2000’Lİ YILLARDA DÜNYA VE TÜRKİYE

Almanak 2002Egemenliğin Etiğinden, Etiğin Egemenliğine Doğru (mu?)

“Sınırlar ve uluslar düşüncesi bana saçma geliyor. Bizi kurtaracak tek şey, Dünya yurttaşı olmaktır.”

J.Luis Borges

Geride bıraktığımız 2002 yılında meydana gelen siyasal koşullara ve olaylara göz atmadan önce, dünyanın ve elbette Türkiye’nin yeni bir yüzyılı hangi koşullarda karşıladığına bakmakta yarar var.

2000’li yıllar insanlığa derin ve büyük acılar yaşatmış bir yüzyılın geride kaldığı yıllar oldu.

Sömürgeciliğin tasfiyesi, dünyanın iki kez yaşadığı yeniden paylaşım savaşı, insanoğlunun kendi soyuna karşı kullandığı nükleer silahların yarattığı acılar ve yıkım, soğuk savaş dönemi hep bu yüzyılda, yirminci yüzyılda yaşandı.

1650’li yıllardan başlayarak, kapitalist gelişme sürecinin siyasal ifadesi ve örgütlenmesi anlamına gelen ulus devletler, bu yüzyılda güçlerinin doruğuna vardılar.

 

Kendi içinde demokratikleşmeyen, yarattığı aşırı bürokratik mekanizmalar sonucu bir bakıma özgün bir totalitarizm yaratan, bu nedenlerle de sürdürülemeyen sosyalist sistemin 90’lı yıllarda çökmesi, dünyada tek kutuplu bir yapının, bazılarının imparatorluk dediği ve ABD’nin öncülüğünde gelişen yeni bir sistemin güç kazanmasına yol açtı.

Gezegenimiz özellikle 90’lı yıllardan sonra etkisi hızla artan küreselleşme olgusuyla karşı karşıya kaldı. Küreselleşme ile birlikte halklar ve uluslar şimdiye kadar yaşamadıkları ölçüde çok hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadırlar. Bilgi ve iletişim teknolojisinin baş döndürücü hızla gelişmesine ve üretim süreçlerini derinden etkilemesine dayanan küreselleşme, eşitsizliği, adaletsizliği daha da derinleştirerek dünyanın sorunlarını ağırlaştırıyor. Yeryüzünün egemenleri tarihin hiçbir döneminde bu denli güçlü ve bu denli az olmamışlardı.

ABD’nin ve küresel ulus aşırı şirketlerin dünyaya egemen kılmak istedikleri yeni düzene karşı, küresel sosyalleşme yanlılarının bütün dünyada başlattıkları gösteri ve dayanışma eylemleri Seatle’den Prag’a, Prag’dan Porto Allegre’ye kadar 2002 yılında sürüp giderken; Türkiye’de kuşkusuz modern dünya ile ilişkilerini yeniden düşünüp planlayacağı, iç ve dış sorunlarına, dünyanın yeni gelişen koşullarına ve dengelerine göre çözüm stratejilerini tartıştığı farklı bir döneme girdi.

Türkiye kelimenin tam anlamıyla bir yol ayırımındaydı. Bir kırılma yaşanıyordu ve bu kırılma devletin asker, sivil bürokrasisinde ve siyasal yaşamın temel aktörü siyasal partilerde de doğal olarak farklı algılanıyor ve değişim sürecinin devlet kontrolünde, sivil güçleri ve Kürt demokratik hareketini dışarıda bırakan bir anlayışla sürdürülmesi arzusu ağır basıyordu. Zamanın ünlü valisinin, “Komünizm bu memlekete lazımsa, onu da biz getiririz” anlayışına uygun biçimde, işte 2000’li yıllarda da bu memlekete demokrasi lazımsa onu da devlet getirecekti ve demokrasiye geçilecek diye devletin “hassasiyetlerini” düşünmemek asla ve katiyen olmazdı!

