11 EYLÜL VE NURCULAR

Almanak 2004ABD Başkanı Bush, ikiz kulelerine yönelik saldırıya yanıt olarak iki ülkeyi işgal etmesine varan politikalarını “İslami terör”le mücadele olarak adlandırdı. Bush ve Neo-muhafazakar ekibi açısından bu hamlenin, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir coğrafyayı, ABD’nin çıkarlarını bakımından yeniden yapılandırma süreci olduğu ise, zamanla daha fazla netlik kazandı. ABD’nin, Soğuk Savaş döneminde SSCB’den geldiğini öne sürdüğü “kızıl tehdit”i, “yeşil kalkan”la çevreleme politikası bağlamında Usame Bin Laden’in de aralarında bulunduğu radikal İslamcı grupları desteklemiş ve eğitmişti. Soğuk Savaş döneminin ardından bugün gelinen noktada “radikal İslam” ABD açısından “İslami terör” anlamına geliyor ve işgallerle sürdürdüğü politikalarına meşruluk kazandırmak bakımından bir sıçrama tahtası gibi kullanıyor. ABD’nin İslam coğrafyasında uzun yıllar görev yapmış ve bu coğrafyayı çok iyi bilen uzmanları tarafından politik bir kimlik kazandırılarak ABD cephesinin önüne sürülen “ılımlı İslam” ise, Soğuk Savaş döneminde “radikal İslam”ın üstlendiği yere konumlandırıldı.

Mitler ve efsaneler gibi dinin de, politika tarafından geçmişten alınıp bugüne getirilen ve yeni işlevlerle sahnenin önüne sürülen bir özellik taşıdığı biliniyor.

11 Eylül’den sonra ABD’nin “Ilımlı İslam”ı destekleme politikası, bu kimliği kullanan her politik aktör açısından yeni bir durumu da ortaya çıkarmış oluyor. Ya ABD politikası, onun yeni dünyası içinde etkili bir yer edinebilmek adına onun tarafından “okunup üflenilip” yeniden yapılandırılmaya açık olmak ya da ABD’nin İslami nüfusun çoğunlukta bulunduğu coğrafyaya yönelik işgaline açık bir tavır olarak, onun “İslam”a ilişkin tasarruflarını da deşifre etmek.

 

Ancak, Türkiye’deki rejimin “tehdidi”nden ABD’nin kollarının arasına sığınarak ve onun politikalarını kutsayarak korunmayı seçen Fethullah Gülen’den sonra, onun içinden doğum geldiği Bediüzzamancılar da 11 Eylül sonrası süreci kendileri açısından bir legalize olma süreci olarak değerlendirdiler.

Yedincisi 2004’ün Ekim ayı başında yapılan Bediüzzaman Sempozyumu, seçtiği konu başlığının örtüsü altında tamamen ABD hegemonyasının güçlenmesine hizmet eden bir anlayışa sahne oldu. Otuza yakın ülkeden sayıları yüzü bulan akademisyenin katıldığı bu sempozyum, ABD’nin 11 Eylül sonrası politikalarına angaje bir anlayışla ele alındı. Sunulan tebliğlerden yayınlanan sonuç bildirgesine kadar bunu görmek mümkündü.

"Çok Kültürlü Bir Dünyada İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Pratiği: Risale-i Nur

Sempozyumu”nun organizatörlerinden Mustafa Çalışan, İstanbul'da Moral FM radyosu toplantı salonunda düzenlenen tanıtım kokteylinde yaptığı konuşmada, şunları söylemişti: “Özellikle son yıllarda meydana gelen savaş ve terör olaylarına kalıcı çözümler aranırken, çok kültürlü bir dünyada imanlı, anlamlı ve barış içinde yaşama pratiği olan Risale-i Nur yaklaşımının önemi daha da artıyor. Sempozyum ile bu fikirlerin müşahhas teklifler haline geleceğine inanıyoruz.” (Zaman, 29 Eylül 2004).

