BARIŞ SÖZCÜĞÜNÜN İÇERİĞİ GENİŞLETİLDİ
2001 tüm bu anlattıklarımız doğrultusunda Kürtler açısından önemli gelişmelerle dolu bir yıl oldu.Koca bir yıl boyunca yaşanan iyi, kötü, olumlu, olumsuz tüm olayların nasıl yaşandığına ilişkin tek tek tarih vererek değerlendirme yapmak yerine bu yıl içindeki belli başlıkların Kürt sorunu açısından önemi üzerinde durmak daha yerinde olacaktır.Az çok tarih bilincine sahip olup, her gelişmenin bir nedeni ve sonucu olduğunu bilenler tıpkı birbirini izleyen diğer yıllarda olduğu gibi 2001’in de hem önceki hem de bundan sonraki yılları etkileyeceğini düşünebilirler. Hafıza silme amaçlı bir yorum olan "geride kaldı artık bitti" yerine" geride kaldı ama arkasında ne bıraktı" diye sormak sorunun çözümü bakımından öğretici olacaktır.
Kürtler, 2001 yılında da ondan önceki onlarca yılın sorunlarının taşınarak gelmesindeki yükü omuzlarında fazlasıyla hissettiler. Kürtler açısından 2001, acının, gözyaşının, baskının ve zulmün yaşamlarından eksik olmadığı bir yıl olarak tarihteki yerini aldı. İşsizliği, yoksulluğu ve açlığı,yıllardır yatırım yapılmayan, kişi başına düşen gelirin en düşük oranda seyrettiği bölgede daha fazla yaşayan Kürtler açısından sorunlar hem bu yönüyle hem de kimlikleri, varlıkları,kültürleri ve dillerinin kabul edilmesi noktasındaki mücadeleleriyle sürüp gitti.
Kürtler yıllardır kendilerine yapılan "bölücü", "terörist", kalleş" gibi yakıştırmaların haksızlığını göstermek, barışı ve kardeşliği geliştirecek önemli bir unsur olduklarını göstermek için ısrarlı bir çabada bulundular. Ancak, 2001'deki "barış" sözcüğüne Kürtlerin sadece kardeşlik anlamını yüklemediği ve onu geliştirdiği görüldü. Eskiden, “barış” dendiğinde söylenilen “Silahlar sussun, akan kan dursun” sözü bugün boşaltılan köylerin yeniden inşası ve isteyenlerin köylerine dönmesi, bölgede koşulların normalleştirilmesi, OHAL’in kaldırılması,bölgede sanayi ve ticaretin yeniden organizasyonu, halkın barınma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi gibi sorunlarla birlikte tartışılmaya başladı. Çünkü; iki ülke arasındaki barıştan farklı biçimde bir ülke içinde dile getirilen bir barış içinde eşitlik fikirlerinin yayılması gereken ortamı oluşturmayı önemli kıldı.
Bu yüzden Kürtler barıştan söz ederken; öncelikle bölgedeki koşulların normalleştirilmesini,sorunlara halkların kardeşliğini esas alan bir yaklaşımı, hak eşitliği temelini; bu eşitliğin dil kültür alanını, siyasi özgürlükleri de kapsamak zorunda olduğunu dile getirdiler. Bugün emekçiler için barış, halkların kardeşliği, gönüllü birliği üstünden yükselen bir refahı, mutluluğu, özgürlüğü paylaşma durumu biçiminde değerlendirildiğinde Kürtler açısından daha anlamlı bir hale geleceği açıktır.