Oysa 2002 yılında da Türkiye’de demokrasiden ve barıştan, ekonomik refah ve adil paylaşımdan yana olan herkesin gördüğü ve bildiği gibi; farklı kültürlerin ve inançların siyasal ve toplumsal yaşamda kendilerini ifade etme haklarını kullanmak ve bu haklar için mücadele ettikleri bir dünyada yaşıyorduk ve bu anlamda günümüzün insanı salt ulus-devletin insanı ya da yurttaşı değil, kendi kültürünün ve yurttaşlık haklarının bilincinde, küresel bilgi dünyasının insanıydı.

Türkiye denebilir ki, derin devlet geleneği ve yine devletin her bakımdan belirlediği siyasal kültürü ile bu tartışmaları gerektiği kadar sağlıklı yürütemedi. Başta Kürt sorunu olmak üzere Kıbrıs sorun, AB ile ilişkiler ve Ortadoğu’da son gelişmelere bağlı olarak Türkiye’nin oynayabileceği role ilişkin sorunlar ve yeni dönemle ilgili tartışmalar, resmi devlet ideolojisinin ve geleneğinin sınırları içinde kaldı.

Maalesef Türkiye kendi tarihiyle bir yüzleşmeyi ve sorgulamayı göze alamadı. Ya da almak istemedi. 2002 yılında da siyasal gündemi belirlemede ordunun ve onun biricik örgütü MKG’nın “sürekli darbe” mantığı ve iç-dış düşman stratejisi ya da paranoyası ile şekillendirilen aktivitesi belirleyici oldu. Bir kez daha görüldü ki ordu, biri post-modern olmak üzere 4 askeri darbe ile OYAK aracılığıyla oynadığı ve artık ta New Yorklarda hissedilen finansal ve mali ağırlığıyla, gücünü 1982 Anayasası’ndan alan MKG’sıyla; ülkenin bütün sorunlarında ve geleceğinde belirleyici ama kendi konumuna ve geleneğine de uygun bir rol oynamaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde hemen her konuda görüşü olan ve kamuoyu, siyasal gündem oluşturan ve belirleyebilen bir başka ordu yoktur. Bu “Olağanüstü Devlet” biçiminin daha uzun bir süre devam edeceğine de kuşku duymamak gerekir.

2002 yılı ekonomik krizin toplumsal yoksullaştırmayı artırdığı, banka iflasları ve devlet bürokrasisi mafya-siyasetçi işbirliğine dayalı muazzam ölçekli yolsuzlukların peş peşe yaşandığı bir yıl oldu. 130 milyar dolara varan dış borç kıskacında yaşayan Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankasın’dan kullandığı krediler devletin sosyal gücünü ve üretim süreçlerini yeniden harekete geçirmek için değil, batık bankerleri kurtarmada kullanıldı.

Kredi olarak verdikleri paranın geri dönmemesi yani bir moratoryum ve konsülidasyon konusunda kuşkuya kapılan hükümette yer alan DSP ile MHP gibi aşırı ulusalcı partilere hükümetin kurulduğu günden beri sorunlar yaşayan uluslararası finans çevreleri her ne kadar işleri düzeltmek için Kemal Derviş’i Türkiye’ye yolladılarsa da, kısa süre sonra onunda başarısızlığına tanık oldular ve o tarihten itibaren de genel toplumsal hoşnutsuzluğun ve kahredici yoksulluğun geniş halk kesimlerini etkilediği bir süreçte Türkiye, Ecevit’in de hasta hali bahane edilerek erken seçim sürecine girmiş oldu.

Hükümeti oluşturan üç partinin de ülke barajını aşamayacağı ve bu kez merkez partilerin değil, çevreyi temsil eden partilerin önde olduğu kamuoyu yoklamalarında görülüyordu.

