Bu sayfayı yazdır

SOSYAL GÜVENLİKTE DÖNÜŞÜM

Almanak 2004“bundan sonra bizim devlet mantığımızda küçülme var.

biz devlette obezite istemiyoruz.

o devri kapatıyoruz.

biz küçülüyoruz, küçüleceğiz ve..

hizmet alımı yapacağız.

niçin yatırımı biz yapalım?

özel sektör yapıyor zaten. biz onlardan kaliteyi, hizmet satın almak suretiyle alalım.”

  1. R. Tayyip Erdoğan- İftar Yemeği Konuşması/30.10.2004

 

Devletin ekonomik, sosyal yaşamdaki düzenleyici ve yatırımlardaki öncü rolünün tamamen bittiğini ilan eden bu sözler tabii ki AKP Hükümeti’ne özgü bir devlet anlayışı olarak algılanamaz. Özellikle de kapitalizmin yeniden imar ve inşa döneminin yaşandığı 2000’li yıllarda!

Hatırlanacağı gibi teknolojik gelişmelerin itici gücünün sınırlılığı ve hammadde ve petrol fiyatlarındaki artış 70’lerin başı itibariyle karların artış hızını olumsuz etkilemeye başlamıştı (Mandel 1980). Karların artış hızının düşmesi sermaye birikiminin istikrarını bozmuş; kapitalizmin yeniden yapılanma sürecine girmesi zorunluluk halini almıştı. Aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi gelişmiş ülkelerdeki safi kar oranlarındaki gerileme 1968’le birlikte iyice belirginleşmiş; 1973-74 petrol kriziyle birlikte daha da hızlanmıştır.

Sanayileşmiş Bazı Ülkelerde Kar Oranları

                                  

1960-75

Yıllar             ABD              İngiltere       Fransa    B. Almanya      Japonya

  1. g. safi   safig. safi   safi     g. safi        g. safi         g. safi

1960        15.3       8.5        5.8      2.1       9.5         13.1            -

61-62       17.7      11.7       5.3      2.8       9.1           12.4             -

62-64       17.7      11.5       5.5      3.3       9.3           11.4          12.6

65-66      18.7       12.5       5.7      2.9       9.4          11.5           12.2

67-68       17.4      10.4       4.7      2.0       9.8          11.7           14.4

69-70       14.9        6.5       3.9      1.5     11.3          12.6           14.5

71-72       15.1        6.6        3.6      1.5   10.3           11.5           13.6

73           14.7        5.0       3.1      1.3       9.6           11.5          10.9

74           13.2        2.5       2.2       1.0     8.2           10.9            11.9

75           13.5        3.5       2.0       0.9       5.7            10.6        13.0

 Kaynak: OECD 1977

Aynı süreçte IMF ile stand-by anlaşması yapan azgelişmiş ülkelere monetarist ekonomi programları da zaten bu nedenle önerilmiş.... Yüksek faize dayalı sıkı para ve kredi politikalarıyla bu ülkelerdeki fiyatlar kontrol altında tutulurken ücretler de eşanlı olarak sınırlandırılmıştır. Böylelikle ulusötesi sermayenin çabuk ve kolay nemalanacağı ucuz, ucuz olduğu için cazip piyasalar oluşmuştur (Brunhoff, 1989).     

Türkiye gibi sermaye birikimi yetersiz; dolayısıyla dış kaynak gereksinimi içindeki ülkeler bir yandan yüksek faize dayalı para politikalarıyla krizi yüklenirken.. Diğer yandan da hammadde, enerji ve doğal kaynaklarını piyasa ekonomisine açarak krizin temel nedeni olan kaynak sorununa çözüm görevini üstlenmişlerdir. Uluslararası boyuttaki bu görev dağılımında Türkiye’nin payına düşenleri 24 Ocak-12 Eylül 1980 modeli, 5 Nisan 1994 kararları ve 2000’de başlayan yapısal uyum programları net bir şekilde anlatmaktadır. Aynı şekilde 1997’deki Güneyasya krizi de yüksek faize dayalı para politikalarının yarattığı sıcak para hareketleriyle sağlanan bu üstlenmenin sonucudur.