KÖYE DÖNÜŞ PROJESİ
Barış ve kardeşliğin Kürtler açısından genişleyen anlamı onların yaşamsal istekleriyle daha fazla örtüşmeye başladı. Yıllardır süren OHAL'li yaşamdan kurtulmanın yanı sıra büyük şehirlerin varoşlarına yerleşmek durumunda kalan Kürtler, sosyal ve ekonomik yıkımın ağır yükü karşısında yaşamlarını sürdürmekte zorlandılar. Yerlerinden, yurtlarından ve topraklarından koparılan, sürgün edilen Kürtlerin bir bölümü “Köye Dönüş Projesi” ile birlikte geri dönüş hazırlıklarını başlattılar.Bölge valilikleri köylerin kullanıma açıldığı, suyunun, elektriğinin ve yolunun yapıldığı,yatırımların devam edeceğini açıklamalarına rağmen bu konudaki sorunlar da bitmedi. Ancak, projenin hayata geçmesi sırasında ciddi eksiklikler ve dayatmalar görüldü. Bunların arasında en büyük sorun, köylülere dağıtılan formlarda “Köyümü teröristler yaktı” maddesinin geri dönmeye hazırlananların önüne bir zorlama olarak koyulması oldu. Zaten, “Köye Dönüş Projesi”ne bağlı olarak diğer sorunların da gündeme gelmesi buradan başladı. Devletin,dağıttığı formlarda yer alan bu madde iki nokta açısından önem taşıyordu. İlki, bu şekilde köylerin boşaltılması ve talan edilmesiyle ortaya çıkan maddi zarar karşılanmamış olacak. Ki,bu zarar yüzlerce köy üzerinden hesaplandığında ortaya yüklü bir meblağ çıkıyor. İkincisi, konunun kamuoyuna anlatımıyla ilgili. Çatışmaların ve bu tür olayların yoğun olarak yaşandığı yıllarda kamuoyuna verilen bilgilerde “Teröristler yaptı” denilerek işin içinden çıkılmak isteniliyordu. Hem maddi hem de manevi açıdan hayli kritik bir yerde duran bu iki nokta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne taşındı, taşınmaya da devam ediyor. Ancak, bölgede, çatışmaların son hızla sürdüğü dönemlerde talan edilen birçok köy yeniden yapılanmayı, köylüler de uğradıkları zararların karşılanmasını bekliyor.
BÖLGEDE İNSAN HAKLARI İHLALLERİ REKOR KIRDI
AİHM'de Türkiye aleyhine açılan davaların bir çoğunun bölgeden gelmesi aslında pek de şaşırılacak bir durum olmadı. Çünkü insan haklarının en fazla ihlal edildiği yer yine bölge oldu.
Bu davaların başlıcalarını ise köy yakma ve boşaltma olayları, yaşam hakkının ihlali (kayıpşahıslar ve faili meçhul adam öldürmeler), işkence, kötü muamele ve haksız gözaltına alınma, gözaltı süresinin uzunluğu oluşturuyor. Bugüne kadar 131 davanın aleyhine, 10 davanın da lehine sonuçlandığı Türkiye, 582 bin 897 dolar, 7 milyon 839 bin 610 Fransız Frangı, 1 milyon 568 bin 883 İngiliz Sterlini, 57 bin 639 Alman Markı, 11 milyar 633 bin 400 Türk Lirası ödemeye mahkûm oldu. İşlemleri süren başvurular için 2 milyon 896 bin 514 İngiliz Sterlini, 123 bin 520 ABD Doları, 75 bin Fransız Frangı da ödenmeyi bekliyor. Bu tabloya bakıldığı zaman “AİHM’ye şikâyet edenlere hain, ülkesini zarara uğratıyor” diyenler, “Niye, AİHM’de en fazla Türkiye’nin dosyası var” sorusunu kendilerine yöneltip düşünmeleri gerekir. Ama bu tablo aynı zamanda ülkede ne kadar hukuk ve demokrasi olduğunu, nasıl işlediğini de gösterir. Çünkü, köyünün yakılmasını soruşturan, zararlarının tazmin edilmesini isteyen ve sorumluların açığa çıkması için hukuki yollara başvuran köylülere bu kapıları kapatmak, “Nereye gidersen git” anlamına gelir. Hukuki yollardan hakkını arayan köylülerin bu yolu sürdürerek zararlarını karşılamak istemesi kadar doğal bir şey olamayacağından gideceği yer de AİHM’den başkası olmuyor. Elbette, iç hukuk yolları kapanmasa, davalar sürüncemede bırakılmadan sonuca ulaşsa Türkiye’nin AİHM dosyası bukadar kabarık olmayacaktı.