AK Parti bu kriz koşullarında önemli bir siyasal desteğe kavuştu. Sosyalist solun ve sosyal demokrat hareketin çeşitli gruplarının halk muhalefetini ve desteğini almak çabası bir yana deyim yerindeyse, ağacın gölgesinde dinlenmeye devam etmesi, AK Parti’yi iktidar alternatifi bir parti haline getirdi. Değiştiğini söylüyordu AK Parti ve siyasal İslam’ın, üçüncü dünyacı cumhuriyet yanlılarının hiç de hoş görmediği kimi paradigmalarını hızla terk ediyordu. Sistemle barışık, dünya ile modern ilişkiler geliştirebilecek bir parti imajı yaratmak için, Tayyip Erdoğan ABD’de ve Avrupa başkentlerinde katıldığı toplantılardan sonra AK Parti'nin salt ulusal değil, artık küresel bir parti olduğunu ilan ediyordu.

İsmail Cem, Kemal Derviş ve Hüsamettin Özkan’ın DSP’yi bölüp alelacele kurdukları Yeni Türkiye Partisi kısa bir süre de olsa AKP’ye karşı durabilecek bir yeni parti gibi görüldüyse de, Kemal Derviş’in safları terk edip CHP’ye katılmasıyla bir anda gündemden düştü ve yalnızlaştı.

Bu arada Cem Uzan’ın liderliğini yaptığı Genç Parti büyük paralar harcayarak şovenizmi, yabancı düşmanlığını ve kaba bir milliyetçilik argümanını kullanarak; içine düştükleri yoksulluk sonucu sosyal tecrit yaşayan kesimlere yönelik bir seçim politikası yapıyor ve Uzan, kurduğu personel partisinin siyasetini şekillendirirken, genel bir Türklük narsizmini benimsemekte, uluslararası sermaye ile bunca ilişkisi ve ortaklığı olan bir iş adamı olarak herhangi bir sakınca görmüyordu.

CHP seçimlere giderken örgütsüz bir sosyal demokrat kesimi parti saflarına çekmek ve onların desteğini almak konusunda hiçbir şey yapmadı. Ta işin başından, Baykal’ın Genel Başkan olduğu kongreden başlayarak hem Kürt demokratik muhalefetiyle, dolayısıyla HADEP ile ve sol, sosyalist çevrelerle partinin arasına bir duvar örmekte herhangi bir sakınca görmedi. Seçim stratejisini Edipali’yi ve Anadolu sosyalizmini keşfedip merkez güçlerden destek almaya ve bu malum çevrelere mesaj üzerine oturttu. Siyasal İslam’ın cumhuriyetin temel değerlerine yönelik tutum içinde olduğunu, aslında değişmediğini söyleyip durdu, Avrupa Birliği’ni ya hiç doğru dürüst ağzına almadı, ya da aldığı zamanlarda Türkiye’nin Milli Güvenlik Kurulu’nun ilan ettiği hassasiyetlerden dem vurdu. Kıbrıs’ta açıkça statükocu güçleri ve Denktaş’ı savundu. Aşiret oylarını almak için ta Mardin’lere şuraya buraya gittiğini unutup, HADEP’i etnik politika yapmakla suçladı. Ve doğrusu çağdaş demokratik değerler ve programlar üzerinden değil, Türkiye’de Kemalizmin kontrollü modernleşme anlayışının bir sonucu olarak, korunması daha yararlı görünen aşiret gerçekliği üzerinden Kürtlerle siyasal ilişki kurma arzusu içinde olan bir politikacı olarak Kürtlere hiç de inandırıcı gelmedi.

Gelelim o tarihte çok tartışılan ve bu yıl da Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan, HADEP’e, HADEP’in izlediği politikaya ve giderek Kürt sorunuyla ilgili seçim sathı mahalinde yapılan tartışmalara.

Doğrusu HADEP, 2002 yılında seçimlere gidilirken, Türkiye’nin en çok tartışılan, yorumlanan partilerinden biri oldu.

HADEP’in siyaset sosyolojisi açısından bir meşruiyet sorunu yoktu. Ama buna rağmen siyasal hayatımızı belirleyen derin güçler, partiyi sistem dışı görmeye devam ettiler, Ecevit durup dururken AKP ile birlikte HADEP’i de sistem düşmanı olarak ilan etti. HADEP, “Ben Türkiye partisiyim, Türkiye’nin bütün sorunlarına siyasal çözüm önerilerim, programlarım var ama Kürt sorununu demokratik çözümünden de yanayım” dedikçe, Ecevit ve onun gibi düşünenler, hem HADEP’i hem de ona inanan yüz binlerce insanı dışlamayı sürdürdüler. HADEP için bir çift iyi laf eden politikacılar, yazarlar derin uyarılarla karşılaştılar.