Bu görev dağılımının azgelişmiş ülke halklarınca benimsenmesi için de ekonomik ve politik bütünlük taşıyan bir ikna süreci başlatılmıştır. Gerek sıkı para politikaları gerekse özelleştirmelerin ülkenin yüksek enflasyon, işsizlik, yeni pazar olanakları gibi makro ekonomik sorunlarının çözülmesi adına yapıldığına halk ikna edilmeye çalışılmıştır (Minibaş 2002). İkna süreci 12 Eylül örneğinde olduğu gibi genellikle askeri darbelerle başladığından modelin devletin ekonomik, sosyal yaşamdaki düzenleyici ve yatırımlardaki öncü rolünü piyasa ekonomisine devrine karşı duruşlar çok sınırlı kalmıştır. Bu amaçla yapılan birçok yapısal reform örgütlü ve geniş bir muhalefetle karşılaşamadan yasalaşabilmiştir. Toplumun bütününün yaşamını doğrudan etkileyen; dolayısıyla siyasal tercihlerin değişmesine neden olan tarım ve sosyal güvenlik reformu için aynı saptamayı yapmak yine de zor. Bu tür reformlar genellikle zamana yayılarak ve aşamalı olarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Sosyal güvenlik kamu hizmeti olmaktan çıkarken…

Hammadde, maden ve enerji kaynaklarını piyasa ekonomisine açarak krize çözüm yaratılması devletin yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Oysa bu alanlar, Türkiye’de “kamu yararının korunması ilkesi" doğrultusunda devletin belirleyici olduğu alanlardır. Devlet bu ilke doğrultusunda :

        kaynakların dağılımı ve kullanımında etkinlik

        adaletli gelir dağılımı

        ekonomik istikrar

hedeflerine ulaşmaya çalışır. Bunu da fiyat, vergi, gelir dağılımı politikaları ve piyasaların karşılayamadığı mal ve hizmetleri üretip arz ederek yapar. Dolayısıyla ortaya:

        kamu kesiminin hangi mal ve hizmetleri üreteceği;

        bunların hangi kaynaklar tarafından finanse edileceği

        nasıl fiyatlandırılacağı dolayısıyla kimin kullanımına sunulacağı

şeklinde üç önemli sorun çıkmaktadır. Bu üç sorunun cevabı kamu kesimi ile piyasa arasındaki bağlantıyı da açıklamaktadır. Zira devlet, eğitim, sağlık, gıda, konut gibi bireyin zorunlu gereksinimlerine yönelik alanlarda üretim yaparak düşük fiyatla bu mallara ulaşılmasını sağlarken; çimento, orman ürünleri, hammadde gibi girdi üretimi yoluyla da özel kesimi desteklemektedir. Böylelikle, “kamu yararı ilkesi” başlığı kapsamında dar ve sabit gelirlileri desteklerken ağırlıklı desteği sermaye kesiminedir.

Uluslararası krizin yoğunlaşması ve yaygınlık kazanmaya başlamasıyla birlikte devletin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmeti ürettiği alanlar özel kesim için çok karlı iş alanları haline gelmiştir. Özellikle de hızlı nüfus artışı içindeki genç nüfuslu ülkelerde! Kaldı ki Uruguay Roundu’nun hizmet sektörleriyle ilgili anlaşmalarının (GATS) maddeleri gayet açıktır. Devletin ücretsiz ya da düşük fiyatla hizmet sunduğu alanları yeniden düzenleyen anlaşma metinlerinin hepsi özel kesime yeni yatırım ve pazarlar yaratılması hedefi üzerine oturmaktadır.

Bilindiği gibi kar marjlarını arttırmanın kolay yollarından biri de emek maliyetlerine müdahaleden geçmektedir ki... Bu da ücret politikalarının yanı sıra devletin emek kesimini sermayenin gücü karşısında korumaya alan düzenlemelerinden vazgeçmesini gündeme getirir.

Sosyal güvenlik hala kamusal alanda ama…

Türkiye’de sosyal güvenlik sektörünü piyasa ekonomisine açan tüm düzenlemelere rağmen sektör hala kamusal alan içinde tanımlanmaktadır. Sistem, içinde yer alanların katkıları ve ulusal bütçeden finanse edilmektedir. 80’in ultra-liberal politikalarına rağmen devlet, özel emeklilik ve özel sigorta şirketlerinin nemalanacağı piyasada hala egemendir. Bu egemenlik ilişkisi Anayasa’nın devlete tanıdığı “sosyal devlet” görevi nedeniyle kurulmaktadır. Oysa sosyal güvenlik sektörü :

    hem sosyal güvenlik fonlarıyla kısa vadeli sermaye hareketlerine neden olarak sermaye piyasasını beslemekte

    hem de sağlık ve güvenlik gereksinimine cevap verdiğinden kâr maksimizasyonu yüksek bir sektördür.