Müslümanlar açısından en kutsal sayılan günler olan Ramazan ayı ve Bayram günlerinde dahi ve cami gibi mekanlarda bile katliamlarını sürdüren ABD tarafından da, tüm bu icraatlarına rağmen, barış vurgusunun kullanıldığı düşünüldüğünde; “Bediüzzaman Sempozyumu”nun organizatörlerinden Mustafa Çalışkan’ın yaptığı bu açıklama daha baştan ikna edici değildi. Ve bu açıklamada “barış” vurgusundan çok, “teröre çözüm” gibi ifadelerin yer alması, söz konusu sempozyumun seyrinde 11 Eylül damgasının yer alacağı kuşkusunu daha baştan akıllara düşürmüştü.

Sempozyumun başından sonuna kadar bu kuşkular tamamen gerçek oldu. Zaman gazetesi ise, tıpkı Washington’da Fethullah Gülen cemaatinin organizasyonuyla düzenlenen “Abant Forumu”nda olduğu gibi, bu sempozyumu da Bediuzzaman Said Nursi’yi sevdirme ve saydırma kampanyası olarak ele aldı.

7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’na ABD’den katılan ve 1989 yılında Müslüman olduğunu söyleyen Dekan Keys’in “Bediüzzaman”ı öven ve alkış toplayan konuşması sempozyumun şov yanını oluştururken, sempozyumun özünü oluşturan konuşma, açılış konuşmalarının ardından ilk tebliği sunan ABD Nevada Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yunus A. Çengel’den geldi. Çengel, “Risale-i Nur ışığında terörle mücadele ve kitle imha silahlarından arınma” konulu tebliğinde, Müslüman ülkelerin ellerindeki tüm kitle imha silahlarını imha etmelerini ve bu silahları bir vahşet olarak gördüklerini tüm dünyaya ilan etmelerini istedi. Bunun, İslamiyet ve Müslümanlar hakkındaki yanlış imajı yıkmada atom bombası etkisi yapacağını öne süren Çengel, “Risale-i Nurlar, terör ve düşmanlık hisleri için bir panzehir hükmündedir.” dedi.

“Terör”ü, ABD işgali olarak değil, ABD’nin 11 Eylül sonrası söylemine uygun bir tarzda anlayan ve sunan Çengel’in ardından sempozyuma katılan Fas Kadı İyaz Üniversitesi'nden Prof. Dr. Mimoun Barriche, “İslam adına terör olayları gerçekleştiren kimselerin İslam dininin ruhuna aykırı hareket ettiğini” söyledi. Ve Risale-i Nur’un “teröre karşı imanlı ve barışçı insanlar yetiştirmeyi hedeflediğini” belirtti.

İslam’ın teröre izin vermediğinin vurgulandığı sempozyumun “Sonuç bildirgesi”nde Faslı Prof. Dr. Mimoun Barriche, Risale–i Nur'un “teröre karşı imanlı ve barışçı insanlar yetiştirmeyi hedeflediğini” söyledi.

Sempozyumun, “Ilımlı İslam”ı içinde yaşadığımız dönemde ilgiyle izleyen çevrelerde, önceki yıllara göre çok daha fazla ciddiye aldığı da bir gerçekti:

Örneğin, Zaman’la birlikte Nurculuğun izinden giden ve sempozyumu ilgiyle izleyen Yeni Asya gazetesinde “Bediüzzaman Sempozyumu’nun ardından...” başlığı ile yayımlanan bir yazıda şu ifadelere yer veriliyordu: “7. Bediüzzaman Sempozyumuna katılan ABD Loyola Üniversitesi’nden Prof. Dr. Marcia K. Hermansen, Yeni Asya’nın sorularını cevaplarken, ‘Bundan beş yıl önce Said Nursî Batıda hakkıyla bilinmiyordu. Ancak şimdilerde bilhassa akademik çevreler Said Nursî’yi öğrenmeleri ve anlamaları gerektiğinin farkına vardılar ve bunun sonucunda üniversitelerdeki sınıflarda anlatılmaya başlanan Risâle-i Nur’un halka mal olması yakındır’ dedi.” (09 Ekim 2004).

