Bu sayfayı yazdır

SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE MART 2003 DEĞERLENDİRMESİ

Almanak 2003

1. Türkiye’nin savaş pazarlığı

Türkiye’nin ABD ile yürüttüğü pazarlıkların sınırları yapısal anlamda bellidir. Bu konuda ABD ve NATO ile, hatta batı ile köprülerin atılması olasılığını işleyen yorumcuların niyeti, Türkiye’nin batıya mahkumiyetini çarpıcı hale getirmek olarak okunmalıdır. Söz konusu mahkumiyet gerçektir ve düzen temsilcilerinin tüm pazarlıklarında asıl duvar burada dikilmektedir.

Ancak mahkumiyetin yalnızca tek taraflı olarak tarif edilmesi yeterli olmayacaktır. Türkiye burjuva düzeni, soğuk savaş döneminin jeo-stratejik önem argümanını canlandırmak için en uygun ortamı yakaladığı sezgisiyle davranmaktadır.

ABD’nin taahhüt ettiği miktarın azlığı/çokluğundan daha önemli nokta, Türkiye’nin bölgesel güç konumunu derinleştirme arzusudur. Bu açıdan ilke, elbette eninde sonunda ABD’ye layıkıyla hizmet üzerine oturtulacaktır.

Sorun ABD’nin dünyadaki tüm muhataplarının göreli önemini azaltmayı hedeflemesinden kaynaklanmaktadır. ABD açısından dönem, bölgesel güç odaklarının tahkimine değil, kayıtsız, sınırsız ve doğrudan egemenlik mekanizmalarına işaret etmektedir. Dolayısıyla bu gerilim kaynağı tüketilmiş olmaktan çok uzaktır. Önümüzdeki evrede ABD’nin Ankara’dan pazarlıkçılığın hesabını sormak isteyeceği, Ankara’nın ise hizmet-yerel güç dengesini gözetmeye çaba harcayacağı söylenebilir.

 

Düzenin üç önemli odağı büyük sermaye, askerler (ve cumhurbaşkanı ile yargının öne çıktığı bürokrasi) ve hükümet arasından ilki, yerel güç ve stratejik önem konularına en duyarsız tarafı oluşturmaktadır. Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermaye ile bağları ve ülkemiz kapitalizminin dışa muhtaçlığı burada belirleyicidir. AKP hükümetinin egemen sınıfın bu niteliğine bağlı olarak emperyalizme acentalık ruhuyla iktidara geldiği biliniyor.

Asker ve sivil bürokrasi bu tabloyu düzeltmek için inisiyatif geliştiren ve inisiyatifi diğer kesimlere yayan özneyi ifade etmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin ABD ile pazarlıklarının arka planında söz konusu öznelerin iç rekabeti de rol oynamıştır. Ancak bu resimden hareketle TSK veya bir diğer bürokrasi kesimine kurumsal olarak “ulusal değer” atfedilmesi baştan aşağı saçma olacaktır. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün tezkerenin Meclis’e takılmasından birkaç gün sonra yaptığı, daha doğrusu yapmak zorunda kaldığı “tezkerede yazılanlar bizim de görüşlerimiz” açıklaması bu açıdan son derece öğreticidir. Beklenilmesi gereken, sistemin bazı kurumlarının daha fazla taşıyamayacağı kimi yurtsever ögeleri kusması veya savurmasıdır. Böylesi bir gelişmenin hem ölçek ve doğrultusunu belirleyecek hem de onu anlamlı kılacak faktör, sosyalizmin ideolojik ve örgütsel ağırlığı olacaktır.

Bir başka deyişle ülkenin içinde bulunduğu süreç, düzenin işbirlikçilik-yurtseverlik ekseninde bölünmesini gündeme getirmemiştir; böyle bir olasılık yoktur. İşbirlikçi düzen cephesinde ortaya çıkan gerilim, daha çok, Türkiye kapitalizminin kriz dinamiklerinden beslenen yakın gelecek belirsizliklerinden kaynaklanmaktadır. Tartışmaların burjuvazinin terk ettiği ulusal çıkarlar kavramına referansla yapılması ve sık sık kaçınılmaz biçimde düzenin meşruiyetini konu edinmesi, çaresizliğin sonucudur ve ülkenin sola duyduğu ihtiyaca kanıt olarak görülmelidir.

2. Türkiye’nin Kuzey Irak perspektifi

Türkiye bölgede uzun süredir en önemli askeri tarafı oluşturmakta, bu varlığını yalnızca KADEK referansıyla meşrulaştıramayacağı için KDP-KYB tehditlerini de sık sık gündeme getirmektedir. Türkiye, stratejik önemini korumak adına, çeşitli ülkelerle girdiği (askeri eğitim ve teknoloji tabanlı) ilişkilerin dışında, özel olarak iki alanda, Kıbrıs ve Irak’ta devre dışı kalmamayı ilke haline getirmiş görünmektedir.

