunalımlardan birini yaşıyordu. Böyle dönemlerde egemenler içerde baskı, şiddet ve ideolojik manipülasyona, yani militarizmin sopasına sarılırlar, dış politikada da emperyalizme sığınırlar.

Bu kez de böyle oldu...

Sermayenin siyasal alandaki temsilcisi sivil politikacıların DSP-MHP-ANAP koalisyonundan oluşan hükümeti işe Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i ekonominin başına geçirmekle başladı. Bu, ülke yönetiminin fiilen ve bütünüyle IMF’ye, bir başka ifadeyle emperyalizme devredilmesi anlamına gelmekteydi. Egemenlerin bütün kurumlarıyla yöneldiği temel amaç büyük bunalımdan çıkışı bir an önce gerçekleştirmekti ve dolayısıyla da rejimin bütün politikaları bu amaca hizmet etmeye yöneltilmişti. Böyle olunca da, kaçınılmaz olarak, IMF gerçek iktidar olarak duruma el koymuştu. Bağımlı ve can derdindeki egemenler artık emperyalizmin komuta-kontrol mekanizmalarının cenderesinde çaresiz tetikçiler durumundaydılar. Milliyetçilerin denetimindeki parlamento geceli gündüzlü canhıraş mesaisiyle IMF’nin direktifleri doğrultusunda “reform paketleri”ni yasalaştırmaktaydı. Türkiye tarihinde sıkça görülen “emeğe saldırı”ların en acımasızlarından biri de böylece gerçekleşti...

 

Bu dönemde üzerinde önemle durulan dış politika konularından biri de Avrupa Birliği sorunuydu. Bu sorun rejim açısından pek çok gerginlik ve baskıyı da beraberinde getirmekteydi. Herşeyden önce, egemenler arasında bir bölünme söz konusuydu. Devlet aygıtının önemli kesimleriyle milliyetçi söylemin etkisi altındaki katmanlar ve onların politik sözcülüğünden yarar umanlar Avrupa ile ileri bir entegrasyona kuşkuyla bakarken, başta büyük burjuvazi olmak üzere sermaye ve liberal aydınlarla medya üyelik sürecinde ileri mesafeler alınmasından yana tavır almaktaydılar. Egemen bloktaki bu bölünmeye ek olarak, Avrupa Birliği kaynaklı demokratikleşme baskıları da düzeni zorlamaktaydı. Geleneksel hami ABD ile ilişkileri kendi zemininde sürdürürken aynı zamanda AB üyeliğine giden yolda yürümek de bir başka çelişki kaynağıydı. ABD’nin Truva Atı olarak AB’ye girmek ve esas olarak Soğuk Savaş ürünü “Ulusal Güvenlik Aygıtı”ndan ödün vermeden ve ABD’nin militer “stratejik ortağı”olarak bunu yapmak elbette kolay değildi. Bu arada, Avrupa baskısıyla demokratikleşiyor görünmek, bunu onlar istediği için değil de içsel dinamiklerden dolayı yapıyor izlenimi vermek ve bu arada toplumsal beklentilere yanıt veriyormuşcasına “uyum yasaları”çıkarıp özde hiç bir şey yapmamak, bu işlerde usta Türk politikacıları için bile zorlayıcıydı. Bu çerçeve içinde, karşılıklı hamlelerle egemenler bir yandan sahte “uyum yasaları”çıkardılar, bir yandan Karen Fogg ve öteki AB yetkilileriyle çatıştılar, yapay beklentilerle toplumsal özlemleri kullandılar, AB’den parasal yardımlar koparmayı denediler, gereğinde milliyetçiliği körüklediler, işlerine geldiğinde AB istiyor gerekçesiyle emeğe karşı düzenlemeleri kotardılar.