Hermansen, beş yıl öncesi ile bugün arasında Batı’da Said Nursî’ye gösterilen ilgideki farklılığa işaret ederken haksız da değildi. Örneğin, iki yılda bir düzenlenen “Bediüzzaman” sempozyumlarının 20-22 Eylül 1998 tarihinde düzenlenen toplantısına katılan “ilim adamı” sayısı, 41’i yabancı 17’si yerli olmak üzere 58’di. Bu yıl bu sayı ikiye katlandı; ve ABD üniversitelerinden alanında otorite olan isimlerin katılımı da dikkat çekti.

Sempozyumu katılan ABD’li konuşmacılardan hangisinin CIA ile organik bir ilişki halinde olduğu da merak konusu; ancak bundan daha önemlisi, ABD yönetiminin 11 Eylül’den sonra geliştirdiği yeni işgal doktrininde “Ilımlı İslam”a yüklediği misyonun ABD üniversitelerinde yarattığı etki. Daha önce ABD’nin Ortadoğu ile ilgili birimlerinin ilgi merkezinde olan “Ilımlı İslam” 11 Eylül’ün ardından yaratılan atmosferle birlikte daha genel bir ilgiye mahzar oldu.

ABD yönetimini bu konuda en çok etkileyen ve ABD kamuoyunda da hatırı sayılır bir yeri olan Graham Fuller’in, Türkiye’de AKP’ye ve Fethullah Gülen özelinde Nur tarikatına ilişkin saptamaları bu açıdan hatırlatılabilir: “Türkiye’de ana akım İslamcı parti (Refah/Fazilet/AKP) güçlüdür, İslamcı radikallerin sayısı azdır ve söz konusu hareketin toplumsal düzeyde tek rakibi, kendilerinden daha modernist ve apolitik olan Fethullah Gülen’in Nur İslami hareketidir.” [1]

Graham Fuller, bu tespitiyle birlikte, ABD yönetiminin “Ilımlı İslam”a yönelik şekillendirici ilgisini de şu sözlerle ele veriyor: “Siyasal İslam önemlidir, ama ben veya başka biri siyasal İslam’ın iktidara gelmesini istediği için değil. Siyasal İslam önemlidir, çünkü İslam dünyasının hakim gerçekliği budur. Bunu görmezden gelemeyiz. Eğer bastırılırsa daha radikal ve daha şiddet yanlısı olacaktır, birçok ülkede örneğini gördüğümüz gibi. Dolayısıyla aslında soru, siyasal İslam’a nasıl yaklaşılmalı ki evrilsin, daha ılımlı hale gelsin, deneyim kazansın ve nihayet siyasal düzende yapıcı bir rol üstlensin sorunudur.” (Fuller; s. 12-14). Fuller’in bu yaklaşımının Amerika’da düne göre öne çıkan bir eğilimi yansıttığı gösteren bir başka olgu olarak da, dünyanın en ünlü yayınevlerinden biri olan SUNY (State University New York) Press’in yayınladığı "Islam at the Crossroads: On the Life and Thought of Bediüzzaman Said Nursî" (Bediüzzaman Said Nursî’nin Düşüncesinde ve Hayatında: Yol Ayrımındaki İslam) adlı kitabın ilk baskısı 6-7 ay gibi kısa bir zamanda bitmiş olması söylenebilir.

İstanbul'da 3 gün süren 7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’na, Amerikan İslam’ı konusunda bu sempozyumu düzenleyenlerle kader birliği içindeki AKP’den de açık destek geldi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile hükümet üyelerinin telgraf gönderdiği sempozyuma, AKP milletvekilleri de destek verdi.

Bu sempozyum, bugüne kadar Nur tarikatının evlerde, dershane ve medreselerde örtülü olarak sürdürdüğü faaliyetinin siyasal alana ilk kez bu kadar açıktan çıktığı, ve hem dışarıdan, hem de içeriden meşrulaştırıcı bir destek gördüğü ilk sempozyumdu.

