Toplumsal Belleğimize kolektif bir katkı...
Kadınlığa dair bilincimiz 1960-1970’li yıllarda sosyalist hareket içinde biçimlenmişti. O zamanlar, kadınların kapitalizm koşullarında işgücü açığının doğduğu dönemlerde istihdam alanına çekilen; kriz koşullarında ise ilk önce kapı dışarı edilen, bir çeşit “yedek sanayi ordusu” görevini gördüğü, bizler için bir kaziye idi.
Durum, gerçekten de 1980’lerin neoliberal doktrinleri yürürlükteki Keynesyen politikaları alaşağı edene, sınaî üretim (ya da popüler deyişle “paslı kuşak”) Güney ülkelerine aktarılana, Kuzey’de “sanayi-sonrası/post-endüstriyel” olarak da adlandırılan, finans, hizmet, iletişim, bilişim vb. sektörlerin ağırlık kazanmasına... dek böyleydi. Klasik sınaî toplumlarında, kadınlar kapitalist üretimin göreli sorunsuz işlediği büyüme dönemlerinde yığınlar hâlinde üretime katılır, istihdamın daraldığı kriz dönemlerinde ise evlerine geri gönderilirlerdi...
O güne dek kadınların çalışmasının önünde en büyük engel cinsiyetçi işbölümüydü. Yani “yeniden üretim”in, yani işgücünün ertesi güne hazırlanması ve geleceğin emekçi kuşaklarının yetiştirilmesi için gereken faaliyetlerin çoğunlukla “domestik alan” denilen hane içine, büyük ölçüde kadınların sırtına yüklenmesi...
Yani kadınlar, kapitalist üretim tarzı tarafından yığınsal olarak üretime çekilseler de, sosyalizasyonları nedeniyle yeniden-üretimi ya da daha popüler deyişle ev işlerini esas görevleri olarak görmekteydiler. Bu, hiç kuşkusuz ki patronlara önemli avantajlar sağlayan bir kültürel biçimlenişti; böylesi bir öz-algı, kadınların talepkârlık düzeyini düşük tutmaktaydı. Eğer esas görevim kocam ve çocuklarım ile ilgilenmek ise, ücretli iş, aile bütçesine katkıda bulunmak üzere katılacağım, bana “dışsal” bir alandır. Ben, çalıştığım işte “geçici”yimdir; öyle olduğu sürece de, daha yüksek ücret, daha kısa çalışma süresi, daha iyi çalışma koşulları, kıdem tazminatı, emeklilik hakkı vb. talepler benim için hayatî değildir. Çünkü önceliğim, bir an önce durumumu(zu) biraz düzeltip “evimin kadını” olabilmektir...
Güncelden tarihsele işçi sınıfını konuşmaya başlamadan önce, Horace Mann’ın, “İnsanlar, dünyada çabuk yükselen şeylere değer verirler. Ama hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselemez,” uyarısının altını çizmem gerek.
“Neden” mi?
André Gorz’un 1980’lerdeki “Elveda proletarya” söylenceleriyle zuhur eden “sınıftan kaçış”ın kapısını aralayan zırvalara -asla- prim vermediğimi bir kez daha hatırlatmak için.
Eğer bu zırvalara hâlâ prim veren(ler) varsa, beni dinlemeseler de olur. Çünkü V. İ. Lenin “Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği? Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği? Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için kurtuluş? Bu soruları ortaya atmaksızın, bunları ön plana çıkarmaksızın, bunların sessizce geçiştirilmesine, gizlenmesine, örtbas edilmesine karşı savaşmaksızın politikadan ve demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve sosyalizmden söz eden kimse, emekçilerin en acımasız düşmanıdır,” uyarısına büyük değer verenlerden birisi olarak, ben de onları kaale almıyorum.
Hadi söze “sınıf” ile “işçi sınıfı” gerçeğiyle başlayalım.
Anadolu’nun her yerinde, hemen hemen tüm derelerde, son bir kaç yıl içinde, 49 yıllığına binlerce şirkete, suyun kullanım hakkı; Hidroelektrik Santral (HES) yapılmak üzere devredilmiştir. “su kullanım hakkı anlaşmaları” ile şirketlere devredilen (satılan) sadece suyun değil; suyun yeryüzünde yolculuk yaptığı bölgenin (su havzasının) de kullanım hakkıdır. Doğanın hakkı olan, tüm canlılara yaşam sağlayan su; havzası ile birlikte şirketlerin kullanımına ve sermaye birikimine “bütünleşik” olarak sokulmaktadır. Enerji üretim lisansları ile su kullanım hakkı sözleşmeleri ile sadece su metalaştırılmamakta su havzaları da sermaye birikimine sokulmaya çalışılmaktadır.
Kapitalistler, kullanım hakkına sahip olacakları suyu, enerjiyi, havzalarda yaşayan ya da üretecekleri biyolojik tür ve çeşitleri belirledikleri pazarlarda satarak sermaye birikimlerini arttırmayı hedeşemektedirler. Son yıllarda yaşamın ve yaşam alanlarının sermaye birikimine sokulması şirketlerin kendi krizlerinden çıkışları için buldukları yeni yöntemleridir.