    Ayrıca, sağlık hizmetlerinden imalat sanayi ve hizmetler sektörünün tüm alanlarına kadar talep yaratması açısından da üretken bir sektördür.

Dolayısıyla, gerek devlet gerekse özel kesim için kolay kolay vazgeçilemeyecek bir egemenlik alanıdır. Devlet bu egemenlik alanını, vatandaşlarının geleceğe güvenle bakabilmesi için hastalık, sakatlık, işsizlik, yaşlılık, analık ve ölüm sırasında karşılaşacağı ekonomik sıkıntıları ve yoksunlukları karşılamak için sosyal politika garantisinde bulunarak kurar. Özel kesimse egemenlik alanını bir yandan sigorta şirketleriyle sosyal güvenlik hizmeti üreterek diğer yandan da bu hizmeti satın alarak oluşturur. Özel kesimin temel hedefi kar maksimizasyonu olduğundan devlet gibi sosyal politika garantisinde bulunmak zorunluluğu da yoktur. Bu da özel kesime geniş bir özgürlük alanı yaratır.

Kriz yaygınlaştıkça ve sermaye sınır tanımaz bir yapı kazandıkça “bu egemenlik alanının kamu ve özel kesim arasında nasıl paylaşılacağı” sorusu geçmişe göre daha da önem kazanmaktadır. Uruguay Roundu’nun Genel Hizmet Sözleşmeleri (GATS) içinde piyasa ekonomisine açılacak 11 sektör arasında sosyal güvenlikle ilgili sektörlerin yer alması bu durumun somut göstergesidir.

Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nun 11 sektör sıralaması                     

        para, sermaye piyasalarıyla ilgili hizmetleri,

        internet, telekom, posta, görsel ve işitsel iletişim alanları

        kara, deniz, hava ve diğer ulaşım hizmetlerini, belediyenin ilişkili olduğu hizmetleri,

        inşaat ve bağlantılı mühendislik hizmetlerini,

        eğitim ve eğitim araç-gereçlerini üreten alt sektörleri,

        su, atık su işleme, kanalizasyon, enerji hizmetlerini

        sağlık, hastahane ve sosyal güvenlik hizmetlerini,

        toplumun, binaların ve araçların güvenliğini sağlamaya yönelik hizmetleri

Sektörlerin sıralaması tesadüfi olmadığı gibi, mali piyasalar ve telekomun ilk iki sırada yer alması tamamen bilinçli bir tercih nedenidir. Zira, tele haberleşme ile bankacılığı piyasa ekonomisine açmadan diğerlerini piyasa ekonomisi koşullarında çalıştırmak olanaklı değildir. “Yukarıdan aşağıya” (top-down approach) ve “aşağıdan yukarıya” (bottom-up approach) doğru gerçekleşen bu biçimlenme tüm sektörleri kapsadığı gibi, hükümetlere “kamu hizmeti” tanımı içinde taahhütte bulunma hakkı tanımamaktadır.

Daha açık bir ifadeyle her sektör bir diğerine girdi ürettiği ve ulaşım, iletişim, sosyal güvenlik gibi ortak hizmet alanlarını ve bu hizmet alanlarının gereksinim duyduğu tarım ve hayvancılık gibi temel sektörleri kullandığı için ekonominin tüm sektörleri neredeyse eşanlı olarak piyasa ekonomisine açılmaktadır. Örneğin sağlık hizmetleri piyasaya açılırken sağlıkla ilgili tüm alanların (hastahanelerin yönetim, temizlik, muhasebe işlemleri, hemşirelik hizmetleri de dahil olmak üzere) özel kesime ihale edilmesi yeterli olmamakta bu birimlerin kullandığı malları üreten alt sektörlerin de özel kesime açılması dayatılmaktadır.