Ancak, bu sürece gelinceye kadar, onun önünü açan bir dizi başka etkenden de söz etmek gerekir. Tarikatın, sayıları ve etkinlikleri Özallı yıllarla birlikte giderek artan gazete ve televizyonları dışında, ona, meşrulaştırıcı diğer bir destek de, akademik düzeyde verildi. Bunların içinde, kitapları ve makalelerine hem akademik çevrelerde hem de, basın, konferans gibi çeşitli tartışma zeminlerinde sıkça atıf yapılan isimlerden biri olan Prof. Dr. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursî’ye “modern” bir siyasal kimlik rolü yükler.

Şerif Mardin, değişen ve çağdaşlaşan toplumlarda, dinin, kaçınılmaz bir biçimde, bireyin toplumla bütünleşme sorunlarını çözen en önemli mekanizma olarak işlevini sürdürdüğü kanısındadır ve bu işlevin sürmesi gerektiğini savunur.

Mardin, çağdaşlaşma yönündeki değişmenin, laikliği getirdiği oranda, dini, toplumsal ve bireysel yaşamın dışına çıkardığını, böylece de bireyleri bir arada tutan "harcı" yok ettiğini öne sürer.[2]

Cumhuriyet’in, birey ile toplum arasında, İslam dini aracılığıyla kurulmuş olan bağları yok ettiğini belirten Mardin, bu nedenle, bireylerin devletle bağlarının koptuğunu düşünür ve İslam dini açısından, Said Nursî'nin, Nurculuk aracılığı ile bu bağları yeniden kurduğunu öne sürer.

Mardin, önce Turner'e gönderme yaparak, "kök paradigma" kavramını tanımlar: “Kök paradigmalar, bireyler, açık seçik bir biçimde egemen kurallar ve usuller tarafından yönlendirilmediklerinde işe karışan ve bireyleri etkileyen, resmi toplumsallaştırma (sosyalizasyon) araçlarının dışındaki öznel paradigmalardır.” (Turner, 1974; s.67).

Bunlar, özel kavram ve terimler aracılığı ile bireylere, kültürel açıdan kabul edecekleri mesajları verir, reddettikleri usullerin dışında bir toplumsallaştırma (sosyalizasyon) sağlar.

Mardin, şöyle devam ediyor: "Bu araştırmada da görüleceği gibi Said Nursî, ‘adet ve kurallar'ı kusurlu veya gücünü kaybetmiş bulan veya bunların gayri meşru sayıldıklarını gören çok sayıda insana hitap etmektedir. Bu koşullarda arta kalan kök paradigmalar, Said Nursî'nin etkisinin temelini oluştururlar.” (Mardin; s. 13).

Mardin için, "kök paradigmaların" iki işlevi vardır:

“Bir, kişisel davranışlara rehber teşkil eden ve ideal bir toplumun görünümünü veren ‘haritalar' olarak; iki, kültür çantasında yer alıp, bireyin toplumsal kurallara ve konumlara ilişkin algılamasıyla birlikte, görüntüleri, sesleri ve renkleri anlamlandıran araçları birbirleriyle kaynaştıran başlıklar olarak." (Mardin; s.18).

Mardin, bütün kitabı boyunca, Said Nursî'nin söyleminin bu her iki işlevi de yerine getirdiğini savunur.

Böylece, Mardin'e göre, "Nurculuk", Cumhuriyet'in başaramadığı, birey-devlet bütünleşmesini gerçekleştiren bir araç olarak çıkıyor karşımıza.