Aslında yapılmak istenen Dünyanın pekçok yerinde doğanın üstünde yaşanan saldırılardan farklı değildir. J. B. Foster (1999) 80’lerin ortalarında yaşanan doğadaki yıkımlardan yola çıkarak saldırının küresel boyutunu işaret ediyordu. E. Galeano (1988) ise Latin Amerika’da yaşanmakta olanların sadece doğanın yıkımı olmadığını beraberinde proleterleşmeyi nasıl yarattığını, saldırı ortaklarını yabancı patronlarla komisyoncu burjuvazi olarak açıklarken yaşananların nasıl da Malthus’çu bir yaklaşımla nufusun hatta yoksul nufusun artışına bağlandığını Latin Amerikada yaşanan örneklerle vermektedir. O yıllarda Latin Amerika’da, kapitalizmin yaklaşan krizinin faturasının insanlara kesildiğini ve krizden çıkış için sanayileşmenin ve doğal varlıkların ticarileştirilmesinin hızının nasıl arttığını okurken bugün Anadolu’da yaşananlarla örtüşmesi zamanı ortadan kaldırırken kapitalizmi ve krizlerinden çıkışlarında doğanın ve sınıfın üzerinde yarattığı baskı ve kriz açığa çıkmaktadır.
İnsanlık ortaya çıkmasından bu yana, her zaman doğayı etkiledi, değiştirdi. 20. yüzyılın ikinci yarısında doğaya egemen olan insanlığın, kendisinin de bir parçası olduğu doğayı yok etmekte olduğunun farkına varılmaya başlandı. Böylece, daha önce basit bir kirlenme sorunu olarak görülen çevre sorunu, giderek artan bir ölçüde etik ve politik bir soruna dönüştü.
Avrupa ve Asya kıtalarını ayıran Boğaz'dan karşıdan karşıya kolayca geçebilme Şkri yüzyıllar boyunca çekiciliğini korudu. Bazı kaynaklara göre bilinen en eski Boğaz geçişi M.Ö. 511 yılında gerçekleştirildi. İskit seferine çıkan Pers Kralı Darius'un 700 bin kişilik ordusu, gemilerin yan yana getirilmesiyle oluşturulan yüzer köprü ile Trakya'ya geçti.
Mühendisler, Boğaz'ın bir köprüyle geçilmesi konusunda zaman zaman değişik projeler üretse de bunlar tasarı halinde kaldı. Örnek olarak 1940 yılında Nuri Demirağ'ın girişimiyle Türk mühendisler ve Amerikalı uzmanlar tarafından boğaz köprüsü projelendirilmiş ve bu işe talip olunmuştur ama o zamanki iktidar tarafından "boğaza köprü olmaz, yıkılır" diye bu teklif reddedilmiştir.
Makalede, “İnsan Hakkı” ve “Hak İhlalleri” kavram ve olguları, ekonomik açıdan ve kapitalist sistemin dinamikleri bağlamında ele alınarak, zamanla sistemin ilerleyişi doğrultusunda değişim ve farklılaşma görüntüleriyle irdelenecektir. Bu nedenle, tarihsel sınırlarıyla, kapitalizmin kategorik olarak netleştiği dönemden gerilere gidilmeyecek; teorik sınırlarıyla ise, Marksizm tartışmalarına kayılmayacaktır. “İnsan Hakkı” ve “Hak İhlalleri” konuları tartışılırken, Kapital’in alt başlığında da ifade edildiği üzere, “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” ölçütünün odağa koyulmamasının ciddi bir eksikliği oluşturduğu bilinciyle böyle bir denemeye girişmenin amacı, kapitalizmin aldatıcı yüzünün sergilenmesidir.
17. yüzyılın sonlarından 18. yüzyılın ortalarına kadar uzanan sürede John Locke etkisi altında “doğal hukuk” görüşünden kaynaklanan insan hakları yaklaşımı, toplum içinde bireyi diğer bireylere ve devlet aygıtına karşı koruma mantığı içinde gelişmiştir. Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde, kısmen J. J. Rousseau’nun da etkisi altında gelişen bilim ve inançlar karışımı bir doku üzerinde (Russell, 1961; 693) şekillenen “İnsan Hakkı” olgusu zaman içinde tedricen ferdiyetçi görüş üzerine oturtulmuştur. 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, emredici hukuki değeri olmayıp daha çok siyasî değeri haiz, otuz maddelik bir metin halinde oluşturulan insan hakları konusu uluslararası alanda yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ana başlığı altında otuz madde içinde kapsanan insan hakları üç alt başlık altında toplanmaktadır. Alt başlıklar şöyledir: “Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar” başlığı altında birinci kuşak haklar; “Sosyal, İktisadi ve Kültürel Haklar” başlığı altında ikinci kuşak haklar; ve nihayet, “Dayanışma Hakları” başlığı altında da üçüncü kuşak insan hakları kapsanmıştır (Kabaoğlu, 1997; 16–22).
Ülkelerin sağlık durumları toplumsal sağlık göstergelerinin yanı sıra, hizmetle ilgili göstergelerle de değerlendirilmektedir. Bebek ölüm hızı, beş yaş altındaki çocuklarda bodurluk toplumsal sağlık göstergeleri grubunda değerlendirilirken, sağlık kuruluşu dışında yapılan doğumlar, çocukların aşılama durumları, sağlık ocağı başına düşen nüfus ve ebesiz köy sağlık evlerinin sıklığı hizmetle ilgili olan göstergelerdir. fiimdi sırasıyla bu göstergeler üzerinden Türkiye’nin sağlığını ve zaman içindeki değişimini izlemeye çalışarak tartışacağız.