3 Kasım seçimlerine giderken parti ile ilgili yapılan yorumlar genel olarak oy ve baraj tartışmalarına endeksliydi. Oysa seçimlerde parlamentoda temsil edilmesini sağlayacak bir oy alması ve bu oylarla siyasal süreçte etkin olmasının önemi yadsınmadan, HADEP’in Kürt sorununun demokratik çözümünde sahip olduğu tarihsel rolü hiçbir partinin yerine getiremeyeceğinin görünmesi de bir o kadar önem taşıyordu.

Devletin derin güçlerinin bütün çabası HADEP’e kapıları kapatmak ve onu tecrit etmekti. Daha seçim süreci başlamadan demokrasi ortak paydasında bir araya gelebilecek bütün kesimlerin birliğini savunan HADEP, bu politikasına hayatiyet kazandırmak için yoğun bir çaba gösterdi. Çalabildiği bütün kapıları çaldı. Geniş kesimlerin toplumsal ve siyasal taleplerinin vücut bulacağı bir ittifak anlayışını savundu ve seçimlere emeğin, barışın ve demokrasi güçlerinin oluşturacağı bir blokla girilmesini arzu etti. Bu konuda EMEP, SHP, ÖDP ve SDP ile yapılan ilk görüşmeler, önceleri umut verir gibi oldu. Kimse ittifaka ve seçimlere blokla girilmesine karşı görülmüyordu, ama ilerleyen zamanlarda görüşmeler tıkandı ve SHP ile ÖDP bloğun dışında kaldı.

Tarihi bir fırsat kaçırıldı diyebiliriz. Blok SDP, HADEP, DEHAP ve EMEP’den oluştu. Karayalçın basında derin devlet müdahaleleri olarak yansıyan kimi haberleri değerlendirirken şöyle diyordu:

“Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir. Türkiye anayasası, kuralları, kurumları olan bir ülkedir. Sıfatı, rütbesi ne olursa olsun hiç kimse Türkiye Cumhuriyeti bekasını benden fazla düşünemez. Asıl bölücülük Kürt kökenli yurttaşlarımızın oy verdiği bir partiyi genel ifadelerle suçlamaktır.”

Bu makalede belki tartışmayacağımız nedenleri ne olursa olsun, barış ve demokrasi güçlerinin seçimlere girerken böyle bir bölünme yaşaması kimseye kazandırmamış, 3 Kasım sonuçlarının da ortaya koyduğu gibi herkes en azından parlamentoda temsil olamama anlamında kaybetmiştir. Solun kendi arasında var olduğunu bildiğimiz kavgalarının ittifak görüşmelerinde oynadığı rol bir yana, aslında asıl sorunun son 25 yılda farklı bir siyasal kültür geliştirmiş olan değişik sol grupların ve hareketlerin, Kürt demokratik muhalefetini anlamamış olmaları, önemli bir faktör olmuştur.

Peki, eğer SHP ve ÖDP bu blokta yer alsaydı, barajı aşmak mümkün olabilecek miydi? Bu elbette ki bilinmez, ama bu konuda Tarhan Erdem’in, Hasan Cemal’e aktardığı değerlendirme önem taşıyor. “Tarhan Erdem’in ilginç bir değerlendirmesi var. HADEP, SHP ve ÖDP arasında bir seçim ittifakı yapılsa, bu ittifak mesajları ve kadroları ile iyi yönetilse, %10 barajını geçebilir diye düşünüyor. CHP’yi tutmayan solun oyları, CHP küskünleri, daha önemlisi büyük şehir varoşlarında HADEP’e versem boşa gider diyen Kürt oyları böyle bir ittifak halinde %10 barajını tutturabilir görüşünde.”