Ancak Mardin’in argümanlarının temel kalkış noktası, -o öyle söylemese de- Kemalizmin, aynı zamanda resmi devlet ideolojisi olarak, bir modernleştirme hareketine girişiyor olmasıdır. Bu durum, geleneksel ve tarihsel bağları sıkı sıkıya yaşayan geniş halk kesimlerinin, Kemalist kadroların savunduğu gelecek programının gerektirdiği atılımlar karşısında verebileceği farklı tepkilere de ister istemez kapı açar. Açmıştır da. Türkiye burjuva devriminin aşağıdan sınıf karakterinin zayıflığı, toplumu sarıp sarmalayan bir devrimci dalganın oluşmasını engellemiştir. Büyük ölçüde asker-sivil bürokrasi eliyle yukarıdan aşağıya yürütülen modernleştirme adımlarının, Mardin’in sözünü ettiği türden yabancılaştırıcı sonuçlar doğurması doğalsa da, böylesi bir tarihsel süreçte nasıl tavır alınacağı konusunda Mardin kendisini sorumlu hissetmemekte ve tutumunu üstten tahlil yapan bir noktanın da ilerisine vardırarak, Said Nursî’ye, haketmediği bir “modernist” payesi vermektedir. Böylesi bir tutum, eğer döneme gerçekten Mardin’in de söylediği “modernleşme” kavramı açısından bakılacaksa, Mardin’in savunduğu geleneksel ve geri olandır.

Şerif Mardin, belirli bir bilimsel terminolojiye sahip bilim insanları arasında az rastlanır olan bu tavrı ile, Bediüzzaman adına düzenlenmiş olan hemen hemen bütün internet sitelerinde de baş tacı edilmiştir ve edilmektedir.

Şerif Mardin’in kavramsallaştırmasında ihmal ettiği gerçekler, Prof. Dr. Mübeccel B. Kıray’ın çözümlemelerinde yerli yerine oturur. Mübeccel B. Kıray, "siyasal İslam"ın, ülke içi dinamikler açısından bir tampon kurum, bir “araform” olduğunu ve Türkiye'nin çağdaşlaşma sürecinde bir dönem, "toplumu bütünleştirici ve dengede tutucu" ama "geçici" bir işlevi yerine getirdiğini düşünür.

Kıray'a göre "siyasal İslam"ın, "iç dinamik öğeleri açısından" yerine getirilen bu "tampon mekanizma" ya da "araform" niteliği, 1970'li yılların ortalarında doruk noktasına erişen bir "dış dinamik" tarafından da desteklenmiştir.

Bir başka deyişle, ülkenin içinde olup bitenler açısından ön plana çıkarılan "siyasal İslam" aynı dönemde, ülkenin dışındaki güçler tarafından da desteklenmiştir.

“Dış faktör”le Kıray’ın neyi vurgulamak istediğine geçmeden önce, onun düşüncesini anlamak bakımından yaptığı “araform” kavramsallaştırılmasını biraz daha açmak gerekebilir.

Kıray'a, göre bütün toplumların üç temel özelliği vardır: (1) Her toplum, her an hem değişme hem de denge halindedir. (2) Her toplumda her an, birbiriyle çatışma halinde olan ögeler vardır; değişmenin itici gücü olan bu durum, toplumların genel bütünlüğünü ve dengesini bozmaz. (3) Her toplum, değişirken, kendinden önce değişmiş ve gelişmiş toplumların modellerini aynıyla ve sarsıntısız olarak izlemeyebilir ama bu durum, toplumsal bütünlüğün ve dengenin ortadan kalkmasını gerektirmez; bazı araformlar ve tampon kurumlar, bütünlüğü sağlar.

İşte Kıray azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülke modellerini aynıyla izleme zorunda olmadıklarını vurgularken, hem genel olarak değişmeden, hem de özel olarak çeşitli öğeler arası değişme hızı farkından doğan uyumsuzluğun ve çatışmanın varlığına karşın, toplumsal bütünlüğün ve dengenin "tampon kurumlar" ya da "araformlar" aracılığı ile her an korunduğunu söylüyor.

Toplum ne feodal, ne kapitalist. Bazı kurumları feodal, bazı kurumları kapitalist. Bazı açılardan sanayileşmiş, bazı açılardan hâlâ tarım aşamasında. Kentler oluşmuş ama, içleri köylülerle dolmuş. Böyle bir toplum, bütünlüğünü nasıl koruyor?

