ÇUVAL KRİZİ VE KIRMIZI ÇİZGİ MESELESİ

Almanak 2003Türkiye'nin en çok tirajlı gazetelerinin, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye iadesi, Şemdin Sakık'ın Türkiye'ye getirilmesi gibi dönemlerde, bu operasyonları gerçekleştiren askeri birlikler olarak sürmanşetten sundukları Genelkurmay'a bağlı özel birliklerin başına Kuzey Irak'ta çuval geçirilmesi 2003'e damgasını vuran en önemli gelişmelerdendi. Kore'ye asker göndermekten bugüne kadar, NATO'da ABD'nin stratejik politikalarında hep onunla birlikte davranan TSK'ya yapılan bu muamele ile ABD Türkiye'ye "Benim kırmızı çizgilerim senin kırmızı çizgilerinden daha önemlidir. Senin kırmızı çizgilerin ancak benim çizgilerimle uyumlu olduğu ölçüde geçerli olabilir" demiş oldu.

Türk Genelkurmayı ve diplomasisi, TSK'nın ve Türkiye'nin hem iç kamuoyundaki, hem de bölgesel ölçekteki hegemonyasına ciddi bir darbe anlamına gelen bu olayın yarattığı itibar zedelenmesini giderebilmek için ABD'li yetkililerden bu muamelenin, Irak'taki ABD birliklerinden kaynaklı yerel bir durum olduğunu söylemelerini ve Türkiye'den özür dilenmesini talep ettiler. Bunlardan birincisi yapılırken, ikincisi konusunda direnildiği görüldü. Sonuçta oluşan tablo nereden bakılarak okunursa okunsun, ortada "TSK'nın Pentagon karşısında çiğnenen onuru" gibi bir manzara kaldı.

Türk askeri birliklerinin sınır ötesinde ne aradığı sorusu yerinde bir sorudur. Komşu ülke topraklarında Türk birliklerinin varlığı onaylanamaz. Ancak, tartıştığımız şey Türkiye'nin kırmızı çizgilerinin ABD'nin kırmızı çizgileri karşısındaki konumu olduğu için, komşu ülke topraklarındaki Türk askeri varlığının onaylanamayacağı gerçeği ile birlikte mercek altına alınması gereken nokta, ABD'nin kendisine çok uzak, ancak Türkiye'ye çok yakın bir bölgeyi kendisi açısından "tehdit" kapsamına sokarken, Türkiye'nin benzer bir tasarrufuna karşı gösterdiği refleks.

 

Bu olaya sadece Genelkurmay ve diğer devlet kurumları değil, "milliyetçi sağ" ve "milliyetçi sol" ile birlikte devrimci marksist bir yaklaşımı savunduğu bilinen çevrelerde tepki gösterdiler. Ancak bu kesimlerin tepkilerinin gerekçeleri de, bu olaydan kalkarak önerdikleri de farklıydı. Genelkurmay ve MHP ile uzunca bir süredir Genelkurmay merkezli bir siyaset izleyen İP'e kadar uzanan geniş bir çevrenin itiraz biçimi Genelkurmay ile ortaktı. Bunların içinde İP her ne kadar NATO'dan çıkılmasına kadar uzanan bir tutum alsa da, Genelkurmay çizgisinin genel hatlarına karşı gösterdiği sadakat ile bu önerisinin son derece eklektik bir tablo oluşturması onu tutarlı bir noktada tanımlamamıza izin vermiyor.

Olay karşısında sert tepki veren "milliyetçi sol"un siyasal analizcileri içinde önemli bir isim olan Prof. Dr. Erol Manisalı ise, emperyalizme itirazlarını Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin tespit ettiği "kırmızı çizgiler" üzerinden dillendirdi. Manisalı'nın bilinen bu itirazlarından çok, çuval krizi öncesinde belki bu olayı da öngören şu tespiti atıf yapmaya değer bir nitelik taşıyor: " - ABD, Türkiye'yi kullanarak, Türkiye'yi saf dışı bırakan ve yarın Türkiye'ye karşı kullanılacak olan Irak'ı, Türkiye'deki üsler sayesinde işgal etmiştir. 1991-2003 dönemi içinde Türkiye'nin ABD'ye bu olanağı sağlayacak büyük bir hata yaptığını kabul etmek gerekir. Irak'ın işgalinden sonra Türkiye'nin ABD için stratejik önemi artık 'marjinal bir düzeye' inmiş bulunuyor. Artık, İncirlik'ten çok daha büyük üsler Irak'ta yapılmaya başlanıyor. İran, Arap dünyası ve Türkiye'ye karşı ileride kullanılmak ve Kafkasya hattında yeni projeleri geliştirmek amacına yönelik olarak.

- Irak'ın işgali, bir taraftan Türkiye'nin ABD karşısındaki askeri kozlarını elinden alırken, öte yandan da kendi üzerinde yeni tehdit unsurlarını yaratmaktadır.