OHAL SORUNU VE NORMAL KOŞULLARDA YAŞAM İSTEĞİ
Hak ihlalleri, demokratik talep ve özgürlüklerin bastırılması noktasında resmi anlamda 15, fiilix anlamda yaklaşık 25 yıldır süren Olağanüstü Hal'in etkisi büyük oldu. Kürtler yıllar boyu normal olmayan bir yaşama mahkum edildiler ve yapmak istedikleri her şeyin karşısına OHAL koyuldu. Oysa, devlet OHAL'i bölgedeki huzur ve güveni sağlasın diye getirmiş ama OHAL huzur ve güvensizliği daha fazla artırdı. OHAL kapsamındaki illere giriş için akıl almaz kontrollerde bulunulması, dahası buralara gitmenin bir garantisi olmadığı görüldü. İzmir'de, Bursa'da, Antalya'da serbest olan sinema, tiyatro, sergi, konser OHAL uygulaması olan yerlerde keyfi biçimde yasaklandı. OHAL Valiliği'nin "sakıncalı" bulduğu gazete, dergi ve kitabın girişine yasak konuldu.
Siyasi partiler, sendikalar ve kitle örgütlerinin çalışmaları engellendi. Bu kurumların bırakın miting yapmasını basın açıklaması yapmasına bile izin verilmedi. Sendikacılar, kamu emekçileri sürgün tehditi altındalar ve en küçük kıpırdanışlarında karşılarına OHAL çıkıyor.
Ve bu kadar karanlık olan, hiç bir şeyi araştırmaya, soruşturmaya fırsat vermeyen OHAL'de normal olmayan yöntemler, hukukdışı uygulamalar hızını kesmeden sürdü. Kürtlere karşı bir başka ayrımcılık OHAL'le yapıldı ve Kürtler yasak, baskı, ceza reva görüldü.
EKONOMİK TABLO ORTADA: AÇLIK VE İŞSİZLİK GİZLENEMEZ HALE GELDİ
Ancak, Kürtlerin sorunları ve sıkıntılarını sadece uğradıkları baskılar ve hak ihlalleri ile açıklamak mümkün değil. Çünkü, aslında yıllardır süren ama çatışmaların yoğunluğu nedeniyle geri planda kalan bir gerçek en çıplak haliyle bir kez daha kendini gösterdi: İşsizlik ve açlık. Evet, Türkiye'nin genel sorunu olan yoksulluk bugün bölgede kendini daha fazla hissettiriyor ve yoksul Kürtler tehlikeli biçimde belirginleşen bir açlıkla karşıya karşıyalar.
Bölgedeki ekonomik durum hakkında bilgi edinmek isteyenler artık ayrıntılı bir şekilde hazırlanmış istatistik raporlara bakma gereği bile duymuyorlar. İşsizlik, yoksulluk ve açlığı anlayabilmek ve görebilmek için dikkati çekmeyen ama, özünde tüm bunları gösteren önemli gelişmeler yaşanıyor çünkü. Kapısına kilit vuran yüzlerce işletmeden maaşını, ikramiyesini ve tazminatı alamadan çıkan işçiler, işsizler ordusunun yeni neferleri olarak göreve başlıyorlar. Nüfusu aldığı göçlerle artmış, iş olanakları ile çalışacak kişi konusunda büyük orantısızlıkların olduğuyerlere göre daha rahat yaşayan ve en azından kendi yağıyla kavrulan yerleşim yerlerinde
bile açlık açıktan telaffuz edilmeye başlandı. Bırakın "il"leri, birçok yerin 15 ila 30 bin arasında değişen nüfusunun olduğu ilçelerde dahi aşevleri kurulup, yemek dağıtılırken buralarda uzun kuyruklar oluşuyor.