Barajın aşılıp mecliste temsil edilmek elbette son derece önemliydi. Ama belki daha da önemli olabilecek şey, her iki halkın son 25 yılda bozuk giden siyasal ilişkilerinde bir iyileşme yaratılması, ihtiyaç duyduğumuz toplumsal barışa daha geniş sosyal kapılar açılması ve giderek Türk-Kürt siyasal birlikteliğinde yeni bir pedagojik dönemin ve siyasal kültürün güçlenecek olmasıydı.

Uzun yıllar süren çatışmanın ve geçip giden zamanın, halklarımızın geçmişte çok iyi bildiği trajediyi büyüttüğünü bugün daha iyi anlamakta ve görmekteyiz. Ortadoğu’nun ve dünyanın sürekli değişim halinde olduğu ve otoriter yönetimlerin artık bölgede ayakta kalamadığı yeni siyasal konseptlerin bu değişim koşullarına göre şekillendiği bir siyasal süreçte, 2002’deki deneyi yaşamış siyasetçiler olarak bugün daha iyi bilmekte ve anlamaktayız ki, ulusal kaygılar ve başka nedenlerle atmaktan çekindiğimiz birlik adımları, yarın çözüm için yetersiz hale gelebilir. Bu bakımdan her iki halkın politikacılarının görev ve sorumlulukları gerçekten de tarihi önemdedir ve bu rol her türlü tartışmadan uzaktır.

2002’de kimi paranoyalar ve asker-sivil bürokrasisinin büyüttüğü korkular gündeme damgasını vurdu. Kürt sorunu karşısında düşünmek isteyen birçok insan, siyasal parti, sivil toplum önderi ve kuruluşu yüzünü önce MGK’ya ve sonra da SAREM’e döndü. Bu konuda ayarlar genellikle bu merkezlerden verildi. Ve kuşkusuz 2002’de üretilen paranoyalara yenileri eklendi.

Aman ha, Kürtler siyasallaşıyor!

Kürt siyasallaşmasından kastedilen, elbette cumhuriyetin yurttaşları tarafından kullanılan hakların Kürtler tarafından kullanılması değildi. Herhangi bir yurttaş bu hakları ne kadar iyi kullanmışsa ve ne kadar kullanabiliyorsa, Kürtler de cumhuriyet tarihi boyunca devletleştirilmiş yurttaşlar olarak kullanma hakkına sahip olmuşlardır demek yanlış olmaz.

Ne var ki, 80’li yıllarla birlikte bu siyasal hakların, Kürtler tarafından kültürel kimlik, ana dilini kamusal alanda ve özel yaşamda kullanılması ve benzeri haklar olarak algılanıp, önceki dönemlerle kıyaslandığında daha örgütlü ve bilinçli hak kullanma taleplerinin büyük mağduriyetlerle karşılaşılmış olsa da yaygınlaştığını hatırlamak gerekir. (Kürtlerin kurduğu siyasal partilerin HEP, DEP, ÖZDEP; HADEP’in peş peşe kapatılması, bu partilerin üye ve taraftarlarının öldürülmesi önderlerinin suikastlere uğraması, seçilmiş milletvekillerinin AİHM’in son bozma kararlarına rağmen halen Ulucanlar’da hapis yatması, dönemle ilgili son derece önemli verilerdir.)

Tabi ki söz konusu çevreler, aslında Kürt siyasallaşmasından söz ederken, PKK-KADEK’e işaret etmektedirler. Bu anlamda belki KADEK’in önümüzdeki süreçte siyasal ve hukuksal statüsünün ne olacağı yönündeki kimi beklentiler ve meraklar; Kürt sorununu sadece Kürtlerin yaşadığı ülkelerin – Türkiye, Suriye, Irak ve İran- sorunu olmakla kalmayıp ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra çok daha belirgin ve anlaşılabilir nedenlerle bir küresel sorun haline gelmiş olması sebebiyle devam edip duracaktır.