Oysa, 1999’un stand-by anlaşması doğrultusunda hazırlanan modelin gerekçelerinde: Modelin başta SSK olmak üzere sosyal güvenlik kurumlarının son 10 yıldır karşılaştığı finansman sorunlarının makro ekonomik dengenin bozulma nedenlerinden biri olduğu… Dolayısıyla, sistemin revizyonunun mümkün olmadığı ileri sürülmektedir. Kapitalizmin uluslararası kriz nedeniyle ortaya çıkan gereksinimlerini görmezden gelir, sorunu sadece Türkiye’deki sosyal güvenlik kurumlarının kaynakları etkin ve doğru kullanmamasına bağlarsak modelin gerekçeleri kendi içinde tutarlıdır!

Sosyal güvenlik sisteminin sorunlarını çözmek amacıyla 5 Nisan 1994 kararlarından bu yana yapılan düzenlemelere baktığımızda ise, ileri sürülen gerekçelerin piyasa ekonomisine karlı bir sektör yaratmak adına olduğu görülmektedir. Bu düzenlemelerin başlıcaları:

    Emeklilik kurumlarının finansman açıklarının giderilmesi için sigortacılık ilkelerini öne çıkaran 1999/4447 sayılı yasa;

   Gönüllülük esasına dayandırılarak “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi”ni oluşturan 2001/4632 sayılı yasa;

   Sosyal güvenlik sistemlerini tek çatı altında toplayan kanun tasarıları;

   Sosyal güvenlik reformu taslağıdır.

Bilindiği gibi, sosyal güvenlik reformu adı altında yapılan yasal değişikliklere neden olarak: “Sistemin kaynağını oluşturan vatandaşların yıllarca yaptığı birikimlerin sistemin mali açıklarının kapatılmasında kullanılması” savı ileri sürülmektedir. Böyle bir savın ileri sürülmesinin temelinde ise sisteme olan güveni sarsıp sistemin özelleştirilmesine taban yaratmak ve… Birikmiş kaynakların piyasa mekanizması doğrultusunda yeniden dağıtılması yatmaktadır. Zira, yukarıda da değinildiği gibi “sosyal devlet” tanımı hala Anayasa’da yer aldığından devletin sosyal güvenlik sistemine finansman katkısı sağlaması anayasal bir zorunluluktur. Aşağıdaki tabloda yer alan verilere bakıldığında sosyal güvenlik sisteminin finansmanı için bütçeden ayrılan payın faiz ödemeleriyle karşılaştırıldığında hiç de abartıldığı kadar büyük olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Programın ilk döneminde bütçenin dağılımı

                                   (2000-2003)

 (Milyar TL)

1999

2000

2001

2002

2003

Cari

32,7

29,1

25,4

26,9

27,4

Yatırım

5,5

5,3

5,1

6,0

5,1

Faiz Ödemeleri

38,2

43,8

51,0

44,8

41,7

Sosyal Güvenlik

9,8

7,1

6,3

9,7

11,3

Diğer Transferler

13,9

14,7

12,2

12,6

14,4

Kaynak : www.disk.org.tr; Sosyal Güvenlik Sistemi’nin Eleştirisi 2004

Dünya Bankası raporlarını okuyanlara bu durum biraz garip gelebilir. Zira o raporlarda, ülke kalkınmasındaki gecikmenin nedenlerinin başında başta sağlık olmak üzere sosyal güvenlik hizmetlerine ayrılan payın azlığı yazar. Gerçekten de İsveç, Fransa, Almanya, gibi ülkelerde sosyal güvenlik harcamalarının GSYİH’ya oranı %30-32; Macaristan, Slovakya, İrlanda gibi gelişme yolundakilerde %15-20; Türkiye’de ise aynı oran %10 civarındadır. Bu tür raporların tarihine ve de satır aralarına bakmazsak, IMF’nin sosyal güvenliğin piyasa ekonomisine devredilmesini dayatan politikalarına Dünya Bankası’nın karşı olduğu izlenimini bile edinebiliriz. Oysa, ilerleyen sayfalara baktığımızda “sosyal güvenlik sisteminin devletin yönetemeyeceği kadar büyük finansman kaynaklarına sahip olduğu” izlenimi yaratılarak toplumun özelleştirmeye ikna edildiğini görürüz. Sağlık ve emekliliğin bir birinden ayrılmasıyla başlayan özelleştirme süreci ülkedeki özel sigorta kurumları yetersiz olduğundan genellikle yabancı sigorta şirketleri tarafından yürütülmektedir.