Bölgenin en yoksul yerlerinden biri olan ve çöpten ekmek toplayıp, askerlerin yemeyip attığı bozulmuş konservelerle beslenmeye çalışan insanların gazete ve televizyonlara haber olduğu Hakkari'de durum ortada. 55 bin nüfuslu bu şehirde bugün, 10 bin kişinin düzenli olarak her gün aşevinden yiyecek temin ettiği belirtiliyor. Hakkari'deki bu tablo, nüfusun beşte birinin aç olduğunu göstermeye yetiyor. Dünya Bankası'nın valilikler aracılığıyla "Sosyal Riski Azaltma Projesi" adı altında gönderdiği 50'şer milyonluk komik yardım paketlerini almak için yaşanan izdiham ibret vericidir. Aynı şeyler ucuz halk ekmek satışının olduğu yerler için de geçerli.
Hakkari'deki durum, Diyarbakır'da, Mardin'de, Elazığ'da, Bingöl'de, Urfa'da, Muş'ta, Malatya'da, Ağrı'da, Batman'da, Şırnak'ta, Siirt'te, Van'da ve diğer yerlerde de kendini gösteriyor.
Bölge ekonomisi yıllar öncesinde de pek parlak değildi. Ama, bugünkü durumu tam anlamıyla içler acısı. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllara dayanan bazı fabrikaların varlığı ya da üç beş yatırımcının farklı dönemlerde kurduğu işletmelerle “İşte burada da sanayi ve üretim var” denilerek idare edilen tablo son ekonomik krizle birlikte içinden çıkılamaz bir hal aldı. Başta Elazığ olmak üzere, Diyarbakır, Urfa, Van, Kars, Ağrı, Erzurum, Malatya gibi nispeten küçük ve orta ölçekli işletmelerle bazı fabrikaların yoğun olduğu bu illerde işletmeciler iflas bayrağını çektiler.
Bölgenin ekonomideki merkezi olarak gösterilen Antep tam bir çöküş yaşadı. Bazı yerlerde işletmeler ve fabrikalar kapılarına kilit vurduklarını açıklarken, kimi yerlerde ticaretin döndüğü yerler diye bilinen pasajlar içinde açık dükkân kalmadığı için satışa çıkarıldı.
11 EYLÜL, ABD, KUZEY IRAK VE KÜRTLER
ABD'ye yapılan 11 Eylül saldırısı ve bütün dünyayı kapsayan "terörle mücadele" konsepti Kürtleri de etkiledi. "Terörizm" kavramı genişletildikçe, her türlü demokratik hak ve talepler bu kavrama dahil edilmeye çalışıldı. Kürtler, 11 Eylül ve terörizm konseptinden gütDstyle="font-family: Arial">
Bölgenin ekonomideki merkezi olarak uot; damgası vurulmak istendi. Bu süreçte Kürtlere yönelik baskı girişimlerinin arttığını söylemekte yarar var ve bu dikkat çekici bir durumdur. 11 Eylül’den sonraki süreçte, devletin Kürtlere yönelik “baskı politikasını” yeniden tırmandırdığı görülüyor. Türkiye, askeri ve sivil yönetici odaklarla onların medyadaki destekçilerin 11 Eylül günü ABD’de gerçekleşen saldırılardan sonra, “Bu bizim yıllardır sürdürdüğümüz terörle mücadele politikasının ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Bazı batılı dostlarımız bu konuda bizi anlamamış, karşımıza insan hakları gerekçeleri çıkarmışlardı” dediler. ABD’nin bu süreçle birlikte, dünya hegamonyasının manivelası olarak “antiterör” politikasını öne çıkarması, ona bu konuda açıktan destek veren Türkiye yönetenlerince gönülden desteklendi.