Azgelişmiş ülkelerde, değişme dönemlerinde, batı toplumlarında görülmeyen bazı yeni kurumlar, çarpık yapılaşmalar ortaya çıkıyor ve toplumsal bütünlüğü yani toplumsal dengeyi bunlar sağlıyor. “Siyasal İslam,” tarikatlar, ülkü ocakları vb. gelişmelerini Kıray bu bağlamda değerlendiriyor.

Kıray’ın dikkat çektiği “dış dinamik” ise, ABD’nin bugün gelip dayandığı “Ilımlı İslam”dan önce, Sovyetler Birliği’ni “yeşil” bir kuşakla çevreleme taktiğine dayanıyor.

1970'lerin ortasında soğuk savaşın en önemli unsuru olarak geliştirilip, sonuna kadar, üniversitelerden medyaya, resmi siyasal ilişkilerden gizli operasyonlara kadar her yönden aşırı dozda dinselliği desteklemek ve bunun siyasi hayatta hakim hale gelmesini ayarlamak için gösterilen çaba, Türkiye gibi çağdaş sanayi toplumu haline gelmenin yarı yolunda olan bir toplumda olumlu-olumsuz büyük yankı buldu.

Kıray’ın dikkat çektiği bu tehlike, sadece Şerif Mardin açısından değil, Ruşen Çakır, Nilüfer Göle tarafından aynı ölçüde önemsenmemiş, “resmi argümanlara” mesafeli durmak adına tercih ettikleri yöntem onları Bediüzzaman Said Nursî, Neo-Nurcu Fethullah Gülen ve daha birçoklarının dahil olduğu “siyasal İslam”ı meşrulaştırmak açısından da kullanılabilecek olan bir noktaya düşürmüştür. “Siyasal İslam”ın yeniden üretiminde etkili olan gazete ve televizyonların onları bu açıdan bir “otorite” olarak, siyasal İslam’ı meşrulaştırmak yönünde kullandıkları bir gerçektir.

Bu yazı, 1876’da Bitlis’in Nurs köyünde doğan Said Nursi’nin hayatı ve eserlerinin ayrıntılı analizinden ziyade, bugün ve gelecek açısından yüklendiği misyonu değerlendirmeyi esas aldığı için onun eylemi ve düşüncesine de bununla bağlantılı olarak gerektiği ölçüde yer verilecektir.

NURSÎ İLE ABD’Yİ BİRLEŞTİREN ÖZELLİK: PRAGMATİZM

ABD üniversitelerinin bugün Said Nursî’ye bu kadar önem vermelerinin ardında yatan en önemli özellik ise, ABD siyaset felsefesinde her dönem hakim olan pragmatizm ile Said Nursî’nin “İslam” yorumunun çekirdeğinde bulunan pragmatizmin bugün açısından kesişmesidir.

1970’li yıllarda ABD’li yönetimlerin Sovyetler’i çevrelemek için büyük fonlar ayırarak destekledikleri “radikal İslam”a denk düşen isimler Usame Bin Ladin gibi isimlerdi. 11 Eylül’den sonra ise, “radikal İslam” ABD açısından bugünkü yayılmacılığının kalkış noktasını oluşturmak bakımından kendisine karşı mücadele edilen bir argüman ve güç durumunda. ABD yönetiminin ve ABD’li uzmanların “Ilımlı İslam” diye tarif ettikleri “İslam” yorumu ise ABD’nin yeni dönemde destek verip, destek aldığı bir siyasal akım olarak giderek öne çıkartılıyor.

Fethullah Gülen’in, 28 Şubat askeri müdahalesinden payına düşeni alacağı endişesiyle gittiği Amerika’da tamamen eklemlenmediği bu konsepte, şimdi de kendini düne kadar Fethullah Gülen gibi “Neo-Nurcu” olarak görmeyen “Bediüzzaman” çevresi ve taraftarları dahil oluyor.

Bu çevrenin gösterdiği uyumda, takipçisi oldukları Said’i Nursî’nin düşüncesini şekillendiren pragmatizm belirleyicidir.