- Kuzey Irak'ta kukla bir Kürt devleti kurulması, ABD ve İngiltere'nin 1992'den beri fiilen izledikleri politika ve uygulamaların doğal bir sonucu olacaktır. Avrupa Birliği de zaten, özellikle 1993'ten beri Avrupa Parlamentosu'nda aldığı kararlarla, Türkiye'yi baskı altında tutarak Kürdistan projelerinin altyapısını hazırlamaktadır.

Kürdistan projesi ABD ve AB'nin ortak projeleri olarak değerlendirilmelidir.

- Kürdistan sorunu yaratılarak, Ermenistan konusunda baskılar yapılacaktır. Bu konuda hem AB, hem ABD hazırlıkları başlatmışlardır."*

Manisalı ABD ve AB'nin hedeflerini tartıştığı analizinde, antiemperyalist bir tutumu savunur gözükse de, aslolarak itirazlarını görüldüğü gibi Türk Genelkurmayı'nın iradesiyle MGK'da benimsenen "kırmızı çizgiler" üzerinden yapıyor. Yani aslında Manisalı'nın analizinin çekirdeğinde tutarlı bir antiemperyalizm değil, Genelkurmay'ın altını çizdiği "milli hassasiyetler" var. Bu nedenle de sözde "bağımsızlık" kaygısıyla ileri sürdüğü tespitler, diğer bir yanından dönüp Kürt sorunu gibi kritik bir konuda demokrasiye kapalı bir anlayışa bağlanıyor.

Devrimci sınıf teorisi ile Manisalı çizgisini ayıran kalın hat da buradan başlıyor. Manisalı'nın, tıpkı Genelkurmay gibi dönüp demokrasi karşıtı bir noktaya bağlanan yaklaşımı aslolarak, ABD politikalarına yedirilmiş bir "ulusal çıkar" anlayışının hiçbir tutarlılığı olamayacağı gerçeği karşısında hükmünü tamamen yitiriyor.

Tartışma açısından aslında kilit noktayı da burası oluşturuyor. ABD'nin bölge politikalarına yedirilmiş bir "ulusal çıkarın" hükmü ancak ABD'nin izin verdiği kadar oluyor. ABD'nin bölge politikalarını yeniden yapılandırmaya giriştiği bir dönemde, o anki küresel hedeflerin karşısına önceki statükoda durarak kendi "ulusal çıkarını" savunabileceği sanılan bir Türkiye'nin yaşadığı hüsrandır aslında çuval krizi. Oradaki askeri birlikler şahsında Türkiye'nin ilan ettiği "kırmızı çizgileri" geçersizleştiren ABD'nin Süleymaniye baskını karşısında, Türk Genelkurmayı'nın ve diplomasisinin daha farklı bir tutum alabilmesi de mümkün değildi. Çünkü Türkiye'nin "kırmızı çizgileri"ni çuvala sokan bu olay ve bu olay karşısında gösterilen çaresizlik Türkiye egemen siyaseti bakımından tarihsel ve siyasal nedenlere dayanıyor.

Türkiye'nin Marshall yardımından yararlanmaya başladığı 1947'den, NATO'ya girdiği 1952'den bu yana süregiden ABD-Türkiye ilişkileri tarihi, Türkiye açısından giderek derinleşen bir bağımlılık süreci tarihidir.

Ancak ABD ile Türkiye ilişkileri bundan da öncesine dayanıyor. Amerika'nın Türkiye'yi kendisine bağımlı kılmasına giden tarihsel kökler, Cumhuriyet kurulmadan önce alınan imtiyazlara kadar uzanıyor. Osmanlı'da ilk Amerikan Ticaret Odası 1811'de açılmış, 1827'de bunların sayısı dördü bulmuştu. Bu açıdan önemli bir belgesel çalışmada şöyle deniliyor: "İki ülke arasındaki ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına bağlı olarak Amerikan hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu'nda resmi bir konsolos bulundurma ve bir ticaret sözleşmesi imzalama yönündeki baskılarının da arttığını görüyoruz. Böyle bir sözleşmenin imzalanmasına Osmanlı hükümetinin uzun süre yanaşmadığını, 1830 yılında Amerikan hükümetinin isteklerini kabul ettirmeyi başardığını görüyoruz. İşte, 1830 yılında imzalanan bu ilk ticaret sözleşmesi, iki ülke arasındaki ticaret ilişkilerini tam yüzyıl süreyle yönlendiren temel bir belge niteliğindedir." **

Amerika'ya kapitülasyon niteliğinde haklar tanıyan bu sözleşme ticarette Amerika'yı "en çok gözetilen ulus" olarak nitelendirmektedir. Sözleşmenin en önemli maddesi ise dördüncü maddesidir. Buna göre, Osmanlı yargı organları, Amerikan temsilciliğinin resmi tercümanı hazır bulunmadıkça, Amerikan ve Osmanlı uyrukları arasındaki davalara bakamayacak, Amerikan yurttaşlarını tutuklayamayacaktır; tutuklama yetkisi, ancak Amerikan diplomatik yetkililerince kullanılabilir.