Türkiye, ABD'nin Irak'ı vurma konusunda ise "pazarlık" yapmaktan geri durmadı. Başındanberi, Türkiye, Irak konusu gündeme geldiğinde ABD’ye “Hayır, vuramazsınız, size destek yok” diyemediği ve sürekli bir gözünü Kuzey Irak’ta tuttuğu için günübirlik politikalarla durumu idare etmeye çalıştı. Mantık, “Kürt devleti kurulmasın da, ne olursa olsun” olunca ortaya aslında birbiriyle çelişen ve ne denileceğinin bilinmediği bir durum ortaya çıktı. Körfez Savaşı’nda uğranılan zararı ve o zaman izlenen taktiğin yanlışlığını anlayamayan, şimdi de ısrarla aynı tutumu izleyen 57. hükümetin Irak konusundaki politikasının çıkmazda olduğunu söylemek zor değil. Türkiye işçi ve emekçilerinin çıkarını düşünmeyen bir hükümetin, Irak’la ilişkilerini ABD’nin isteği doğrultusunda geliştirmesi ise kaçınılmazdır.
Oysa, Körfez Savaşı zararından bir ders çıkarılması gerekiyordu. Turgut Özal’ın “1 koyup 3 alma” hesabının nasıl da çamura saplandığını hemen her çevre kabul ediyor. Irak’la akaryakıt ticareti yapılan Habur Sınır Kapısı’nın 11 Eylül'den sonra kapanması nedeniyle uğranılan zarar milyon dolarlarla ifade ediliyor. Ne var ki, bu zararın faturasını en başta bölge halkı olmak üzere diğer işçi ve emekçiler çekiyor. Irak meselesi, sadece bu ülkenin Kuzey’inden duyulan Kürt kaygısıyla ele alındığı için diğer etkileri hesaba alınmıyor. Ancak, olası bir Irak operasyonunun Türkiye'deki ve Kuzey Irak'taki Kürtler için ağır bir fatura çıkaracağı açıktır.
ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ ÖZGÜRLÜK GETİRMEDİ
Anayasa Değişikliği Paketi olarak gündeme gelen ve bazı konularda "özgürlükler" sağlayacağı söylenilen düzenlemeler elbette Kürtler açısından da "heyecan" yarattı. Ancak, 52 madde işin henüz başında Genelkurmay ve diğer çevrelerin müdahale ve itirazlarıyla 37’ye indirildi. İki hafta boyunca “Anayasa’nın üçte biri değişti”, “Demokratikleşmede sessiz devrim” övgü ve böbürlenmeleriyle dolu olarak geçen çalışmadan sonra 34 maddeye düşürülen düzenleme nihayet gerçekleşti. Ama, bu değişiklikler özgürlüğü genişletecek miydi, orası şüpheliydi. Başbakan Bülent Ecevit “Artık AB’ye tam üyelik yolu daha çok açılmıştır”sözleriyle değişikliği övdü. Halbuki, değişiklikler yasakları ve baskıları ortadan kaldırmadı. İdam sorunu sürdü ve AİHS’nin 6 No’lu protokolü imzalanmadı. Kürtçe üzerindeki yasaklar da olduğu gibi kaldı. “Kanunlarla yasaklanmış, herhangi bir dilde yayın yapılamaz” ibaresinin kaldırılması Kürtçe üzerindeki yasakları kaldırmaya yetmiyor. Anayasa’nın 26. maddesinin 3.
fıkrasından çıkarılan “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz” hükmüne rağmen Kürtçe yasaktan kurtulamadı. Hatta, aynı günlerde Diyarbakır Eğitim-Sen basıldı ve Kürtçe yazılan davetiyeler toplatıldı.
ANADİLDE EĞİTİM VE KÜRT SORUNUNA TÜRK EMEKÇİLERİNİN SAHİP ÇIKMASI
Kürtler yıllardır inkar edilen dil, kültür ve kimlik taleplerini daha güçlü dile getirmeye başlayınca, bu konudaki tartışmalar ve baskılar yoğunlaştı. Kürt gençler, üniversitelerde "Kürtçe'nin seçmeli ders olarak okutulması" için rektörlüklere dilekçeler verdiler. Bu kampanya yayılarak, Kürtlerin büyük bir bölümünü kapsadı ve birçok yerde Kürtçe eğitim talebi dile getirildi. Kürt aileler, çocukları için Kürtçe eğitim isterken, Kürtçe eğitim istemek gözaltılara, işkencelere ve tutuklamalara yol açtı. Yüzlerce üniversite öğrencisi hakkında soruşturma açıldı, hakkında dava açıldı. Bazıları okullarından uzaklaştırıldı ve eğitim hakları ellerinden alındı. Ama, Kürtçe eğitim ve yayın talebi Kürtlerin demokratik bir talebi, hak ve özgürlüklerinin bir parçası olarak gelişti.