Sosyal güvenliğin bileşenleri

Sosyal güvenlik sistemini çimento sektörü gibi blok satışla özelleştirmek mümkün olmadığından “salkım yöntemi” denilen kendi içinde parçalara ayrıştırılarak özelleştirilmektedir. Yukarıda da değindiğim gibi ilk aşamada sağlık ve emeklilik birbirinden ayrılmakta, daha sonra da kendi içlerinde alt sektörlere bölünmektedirler. Bu ayrıştırma halihazırda Emeklilik Sigortaları Yasa Tasarısı ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı (GSS) tarafından  düzenlemektedir.

 

- Sağlıkta Dönüşüm

Kişinin varlığını devam ettirebilmesi sağlıklı olmasına bağlı olduğundan sağlık sektörünün sınırsız bir şekilde piyasa koşullarına bırakılması mümkün değildir. Dolayısıyla, devletin etkinliğini azaltan programlarda karşılaştığımız  “insan merkezli” ve “hakkaniyete uygunluk” ilkelerine özellikle yer verilir. Ardı sıra gelen ilkeler ise, sağlık hizmeti veren kurumları rekabetçi düzende çalıştırmak adınadır. Kaldı ki bu ilkelere göre işleyen bir sağlık hizmetine ulaşılması fiyatı ödenebildiği sürece mümkündür. Zira programa göre devlet sağlık hizmeti sağlama görevinden vazgeçerken yerini “primli sistem” almaktadır.

      Sağlıkta dönüşümün ilkeleri

        insan merkezli,

        hakkaniyete uygun,

        ulaşılabilir,

        sürekli gelişime açık,

        katılımcı ve

        verimli

Böylelikle sağlık, kamu hakkı olmaktan çıkmakta prim karşılığı satın alınan bir hizmet haline dönüşmektedir. Sağlık hizmetinin arz cephesini hastahane, hekim ve ilaç şirketleri oluştururken; talep cephesinde “müşteri hasta” bulunmaktadır. Zaten GSS’nin Genel Gerekçesi’nde de: “..sağlık  sigorta sisteminin temelini katkı oluşturmaktadır. Sisteme üye olanlar, sunulacak sağlık yardımları için belli oranda prim ödemek durumundadır.” diyerek sistemin primlerle finanse edileceği anlatılmaktadır.

Kaldı ki tasarının 14. maddesi hekimin hastaya bakabilmesi için “Sigortalıların ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sağlık hizmetlerinden ve diğer haklardan yararlanabilmeleri için 90 gün prim ödenmiş olmasını ve prim borcunun bulunmaması”nı şart koşmaktadır. 18. maddeye göre de hekimi prim borcu olan hastaları da Kuruma bildirmekle yükümlü kılmaktadır. Yani, sağlık hizmetinden yararlanacak kişinin prim borcunun bulunmaması gerekmektedir. Kişisel Yaşam Düzeyleri asgari ücretin 1/3’ünden az, yani 116 YTL’nin altında olanların GSS primini Hazine üstlenirken.. Geriye kalan SSK, Emekli Sandığı, Bağ-Kur kapsamına giren çalışanlar, Yaşam Düzeyi’nin üstünde geliri olanlar ve işsizlik ödeneğinden yararlananlar prim ödeyerek sisteme kayıt olmak zorundadır.

Özetle GSS:

    Ayaktan tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi; verilen ilaçlar, ortez, protez, iyileştirme araç ve gereçleri; ayaktan veya yatarak sağlanan diğer sağlık hizmetlerinden yararlanmak için kişi katılım payı ödemeye zorunlu kılmakta;

    Katılım payının “…hizmet alınması esnasında” ödenmesini öngörmekte;

    Katılım payını belirleme yetkisini de her bir sağlık hizmeti için “maliyet-etkinlik ölçütleri”ne göre Kuruma vermektedir.