Yine aynı çalışmadaki verilere göre, 1869 yılında Birleşik Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na toplam ihracatının yüzde 79.56'sı silah ve cephaneydi. II. Abdülhamit'in tahta çıkmasının ilk ve ikinci yılında bu oran yüzde 90'ı aşıyordu. Bu ağırlık daha sonraki yıllarda belirli bir dönem yerini Almanya'ya bırakmış, ancak Almanya'nın 2. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması ve ABD'nin kapitalist bloğun patronu konumuna yükselmesiyle denge yeniden ve bu kez gittikçe derinleşerek ABD lehine dönmüştür.

Bu ilişkinin, Türkiye'nin NATO'ya dahil olması yönü bakımından da şu gerçekleri hatırlamakta yarar var: "Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle askeri alanda gelişmesine paralel olarak iki ülke arasında çok sayıda askeri, ekonomik ve teknik ikili anlaşma imzalandı. 1950'lerin ortalarından itibaren TBMM'de ve kamuoyunda ikili anlaşmaların niteliği konusunda başlayan tartışmalar, Türkiye'de NATO ve ABD karşıtı görüşmelerin yükselme süreci içerisinde 1970'lerin başlarına kadar devam etti. ABD'yle yapılan ikili anlaşmaların sayısı ve alanları konusunda bugün bile kesin rakamlar yoktur. Bu konuda çelişkili bilgiler ileri sürülmüştür. Süleyman Demirel'in 1966'da başbakanken açıkladığı kadarıyla, Türkiye ile ABD arasında 1952-60 döneminde 54 ikili anlaşma yapılmıştır. 1970'te Türk yöneticilerin yaptıkları açıklamalara göre, bu sayı 91'dir. Sayıların çelişkili olmasının nedeni, anlaşmaların büyük bir çoğunluğunun TBMM'ye getirilmemesi ve gizli nitelikte olmasıdır." ***

Türkiye egemen siyaseti içinde ABD ile ilişkilerin TBMM'ye bile getirilmeyecek kadar kutsal sayılması, Süleymaniye'de yaşanan "Çuval krizi"nin gerisindeki tarihsel ve yapısal nedenlere de işaret ediyor kuşkusuz. Bununla birlikte, bu ilişkilerin çekirdeğindeki en etkin güç olan Türk askeri bürokrasisi ile ABD arasındaki ilişkilerin niteliği de aynı tarihsel ve yapısal nedenlerin bir başka boyutunu oluşturuyor.

2000 yılında Bildenberg toplantılarına katılmış bir gazeteci olan Hürriyet gazetesinin Ankara Temsilcisi Sedat Ergin imzasıyla 21 Nisan 1989 günü Hürriyet gazetesinde manşetten yayınlanmış olan "ABD'nin kafakol programı" başlıklı haber bu ilişkiyi bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermeye yetiyor. "ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor" üst başlığı ile yayınlanan haberin spotu ise şöyleydi: "ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre'de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika'da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, 'Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama' olarak açıkladı. ABD'nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461." Haberin içinde ise, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde, ABD'nin Türk subaylarının Amerika'da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyordu. Manşet haberin devam eden bölümünde Senatör Nunn'un şu sözlerine yer veriliyordu: "Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır."

Türkiye egemen siyasetinin ve Türk subaylarının Amerika karşısındaki pozisyonu bu olunca, bu ilişkilerden bağımsız bir "kırmızı çizgi" belirlemesinin mümkün olabilmesi de kolay gözükmüyor. Bu ilişkilerle harmanlanmış bir Kemalizmle de ancak, Sülaymaniye olayından sonra yapıldığı türden "onuru kırılmış" ve itibarını tümden yitirmemek için diplomatik tarzda da olsa bir özür bekleyen konuma düşülüyor.

Tutarlı bir antiemperyalist tavır ise, öncelikle "içimizdeki" Amerika'yı açığa çıkarıp yargılayabilmeyi gerektiriyor. Bunu yapmaya yanaşmayan "bağımsızlıkçı" nutuklar ise hamasetten öte bir anlam taşımaz ve "içimizdeki Amerika"ya dayanarak da tutarlı bir anti-Amerikancılık yapılamaz.

Kaynaklar

*Erol MANİSALI, Jeopolitik, Yıl 2 sayı 6, Bahar 2003  

**Oral SANDER-Kurthan FİŞEK (1977), ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı 1829-1929, Çağdaş Yayınları, İstanbul, s.19.

*** Baskın ORAN (2001), Türk Dış Politikası-Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İletişim Yayınları, İstanbul s.556.

Ek bilgiler

  • Yazar: Fatih Polat
  • Yıl: 2003
  • Kurum: Evrensel Gazetesi Yazı İşleri Müdürü
Ara...