Bir dizi faktöre bağlı olmakla birlikte Türkiye’nin ana eğilimi Kuzey Irak’ta kalıcı bir varlık göstermektir. Bu ilhakçı bir perspektiften ziyade yıllardır Kuzey Kıbrıs’ta uygulanana benzer bir fiili durum anlamına gelir.

Kürt ulusal birikiminin bugünü itibariyle bölgede böylesi fiili bir durum mutlaka bir “konsensüs” durumunu içerecektir. Kürtlere rağmen Türk varlığı istisnai ve konjonktürel olabilir yalnızca. Her durumda Güneyli Kürt hareketlerinin bugüne kadar olduğu gibi Türkiye’ye tamamen dışsal nitelikte kalmaları beklenemeyecektir. Kuzey Kürtleri üzerindeki emperyalist etkinlik, Türkiye’nin Türkmen kozundan çok daha güçlü bir yaptırım ve pazarlık gücüne sahiptir.

Dolayısıyla Türkiye’nin oturmuş bir perspektife sahip olmaktan ziyade, şimdilik bölgede gücünü sürdürmeyi gözettiğini söyleyebiliriz.

3. Kürt sorununun yakın dönem geleceği

Ankara, Irak savaşına mazeret üretmek amacıyla KADEK’i yeterince provoke etmiş bulunmaktadır. Bu kaynaklı bir Kürt tehdidi ortaya çıkartılamamış olsa da, KADEK’in gücünün hangi sınırlara çekildiği açıkça görülmüştür. Egemen güçlerin içi çok rahatlamış olmalıdır. Bugün Kürt hareketinin ülke içi eylem gücü çok düşmüş, Ortadoğu ve batı ülkelerindeki hala güçlü potansiyelleri ise diplomatik alandan tecrit olmuştur.

Giderek yaygınlaşan “İmralı vesayetinden kurtulma” sloganının ağırlıklı kadrolarda sadece ve sadece sağ çağrışımlar yapmasıdır. Bu süreçten sol bir dinamiğin çıkma olasılığı zayıftır. Bir bölünme halinde ortaya çıkacak en az iki kanattan biri açıktan sağcı olacak, diğeri ise bugüne kadarki geleneksel ortalamacı çizgiye oturacaktır.

Güneyli hareketlerin Türkiye içinde bir etki sahibi haline gelmeleri bir diğer olasılıktır.

Toplam olarak Kürt faktörünün Türkiye’de siyaset alanında doldurduğu hacim daralmaya devam edecektir. Hacim daralması Kürt hareketinin sınıfsallığı gölgeleyen özelliklerinin geri düşmesini de içerecek ve sosyalist müdahaleler için daha elverişli bir ortam şekillenecektir.

Bu başlıkta üzerinde durmamız gereken bir diğer olgu, aylardır partimiz tarafından dile getirilen “Kürt kartı”dır. Yukarıda değinildiği gibi, Türkiye’nin KADEK’i ve güneydeki Kürt oluşumlarını provoke ederek, kendi bölgesel hesaplarını canlı tutma isteği tek taraflı işleyen bir mekanizmaya sahip değildir. “Kürt kartı”nı öne çıkartmak, Türkiye’nin pazarlık gücünü kırmak için ABD tarafından da benimsenmiştir. Tezkerenin TBMM’de reddinden sonra Erbil ve başka Kürt kentlerinde düzenlenen gösterilerdeki teatral sahneler, ABD’nin bu dönem her alanda “göz çıkarmak”tan başka bir şey denemeyeceğinin kanıtıdır ve ilginçtir bu görüntüler hem Kürt siyasetçisinin, hem Washington’un, hem Ankara’nın çıkarlarına hizmet etmektedir. Kaybedecek olan ise hiç kuşku yok, Kürt halkı olacaktır.

4. Dünya konjonktürü: ABD atağına tepki

 “Yeni dünya düzeninin” yarattığı eşitsizlik uçurumlarının henüz devrimci sınıfsal dinamikleri tetiklemediği açık olmakla birlikte, savaş atmosferi orta sınıf tepkiselliğini kitlesel olarak kışkırtmıştır. Bu kışkırtmada kapitalist ülkelerin iç rekabetinin de önemli bir payı bulunsa bile, söz konusu kitlesellik önemsenmelidir.

Ortam iki çelişik eğilimi birlikte gündemde tutacaktır: Bir tarafta sistemin kısmi reformlara tabi tutulması, çelişkilerin yumuşatılması ve emperyalist uzlaşmalar; diğer tarafta ABD saldırganlığının yola devam etmesi, eşitsizliklerin derinleşmesi ve emperyalist paylaşım.

Bu koşullarda ABD’nin atağı sürecektir. Güçlenen taraf, ABD’ye ve temsil ettiği yönelimlerin karşısına çıkartılan ve aynı anda hem reformizmi hem de paylaşımcı rekabetin derinleşmesini içeren damarlar olacaktır. ABD’nin atağının ön planda duracağı bu sürece, söz konusu doğrultudaki tepkilerin damga vurması beklenebilir.