SSK hastahanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devriyle başlayan sağlıkta dönüşüm programı şimdi bu hastahanelerin sağlık piyasasında oluşan fiyatlar doğrultusunda hizmet sunması aşamasına geçmiştir. Böylelikle, hastaya “hekimini ve hastahanesini seçme serbestisi” kazandırılmaktadır. Asgari ücret düzeyinde yaşayan bir ailenin hekim seçme özgürlüğünü aklınıza getirmez de, SSK hasthanelerindeki kuyruklar, doktor başına düşen hasta sayısı, aylar sonrasına alınan ameliyat randevularını hatırlarsanız hastahanelerin devri insana pek demokratik gelebilir. Gelin görün ki, sosyal güvenlik reformu kapsamındaki:

    “sağlık hizmetlerinin Temel Teminat Paketi kapsamında sunulması”

    “sağlık hizmetlerinin hizmet sözleşmeleri aracılığıyla satın alınması”

    “sağlık hizmetlerinin bedellerinin ödenmesinin temel olarak sigortacılık prensiplerine dayandırılması”

gibi öneriler sağlığı zorunlu bir hizmet ve sigorta kolu olmaktan çıkartmakta! Özel sigorta yoluyla karşılanması gereken bir gereksinim haline dönüştürmektedir. Hem de Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 sayılı Sosyal Güvenlikle İlgili Sözleşmesi’nde zorunlu bir sigorta kolu sayılmasına rağmen!!

 

- Bireysel Emeklilik Sistemi

Sosyal güvenlik sisteminin diğer bir bileşeni olan emeklilik sisteminin piyasa ekonomisine açılımı ise: Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) vasıtasıyla oluşturulmaktadır. 2001’de yasallaşan BES bankaların “ikinci emeklilik” sloganlarıyla yaygınlaşmaya başlamıştır. Şili, Arjantin örneklerine göre esnek bir yapı gösteren Türkiye örneğinde sisteme dahil olmak için:

        18 yaşını doldurmuş

        katkı paylarını düzenli ödemek koşuluyla 10 yıldır sistemde bulunmuş olmak

yeterli olmaktadır. Tabii ki bu iki koşula bakarak 18 yaşında şirkete fon yatıran birinin 28 yaşında emekli olacağını düşünmemek gerekir. Bireysel emeklilik sisteminde 56 yaşını doldurmadan emekli maaşını haketmek mümkün değilken 56 yaşın üstündekilerin sisteme katılması mümkün. Başka deyişle, sisteme talebi sürekli kılmak için yaş sınırı konulmazken emeklilik hizmetinin arzında yaş sınırı getirilmektedir.

 Sistemi işleten kaynaklara gelince… BES’in

1.    Herhangi bir güvenlik kurumuna kayıtlı olmayıp bireysel başvuruda bulunanlar

2.    SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur’a kayıtlı ikinci emeklilik geliri isteyenler

3.    Uzun vadeli fonlar

dan oluşan zengin bir beslenme alanı vardır. Bu noktada, ortaya BES’in ilk emeklilerinin emeklilik haklarını alacağı 2013’e kadar fonların nereye kanalize edileceği sorusu çıkmaktadır. Diğer bir sorunsa eksik istihdamla birlikte yüzde 11’e ulaşan işsizliğe ek olarak yapısal reformların yarattığı işsizlikle iş güvencesinin kalmadığı, enflasyonun düşmesine rağmen fiyat istikrarının sağlanamadığı bir ülkede 10 yıl boyunca düzenli katkı payının ödenip ödenmeyeceğiyle ilgilidir.

Bireysel Emeklilik Sistemi’nde Türkiye örneğini esnek kılan diğer bir özellik ise, katılımcının haklarıyla ilgilidir. Emeklilik planını değiştirmekte özgür olan katılımcı bir emeklilik şirketinde bir tam yılı doldurduktan sonra birikimlerini başka bir emeklilik şirketine aktarabilmektedir. Dahası, katkı payı olarak değerlendirildiği fonlar arasındaki dağılımı da değiştirebilmektedir. Emeklilik hakkını kazanmadan sistemden ayrılmak isteyenlerse, kazanılmış vergi avantajlarını yitirmek kaydıyla birikimlerini alarak sistemden çıkma hakkına sahiptir. Özetle, sistem :

       sosyal güvenlik aylıklarının yanı sıra ikinci bir emeklilik geliri

       vergiden muaf tasarrufta bulunma olanağı

       emeklilik tasarruflarının değerlendirilme sürecinde tercihte bulunma hakkı

       emeklilik yaşı ve çalışılmayan dönemlere ilişkin esneklikler

       daha yüksek gelirli bir emeklilik dönemi içeren gelecek güvencesi

önermektedir.