Bu konudaki tartışmaların süregelen tabular ve yasaklar yüzünden çok da sağlıklı gelişebileceğini söylemek olanağı yoktur. Bu konuların gün ışığına çıkması için yapılan bilimsel saha araştırmaları bulunmamaktadır ve mesela kimse bölge halkının bu konuda ne düşündüğünü sorma gereği duymamaktadır. Kürt halkı için, 15 yıl süren silahlı çatışma boyunca, çatışmanın tarafı olmuş bir PKK-KADEK dün ne anlama geliyordu, değişen bu siyasal koşullarda yine aynı örgüt için halk ne düşünmektedir, merak edilmesi gereken bir çok sorunun anahtarı buradadır diye düşünüyorum. Böyle aydınlatıcı bir saha araştırması bugün yok ama bu konuda bir ilk olduğunu düşündüğüm Prof. Naci Bostancı’nın 1995’de yaptığı ama yayınlanmamış araştırmasının yararlı olabileceğini düşünüyorum.

Bir saha araştırmasına göre, “Kürt nüfusun %48.6’sı belli bir ihtiyat payıyla PKK’yı olumlarken, %51.4’ü olumsuzlamaktadır. Açıkça sempati ve destek bildirenlerin oranı %18.6’dır.” (M. Naci Bostancı, Bir Kollektif Bilinç Olarak Milliyetçilik, Sayfa 113, Doğan Kitap, 1999)

2000’li yıllarda Türk-Kürt ilişkilerinde, sorunun bir asayiş sorunu olarak algılandığı 80 yıllık çatışmalı ve inkara dayalı tarihin artık sonuna gelmiş bulunuyoruz. Evet, bize ait bu özgün tarihin sonuna geldik ve asker sivil bürokrasinin sorunu cumhuriyet tarihi boyunca “yabancı kışkırtması, aşiret direnci, bölgesel gelişmişlik farkı” olarak algılayan resmi söylemi şimdi de bilinç altında ki korkuları hep canlı tutma çabası içinde “Kürtler siyasallaşıyor” , “eğitim talebi bir ulus-devlet kurma hazırlığıdır” söylemine dönüşüyor.

Peki bu söylemin bir haklılığı var mı?

Gerçekten Kürtler bir ulus devlet istiyorlar mı? Ya da asker-sivil bürokrasinin ve Kürt sorununda şiddet yanlısı güçlerin iddia ettiği gibi, yayın ve eğitim hakkı demokrasi adına talep edilen bir aldatmaca ve “gerçek niyeti “ gizlemek midir?

Bir başka ifade ile söylemek gerekirse Kürt sorunu bugünün koşullarında, bir ulus devlet olma hakkının ihlal edilmesi ve ihlal edilmiş bu hakkın savunulması olarak algılanabilir mi?

Bizim inancımız odur ki, sorun bugünün koşullarında bir ulus-devlet sorunu değil, her şeyden önce evrensel değerlerle tanımlanabilen bir demokrasi ve hukuk anlayışı karşısında derin bir bunalımı, paradoksal olarak sırf ulus devlette ısrar ve kendi ulusal egemenliğini paylaşmaktan kaçış nedeniyle yaşayan Türkiye modernleşmesinin bir sorunudur.

De-Nationalist ulus devlet süreçlerine dayanmak, bu süreçleri yeniden kurmak şöyle dursun, Kürt demokratik muhalefetinin önümüzdeki siyasal sürece ilişkin programını belirleyecek temel paradigma, ulus-devlet paradigması değil, demokratik bir cumhuriyet, anayasal yurttaşlık ve çok kültürlü toplum modeli gibi modern siyasetin yeni kavram ve paradigmaları olacaktır.

Kürt sorunu Türkiye modernleşmesinin uzak ve yakın tarihi açısından önemini, özgünlüğünü bugün de koruyor ve 2002 yılında olduğu gibi bugün de ülkemizin özgürlük ve demokrasi sorunu olmaya devam ediyor.