2002 yılı bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 11 Eylül tartışmalarının ve ABD’nin bu bahaneye dayalı saldırgan hesaplarının gölgesinde geçti. Egemenler bu yeni emperyalist saldırganlıktan kendilerine pay çıkarmak için yararlanmanın yollarını aradılar. Denebilir ki, 2002 yılında rejimin temel dış politika sorunu bu olmuştur. Türkiye, bir yandan Afganistan saldırısında rol alıp karşılığında da Amerikan himmetiyle IMF’den ek kredi koparmayı hesaplamış, bu nedenle Afganistan’da para karşılığı “komutanlık”, daha doğrusu tetikçilik üstlenmiş, bir yandan da kendi bölgesine yayılacak bir Amerikan müdahalesinde yer alarak talan sofrasında yer tutmayı planlamıştır.

Bu nedenle de özellikle medyada büyük bir ideolojik saldırı kampanyası başlatılmış, savaş kışkırtıcılığı olağanüstü boyutlara vardırılmıştır.

Bu noktada geniş bir ayraç açarak Türk dış politikasının artık gelenekselleşmiş, kurumsallaşmış bir yapısal özelliği üzerinde durmak gerekmektedir:

Türkiye’de devlet fideliğinde özel olarak yetiştirilmiş geri, gerici ve birikimsiz burjuvazi, tarihsel konum ve gelişimi içinde ortaya çıkan sürekli azgelişmişlik ve militarist kıyıcılık cenderesinde, bir yandan içerde insan hakkı tanımaz bir sömürü, öte yandan da dışarda emperyalizme bağımlılık üretmiştir. Bu durumda da, Türkiye’nin dış politikası ve ekonomik kalkınma programı her zaman çerçevesini emperyalizme çok yönlü bağımlılığın çizdiği bir doğrultu izleyegelmiştir. Bu model, kabaca, kredi, borç, hibe, gibi “yardım”larına karşılık olmak üzere emperyalizme jandarmalık/fedailik yapmaya kurgulanmış bir strateji olarak ortaya çıkmaktadır. Yapısal olarak sürekli bunalım ve periyodik topyekun iflaslar üreten, toplumsal ihtiyaç ve beklentileri karşılayamadığı ölçüde içerde militarizme bağımlı olan rejim, sığınmış olduğu emperyalist destek için de jeopolitik konumuna değer kazandıran “stratejik önem”e bel bağlamak zorunda kalmıştır. “Stratejik önem”se, doğası gereği, çatışma, kriz, gerginlik, savaş gibi olgulara, emperyalizme göre tanımlanmış “dış düşman”a, onun uzantısı olarak tehdit abartması ve şantaj unsuru olabilecek “iç düşman”ın varlığına bağlanmıştır.

Soğuk Savaş, bu model için en uygun ortamdı örneğin. Egemenler, muhtaç oldukları emperyalist “yardım”lar için Soğuk Savaş’ın çatışma ve gerginlik ortamından yararlanıyor, emperyalizmin belirlediği “dış düşman”a karşı kan bedeli olarak jeopolitik konumu pazarlıyor, gerektiğinde bir tehdit abartması ve şantaj unsuru olarak doğrudan “dış düşman”la bağlantılı “iç düşman”ı, yani yerel komünistleri gerekirse icad ediyor, tehlikeyi büyütüyor ve karşılığında “yardım” koparıyordu. Pazarlanan tetikçiliğin, yani jeopolitiğin değeri “stratejik önem”in yüksekliğine bağlıydı ve o da gerginlik ve çatışmaya endeksliydi. Dolayısıyla da şiddet, rejimin dış politikası ve kalkınma programının yapısal bir unsuruna dönüşmüştü. Ne kadar çok şiddet üretilebilirse “stratejik önem”o kadar artıyor, bu da jeopolitiğin değerini yükseltiyor, böylece de “yardım”ların miktarı çoğalıyordı. Bu model egemenlerin kar ve kazanç kapısıydı. Şiddet üretimi içinse, elbette, birbirleriye rabıtalandırılabilecek iç ve dış düşmanlar üretmek gerekiyordu. Soğuk Savaş döneminde bunlar Sovyetler Birliği ve yerel komünistlerdi. Ne var ki, bu “altın yumurtlayan tavuk” Sovyetlerin ortadan kalkmasıyla kesilmiş oldu.