Ne var ki, kaynağı belirlemekte şeffaf olan sistem toplanan fonların değerlendirilmesi kararında aynı şeffaflığa sahip değildir. Şirketten şirkete değişmekle birlikte, 10 yıl sonrasına yönelik projeksiyonlar BES’in fon kaynağının 10 ila 25 milyar dolar arasında oluşacağı yönündedir ki, Türkiye gibi sermaye piyasası sığ, devletin ancak kısa vadede borçlanabildiği bir ülkede bu küçümsenmeyecek derecede büyük bir meblağdır. Dolayısıyla, paylaşımın öncelikle devlet yani hükümet ve borsa arasındaki görünmez el tarafından gerçekleşeceği olasılığı hayli yüksektir.

Şöyle ki… Emeklilik şirketleri çalışanlardan kestikleri primleri ağırlıklı olarak sermaye piyasasına yöneltecektir. Bu şirketler bankalardan borçlanmak yerine Hazine’den hisse senedi alacak… Fiyatlar yükselmeye başlayınca hisse senedlerini satarak hem kendi finansmanını sağlayacak hem de Hazine’nin bir nevi finansörü olacaklar. Başka deyişle emeklilik şirketleri bankalardan borçlanmak yerine hisse senedi satışıyla kendi finansmanlarını sağlarken Hazine de yeni bir finansman kaynağına kavuşmaktadır. Bu süreç zarfında ekonomide görülecek canlanmaları pek abartmamak gerekir. Özellikle de Arjantin örneği hala hafızalardayken!

Kaldı ki emeklilik fonlarının ekonomiyi finanse edebilmesi ancak fiyatların istikrarlı ama istikrarın sürekli olduğu ekonomiler için söz konusudur. Zira, yatırımcının kendini güvende hissetmesi ancak enflasyonsuz bir ortamda mümkündür. Yakın zamana kadar yüksek enflasyon baskısı altındaki Peru, Meksika, Rusya gibi ülkeler bu alandaki en somut örneklerdir. Paranın merkezi İsviçre’de özel emeklilik fonlarının ulusal gelirin %117’sini bulması, ABD, İngiltere, Hollanda, Avustralya’da %50’sini geçmesi de uzun vadeli yatırım piyasası ile makro dengeler arasındaki ilişkiyi göstermektedir.

Özel emeklilik fonları /milli gelir

Rusya                                                  0.1

Ekvator                                                0.2

Elsalvador                                            1.0

Kazakistan                                           1.4

Peru                                                    2.7

Meksika                                               2.7

Şili                                                      45.0

ABD, İngilitree, Hollanda, Avustralya     %50

İsviçre                                                  117

İki çarpıcı örnek: Şili ve Arjantin

70’li yılların başında Chicago ekolü iktisatçılarının önerdiği modelin Şili’de uygulama alanı bulması 1980-1981’dir. Bizim piyasa ekonomisine geçişimizle hemen hemen aynı tarihe denk gelen General Pinochet’in “tuğla” adıyla kamuoyuna sunduğu bu modele göre:

       kişi emekliliğinin finansmanını sağlamak zorundaydı;

       emeklilik primleri özel sektörün idaresindeki fon yönetimi kuruluşlarına devredilmeliydi;

       Şili sermaye piyasasının güçlendirilmesi için emeklilik fonları hisse senedi ve tahvillere yönlendirilmeliydi.

Şili örneğindeki başarıda devlet ve medya kuruluşlarının etkin kampanyaları kadar devletin yürüttüğü sosyal güvenlik sisteminin cazibesini yitirdiği sırada uygulamaya geçildiğini de unutmamak gerekir.

Sistemi model haline getiren özelliklerin başında ise emeklilik geliri ve diğer sosyal güvencelerin önceden fonlanması gelmektedir. Bu, yerel kurumsal yatırımcıların gelişmesini sağlarken sermaye piyasasını da güçlendirmiştir. Yerel kurumsal yatırımcıların portföyü 1980’de 1.04 milyar dolar civarında iken, 1995’te 37.6 milyar doları bulmuştur. Böylelikle, sermaye piyasasının sürekli finansmanı için gerekli fonlar sağlanmıştır. 

Arjantin’de ise: 1990’ların başında uygulanmaya başlayan IMF destekli ekonomi programı top yekun özelleştirme üzerine oturmuş ve... Kamu kuruluşlarının satışıyla sağlanan büyük oranlı nakit para girişi büyümenin finansmanında kullanılmıştır.