Kuzey Irak’ta oluşan yeni siyasal statüden ve bu statünün aktörü ve sahibi sınır ötesi Kürt’ten korkmak yerine, kendi Kürdümüzle barışıp ona demokrasiyi ve refahı vermenin yollarını düşünmeliyiz. Sorunun çözümünde ortaya çıkan yeni stratejik koşullar ve değişimler, çözümü aslında oldukça kolaylaştırmaktadır. Türkiye modernleşmesinin ve Kürt demokratik hareketinin birlikte sunduğu tarihsel ve toplumsal olanakları; siyasal bir programa dönüştürebilme ve halka mal etme becerisi de, konuyla ilgili siyasal aktörlerin yeterliliklerine ve geniş ufuklu olabilmelerine kalmış bir iştir, ama çözüm için de mutlaka olması gereken bir iştir.

2002 yılında yapılan 3 Kasım seçimlerinde demokrasi güçlerinin önlerine koydukları temel talepler bugün de geçerliliğini koruyor.

Yetmişli yıllarda iki binli yıllara kadar süren iç çatışma gerekçesiyle bu ülke, kendi özgürleşme tarihi boyunca yarattığı bütün demokratik ve özgürlükçü anayasaları rafa kaldırdı.

Askeri darbe koşullarında hazırlanan 1982 Anayasa’sı bugün de demokrasinin önünde en büyük engeldir. Bu anayasaya girdiğimiz herhangi bir kitapçıdan rahatlıkla alabileceğimiz bir anayasa ama bizi yönetenler sadece bu legal anayasayla yetinmiyorlar, Sayın Yücel Sayman’ın sözünü ettiği gizli bir anayasamız daha var: Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmenliği. Bu kimselerin bilmediği ikinci bir anayasadır ve yönetim biçimidir. Söz konusu yönetmelik bütün köylere kadar örgütlenmeyi gerektiriyor. Kriz yönetmenliğinin merkezi Genel Kurmay’da ve MGK Sekreterliğindedir.

2002 yılında Avrupa Birliğine Uyum Yasalarının parlamentoda hiç de beklenmeyen biçimde, hızla yasallaşması ve idamın kaldırılması, Kürt dilinin kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılması, kuşkusuz demokrasimiz açısından ileri bir adım olmuştur. Ama bu yasalara rağmen 2002 yılı ana dilini kullanma taleplerine yönelik okullarda ve üniversitelerde başlayan başvuruların, tutuklanmalarla ve okuldan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandığı bir yıl olmuştur. Yüzlerce öğrenci okuma hakkını kaybetmiştir. TV’lerde gösterilen Berivan dizisini seyredip kızına Berivan adını koyduğu için yargılanan aileler olmuştur.

İnsan hakları alanında geçmiş yıllardaki gibi olmasa da ağır ihlaller 2002 yılında da sürüp gitmiştir. 2002 yılının bilançosu doğrusunu söylemek gerekirse demokratikleşmeye karar vermiş bir ülkenin bilançosu değil, totaliter ya da diktatoryal rejimlerin bilançosu olmaya layıktır.

Faili meçhul cinayet sayısı; 75 kişi

Kara mayınlarında hayatlarını kaybedenlerin sayısı; 35 kişi

Kara mayınlarında yaralananların sayısı; 72 kişi

Gözaltında ölüm; 5 kişi

Gözaltına alınan insan sayısı; 31.600 kişi

Ölüm orucunda hayatını kaybeden; 21 kişi

İşkence ve kötü muamele vakası; 876 kişi

Cezaevlerinde kötü muamele sonucu ölüm vakası; 9 kişi

Demokrasiyi konuşacak ve tartışacaksak, toplumsal barışın önündeki engelleri de görmemiz gerekiyor. Koşulsuz ve ayrımsız bir genel af elbette Kürt sorununu çözmeyecektir, ama çözüm yolunda önemli bir adım olacaktır. Karşılıklı hoşgörü ve güveni besleyecektir. Pişmanlık yasalarıyla böyle bir güvene ve hoşgörüye dayalı barış içinde bir arada yaşama kültürünü güçlendirecek diyalogları başlatmanın şansı yoktur. Pişman olmuş Kürt, pişman olmuş Türk’tür demek lazım. Dağlarda 20 yıldır yaşayan insanlara bilgi vermeleri koşuluyla Pişmanlık Yasası, değilse 25 yıl hapis cezası önermek hangi sorunu çözer ya da toplumsal barışa katkı sunar?