1922 yılının Ağustos ayında Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya davet edilen Said Nursî, milli mücadeleye verdiği destek karşısında Mustafa Kemal tarafından kendisine teklif edilen Doğu İlleri Umum Vaizliği’ni reddetmiştir. Bunun nedeni ise, kendi ifadesiyle Milli Mücadele kurmaylarının İslam aleyhine planlarının olduğunu hissetmesiydi. Meclis’te “din, iman ve namazın ehemmiyeti konusunda yaptığı konuşma nedeniyle” Mustafa Kemal’den, bu tip konuların bir dava etrafında birleşmiş vekiller üzerinde ayrılık yaratacağı eleştirisiyle karşılaştı.[3]

Ankara’da Cumhuriyet’in öncü kadrosunda gördüğü pozitivizm ve din konusundaki şüpheciliğin İslam için en büyük tehlike olduğunu düşünerek “daha sonraki hayatını bu tehlikeden izale edecek, Müslamanların iman anlayışını bilimsel verilerle güçlendirecek, günlük hayatı İslam’i şuur etrafında şekillendirecek bir kimlik ve kişilik hareketinin inşasına hasredecektir. Kendi ifadesiyle 1923 yılının Haziran ayında Ankara’dan Van’a yolculuğu aynı zamanda Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünü simgeler.” (Yavuz; s. 266).

Bu dönemde Said, kendisini siyasete kapatarak Müslümanlığın insanda inşaasına adadığını savunsa da, Cumhuriyet’ten sonra aydınlanma yönünde atılan adımlara karşı geliştirdiği muhalefeti dinin içinden, - bu kez onu “modern” dönemlerin gelişmeleri ve ihtiyaçlarını gözeten bir noktadan yorumlayarak- yapması da sonuçta dolaylı bir siyasi faaliyetti.

Said’in düşüncesinde olduğu gibi, eyleminde de pragmatist ve oportünist bir özellik hep varoldu. Örneğin 31 Mart Vakası sırasında isyanda öncü rol oynayan İttihad-ı Muhammediye derneğiyle olan ilişkisi sebebiyle yargılandığı mahkemede, kendisinin isyana destek vermediğini, aksine birçok askere kışlalarına geri dönmelerini telkin ettiğini öne sürdü ve beratta etti.

Van’daki “Yeni Said”, kendisini dini motiflerle ifade eden bir Kürt İsyanı olan Şeyh Said isyanına katılma davetiyle karşılaştı, ancak reddetti. Talebelerine de siyasete mesafeli durmalarını öğütleyen Said Nursî, yeni dönem siyasal mücadelesi Cumhuriyet’in pozitivist yaklaşımına karşı, “İslam’la modernliğin” barışık yaşayabileceğine kendisini hasretmek oldu.

Bir dönem Adnan Menderes’in DP’sini, bir dönem Erbakan’ın MSP’sini, bir başka dönem de Demirel’in AP’sini desteklediler. Bugün de Erdoğan’ın AKP’sine yakın duruyorlar.

“Bediüzzaman”ın izinden giden ve dillerinden mazlumu düşürmeyen Nurcuların ana gövdesi oluşturan cemaatler, sürekli güçlünün yanında yer alacak kadar pragmatist ve dün desteklediklerine bir dönem sonra sırt çevirecek kadar da oportünist oldular.

11 Eylül sonrası izledikleri güzergahta bunu kanıtlıyor.


 

[1] Graham Fuller (2004), Siyasal İslam’ın Geleceği, Timaş, s. 319

[2] Şerif Mardin (1992), Bediüzzaman Said Nursî Olayı / Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim / Toplu Eserleri 4, İngilizce’den çeviren: Metin Çulhaoğlu, İletişim Yayınları, s. 282-285

[3] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 6, İslamcılık,  İçinde, M. Hakan Yavuz, “Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk” s. 266, İletişim Yayınları, 2004.

Ek bilgiler

  • Yazar: Fatih Polat
  • Yıl: 2004
  • Kurum: Evrensel Gazetesi Yazı İşleri Müdürü
Ara...