1995’teki Meksika krizini saymazsak 1998’deki G. Asya krizine kadar 1992’deki %8.7, 1993’teki 6, 1994’teki 7.4 gibi yüksek büyüme hızları Arjantin’i yabancı banka ve çokuluslu firmaların cazibe alanı haline getirirken bireysel emeklilik şirketleri de kendini göstermeye başlamıştır.

Arjantin modelini başarılı kılan ise, güneyasya deneyiminde olduğu gibi “denetimsizlik”tir. Özellikle de yabancı yatırımlar üzerindeki denetimin yok ya da yok denecek kadar az olması bireysel emekliliği kısa sürede ‘vurgun sektörü’ haline getirmiştir. Yabancı bankalar özel emeklilik şirketlerinden düşük faizle aldıkları fonları, yüksek faizle devlete borç verirken, yatırım şirketlerine büyük oranlı kar kazancı sağlayan bu durum Arjantin’i taş atıp da kolun yorulmadığı ama para kazanıldığı bir ülke haline getirmiştir. Bireysel emeklilik şirketlerine açılan ‘değişken faizli mevduat’ hesaplarında değerlendirerek bu hesaplar 1998-2001 arasında faiz geliri almadan bankacılık sistemine girmiş. Bu Arjantin’deki 2001 krizinin temel nedenlerinden biri olmuştur.

Kısacası, devlet-hükümet ikilisi, yabancı bankalar ve özel emeklilik şirketleri emeklilik fonlarını paylaşmış; fonlar ülke kalkınmasına değil ama bankacılık ve sermaye piyasasının finansmanına yaramıştır!!

Sonuç

  1. 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan kriz, uluslararası çaplı bir dünya krizidir. Kapitalizm bu kriz sürecinden sermayeye sınır tanımayan bir yapı kazandırarak yani küreselleştirerek çıkmaya çalışmaktadır. Sermaye kaynakların bol ve ucuz, emek maliyetlerinin düşük, üretimdeki denetimin ve çevre yasalarının zayıf, pazara yakın ülkelere doğru olan küreselleşirken tüm sektörler için yasal düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir. Küresel sermayenin geldiği ülkeler genellikle “ekonomik istikrar paketleri” ve bu paketlerin özünü oluşturan “yapısal reformlar”la yeni eklemlenmiş, ama…

                   Ekonomik istikrar paketlerinin sadece bozulan ekonomik dengeleri  düzenlemek adına uygulamaya konmadığını;

       Ekonomik istikrar paketleri ile otoriter rejim uygulamalarının doğrudan ilişkili olduğunu;

       Piyasa modeli hedefine ulaşmak için kullanılan ekonomi politika araçlarının ekonomik yapıyla birlikte siyasal, sosyal ve kültürel yapıda dönüşümü

anlamaları çeyrek yüzyılı bulmuştur.

Tarımdan eğitime, enerjiden sosyal güvenliğe kadar yaşamın tüm alanlarını kapsayan bu düzenlemeler emek kesiminin özverisini gerektirmektedir. Özverinin nedenlerinin başında da sosyal güvenlikle ilgili olanlar gelmektedir.

       Sosyal güvenlik harcamalarının bütçe giderlerinin ilk sırasını oluşturduğundan, devlete artan oranlı yük getirdiği;

       Rezervlerin genellikle kamu kesimi borçlanma gereksinimini karşılamak için kullanıldığı, getiri düzeylerinin düşük kaldığı;

       Fonların verimli yatırım alanlarında değerlendirilmesiyle başta bütçe açığının daraltılması olmak üzere makro sorunların çözümüne kaynak yaratılacağı

ileri sürülerek sosyal güvenlik sisteminin piyasaya açılmasına ikna edilmektedir.

Oysa sosyal güvenlik, ekonomik dengeleri sağlamak için bir “istikrar” aracı olarak görülemeyeceği gibi, yoksulluğun çözümü de değildir. Yoksulluğun çözümü, sosyal güvenlik harcamalarının azaltılması değil, istihdam yaratacak yatırımlarla mümkündür. Devletin görevi ise, yoksullağa neden olacak her türlü olasılığı ortan tadan kaldırmak ve hangi gelir gurubunda ve emek niteliğinde olursa olsun ülkedeki herkesi insanca yaşatacak koşulları oluşturmaktır. 

Ek bilgiler

  • Yazar: Türkel Minibaş
  • Yıl: 2004