Bu durumda kuşkusuz, şiddete müptela ve müflis egemenler, kan jeopolitiğini alıcının olduğu bir başka istikrarsızlık ve çatışma pazarında mutlaka yeniden satışa çıkartacaklardı. Stratejik önemin yükseldiği, dolayısıyla da jeopolitiğin, yani emekçi çocukların kanının iyi para ettiği ortamlar aranacak, kışkırtılacak, sonunda da geleneksel jandarmalık veya tetikçiliğe soyunulacaktı. Körfez Savaşı’ndaki Özal’ın “bir koyup üç alma” kurnazlığı aslında rejimin geleneksel dış politikasının zamana uyarlanmasından başka bir şey değildi. Bölgede militarizm alıcısı konumundaki ABD ve kan pazarlayan Türkiye rejimi Ortadoğu’nun istikrarsızlık ve çatışma pazarında böylece buluştular.

İşte 2002 yılında da yine Ortadoğu’da bu dış politika kuralı işliyordu.

Egemenler, mutlaka en ön safta bir tetikçiliğe soyunmanın hesaplarını yapıyor, bunun karşılığında da üç şey umuyorlardı. Bunlardan birincisi, her zaman olduğu gibi, kan parasıydı, tetikçilik ücretiydi ve koşullar uygun olursa da ganimet masasında yer kapmaktı.

İkinci olarak, rejim, içerde de demokratik muhalefete ve emeğe karşı bir cephe açmak, “terörle mücadele” bahanesine sığınarak ve savaşın toz dumanı içinde şiddeti içeriye taşımak amacındaydı.

Üçüncü olarak da, Kuzey Irak (Güney Kürdistan)’ta açılacak çifte cepheyle de Kürt Sorunu’nda “nihai çözüm”e ulaşmaktı hedeflenen. Bu konuda ABD’den istenen icazetin alınamayacağı olasılığı belirince savaş kışkırtıcılığında bir gerileme ortaya çıktı ve hatta “savaş karşıtlığı” sopası bir şantaj unsuru olarak kullanıldı ama olası bir savaşa ABD ve İngiltere’nin yanında üçüncü asli ortak olarak katılma hedefinden ve “savaş içinde savaş” planlarından/pazarlıklarından vazgeçilmedi.

Bu konudaki görüşmeler sürerken, Türkiye bir yandan da genel seçimlere hazırlanıyordu.

Düzene tepkili seçmen, sonuçta iktidar ve muhalefetiyle egemen siyaseti ve parlamentoyu tasfiye etti. Ne var ki bu kopuş, böyle durumlarda hep olduğu gibi, kopuşun şiddetine paralel bir biçimde, ciddi bir savruluşla birlikte gerçekleşti. Pek çok açıdan tutsak alınmış seçmen bu kez AKP çaresizliğine savruldu...

Elbette devletin dış politikası yeni iktidarla birlikte de hükmünü icra edecekti. Üstelik yeni iktidarın dünya görüşü ve konumuna da denk düşmekteydi burjuva cumhuriyetin klasik “devlet politikası.” Yeni iktidar, içerde devlet aygıtı ve özellikle de ordu ile arasındaki sorunlar karşısında meşruiyetini ancak sermayeye ve emperyalizme sığınarak savunabilirdi. Bu üstelik onun dünya görüşüne de uygun düşen bir konumlanışı ifade ediyordu. Devlet kurumlarıyla ABD ortaklığı çerçevesinde barışmak da belki mümkün olabilirdi. Böyle olunca da, Türkiye’nin çok yönlü bağımlılıkları çerçevesinde, kimsenin itiraz edemeyeceği iki kurum öne çıkmaktaydı: TÜSİAD ve IMF. Her ikisinin de gerisinde elbette ABD vardı.

Artık sorun, yeni Amerikan saldırganlığında en “kârlı” görevleri üstlenmekteydi. Bu uğursuz sürüklenişin acı hasadıysa, evdeki hesabın tam da çarşıya uymadığı koşullarda, 2003 yılında Irak Savaşı’nda alınacaktı...

Ek bilgiler

  • Yazar: Haluk Gerger
  • Yıl: 2002
Ara...