Bir yanda AB’nin isteklerine karşı bazı adımlar atmak zorunda kalan yetkililer bir yandan da uzun yıllardır sürdürdükleri inkarcı politikadan dolayı çelişkili ve zor anlar da yaşadılar.
İş öyle boyutlara vardı ki sırf ismi Kürtçe olduğu gerekçesiyle çocuklar ve aileleri mahkemelere verildiler.
Muhalif olduğunu söyleyen çevrelerin önemli bir kesimi ise bu gelişmelere sanki yalnızca Kürtlerin sorunuymuş gibi sessiz kalarak yalnızca izlediler. Bir iki göstermelik açıklamanın dışında soruna sahip çıkmadılar. Oysa ki bu sorunlar ülkenin tüm emekçilerini ilgilendiren demokrasi sorunlarıydı.
Ulusların ve dillerin tam hak eşitliği savunusunun en önemli köşe taşlarından birini, bu savununun hiçbir biçimde kayıt ve koşula bağlanmaması oluşturmaktadır. Herhangi bir ülkede, bağımlılık ilişkileri içinde tutulan herhangi bir ezilen ulusun emekçilerine ‘Haklarınızı özgürce kullanırsanız, dilinizi ve kültürünüzü serbestçe geliştirmeye çalışırsanız, bölücülük yapmış olursunuz’ denildiğinde bu hak daha baştan reddedilmektedir. Üstelik bu hakkın kullanımının kapitalist sömürünün tasfiyesi ve bunun için yürütülen mücadele koşuluna bağlanması da hakkın bir biçimde reddi olmaktadır da.
Anadilde eğitim ve kültürel hakların kazanımı için sürdürülen mücadelenin kapitalist sömürüyü hedeflemesi, hakkın tam kazanımı ve kullanımı için bir gereklilik olsa bile, bu hakların ve savunusunun böyle bir şarta bağlanmasını gerekli kılmamaktadır.
Kürtler, kapitalist sömürü koşulları bütünüyle tasfiye edilmeden ulusal haklarının bir tür kullanımına sahip olabilirler, bu gerçekleşebilir.
Ancak burada daha da önemli olanı, Kürtlerin bu taleplerine karşın Türk işçi ve emekçilerinin, aydınlarının, yazarlarının ve sanatçılarının tutumudur.
Kürtleri ilgilendiren bütün konular ve talepleri şimdi AB’ne uyum kriterleri çerçevesinde yeniden tartışılıyor. Türkiye’nin AB’ye girmesi için Kürtçe eğitim ve yayın başta olmak üzere çeşitli konularda adım atılması gerekliliği gündeme geliyor. Demokratik hak ve özgürlükler pazarlık unsuru yapılarak tartışma sürdürülüyor.
Oysa ki demokratik hak ve taleplerin, hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin ve kalıcılığının garantisi AB veya başka bir yerden beklenecek vaatlerle gerçekleşmesinin beklenmesi değil bunlar uğruna sürdürülecek mücadelenin boyutlarındadır.
Türk ve Kürt emekçilerin birlikte vereceği demokrasi mücadelesinden başka bir garanti yoktur da.
Türk emekçiler Kürtlerin demokratik hak ve taleplerine sahip çıktıkça eşit, özgür ve gönüllü olarak birarada yaşama anlamında önemli adımlar atılacaktır.
Bu yüzden de Kürt sorununun demokratik, halkçı bir çözüme kavuşabilmesinin en önemli koşullarından biri, Türkiye’nin işçilerinin, emekçilerinin kendi talepleri içersine Kürt sorununu da almaları ve sorunun çözümü doğrultusunda kendi çözümlerini ortaya koymalarıdır.