2002 yılı Avrupa Birliği süreci bakımından da son derece önemli bir yıl olmuştur. 2004 yılında birliğe katılacak yeni ülkelerle birlikte Halkların Siyasal Birlik Projesi olarak tanımlanan Avrupa Birliği, 25 üyeli bir topluluk haline gelecektir. Kuşkusuz Türkiye’nin !963 Ankara Antlaşmasıyla ilişki kurduğu AET ile 1992’de imzalanan Maastricht anlaşmasından sonra siyasal bir birliği ifade eden Avrupa Birliği, çok farklı yapılardır. Maastricht’ten sonra söz konusu olan bağlayıcı bir hukuk, ortak savunma, ortak para birimi gibi değerlerle ifade edilen siyasal ve ekonomik bir süreçtir.

Bilmemiz gerekiyor ki, bu sürecin sonunda varlığını koruyacak olan ulus devlet, hiçbir şekilde eski ulus devlet olmayacak, yeni dünya koşullarının belirlediği gerçekliklerin ışığında, yeni yönetim anlayışının ve sisteminin aktörlerinden biri olacaktır. Türkiye Avrupa Birliği üyelik sürecinde ulusal egemenliğini Avrupa Birliğinin kurucu antlaşmaları çerçevesinde birlik üyeleriyle paylaşmaya hazır olmalıdır.

Kürt demokratik muhalefeti AB projesinin toplumsallaştırılması tartışmalarının yürütüldüğü 2002 yılından şimdiye kadar geçen süreçte, bu toplumsallaşmanın temel aktörlerinden biri olduğunu her fırsatta dile getirmiş ve Avrupa Birliği’ni demokratikleşme yolunda önemli bir tarihsel aşama olarak görmüştür.

Bu makalenin irdelemek ve ortaya koymak istediği görüşlerin ışığında sonuç olarak şunu söylemek mümkün olabilmektedir:

2002 yılından ve önceki yıllardan devraldığımız siyasal koşullar, demokratikleşme ve değişim sorunları bugün de devam etmektedir ve üstelik çok da büyük farklılık arz etmektedir.

Her şeyden önce yeni bir siyasal kültüre ihtiyacımız var ve sayın İlhan Tekeli’nin yeni bir siyaset kültürü için belirlediği şu yedi temel ilkeyi gönül rahatlığıyla düşünebilir ve kabullenebiliriz diye düşünüyorum.

1-Kutsala dayanarak siyaset yapmamak

2-Sahici üzerinden samimi bir siyaset yapmak

3-Kayırmacılığı demokrasinin en büyük düşmanı saymak

4-Geçmiş üzerinden değil, geleceğe dönük olarak siyaset yapmak

5-Desantralize yerel düşünce ve proje üretme şansı veren biçimde siyaset yapmak

6-Yenilikçi ve karşılıklı öğrenmeye dayalı siyaset yapmak

7-Günümüzde siyasetin çatışmacı ya da oydaşmacı süreçlere indirgenmeyeceğinin  bilincinde olmak

Kısacası demokrasiyi içselleştirmek ve benimsemek. Yani egemenliğin etiğinden, etiğin egemenliğine geçmek.

Demokrasinin içselleştiği bir Türkiye’de ise Kürtlerin siyasallaşmasından korkmayalım.

Varsın Kürtler siyasallaşsın,

Tarihsel olarak ve yine tarihsel nedenlerle belki bir yüz yıl geç kalmış bu meşru ve medeni siyasallaşmadan ürkmeye gerek yok. Yeter ki modern dünyanın bilgisine ve demokrasi kültürüne ulaşabilmiş ve kendini yönetmeye kararlı bir halkı artık Hemingway’in balığı gibi görmek alışkanlığından vazgeçmiş olalım.

Hatırlamada yarar var.

Hemingway’in balığı kıyıya çekilinceye kadar bir parçası koparılıyordu

Ek bilgiler

  • Yazar: Orhan Miroğlu
  • Yıl: 2002
  • Kurum: DEHAP Genel Merkez Yöneticisi
Ara...