Bu tepkiler kapitalist dünyada işçi sınıfı siyasetinden uzak bir zemine oturmaktadır. Ancak ABD atağına tepki konjonktürünün devrimci uçlar vermesi güçlü bir olasılıktır.


5. Pazarlıktan stratejiye, stratejiden meşruiyet krizine

Türkiye egemen güçleri ABD’ye tepki vermenin “ucuzladığı” ve üstelik kendilerini son derece sıkışmış hissettikleri bir konjonktürde Irak savaşı pazarlığında ısrarlı davranabildiler. Açıkçası, olayın arka planında Türkiye kapitalizminin geleceğine ilişkin stratejik mülahazalar olmasaydı pazarlığın bu denli çetin geçmesi de mümkün olamazdı.

Sol açısından asıl önem taşıyan boyut, strateji başlığında Türkiye kapitalizminin sahip olduğu pratik zenginliklere karşılık, ana tanımlarda son derece kısır olmasıdır. Bu kısırlık, ara dengeler kurulamadan, strateji aranışlarında tartışmanın sıçramalı olarak yol almasında ve hızla düzenin meşruluğunun sorgulanabilmesinde dışa vurulmaktadır. NATO üyeliğinin ulusal savunma için ne derece anlamlı olduğu, NATO’nun bir savunma örgütü olup olmadığı, ABD’nin kirli çıkarları için mücadele eden bir emperyalist olduğu yolunda sorgu ve argümanlar, aslında Türkiye’nin siyasi stratejisinin ötesine geçmekte ve doğrudan Türkiye kapitalizminin varlık temellerine yönelmektedir.

Siyaset alanının zenginliği ile burjuva siyasetinde hüküm süren sessizlik arasında görünür bir çelişki bulunuyor. Açıkçası bu zenginlik burjuva partilerine yaramamaktadır. CHP Mecliste bulunduğu için mecburen siyaset yapmakta, GP acele etmeksizin hazırlık yürüttüğü izlenimi vermektedir. İP’in askerlerden ayrı düşünülmesi mümkün olmaktan çıkmıştır. Bunların ötesi çarpıcı biçimde çoraklaşmıştır.

Oysa bu tartışmaları şiddetlendiren olayların seyrelmesi değil yoğunlaşması beklenmelidir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde benzeri tartışmalara donanımlı, hazırlıklı ve cesur giren bir sol hareket, yeni ideolojik mevziler elde etme şansını yakalayacaktır. Gündem burjuva siyasetine değil, sola alan sunmaktadır.

6. Devrimci olanaklar

Sözünü ettiğimiz olanaklardan herhangi bir taban dinamiği beklentisi anlaşılmamalıdır. Her zaman olasılık dahilinde olan kimi kendiliğinden hareketlenmelerin kalıcı siyasal etkilere kaynaklık edebileceği sanılmamalıdır. Partinin açılımlarında da siyasal ve ideolojik alana müdahale gücünü arttırıcı yanlar önemsenmeye devam edilmelidir. İşçi sınıfı, öğrenci hareketi ve aydınlara yönelik mevcut araçlarımızın niteliği bu yöndedir ve bunların tahkim edilmeleri, hızlandırılmaları gerekmektedir.

Parti örgütünde dönemin ortaya çıkardığı devrimci olanaklar tartışılırken, aşağıdaki noktaların üzerinde özellikle durulması sağlanmalıdır:

1 Mart günü tezkerenin reddedilmesi, sistemin çeşitli özneleri arasındaki uyumun teknik nedenlerle kesintiye uğramasına indirgenemez. Türkiye burjuvazisinin 1923 paradigmasının pili bitmeye başlamıştır. Stratejik ortak ABD “ulusal çıkar”ların içine eskisi kadar kolay emdirilememekte, milliyetçi demogojinin “hür dünya”ya sırtını yaslayarak işaret ettiği “batılılaşma” hedefi “mutlak teslimiyet” talep etmektedir. Sistemin bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, Türkiye burjuvazisinin sorunun temel nedenlerinden birisi olan “özgün çıkarlarla, emperyalizmle entegrasyon süreci arasındaki gerilimi”, yeni bir denge yaratarak çözüme kavuşturması olanaksızdır. Türkiye’nin önüne yeni bir paradigma çıkartılabilmesi “sosyalist devrim süreci”ne bağlıdır.

Söz konusu gerilimin sosyalist devrimci bir perspektifin önünü açması, ancak ve ancak bu gerilimin merkezinde duran emek-sermaye çelişkisinin üzerindeki örtünün kaldırılması veya daha doğru bir ifadeyle paslanmanın giderilmesi ile mümkündür. İşçi sınıfının sistemi tıkayan başlıkların uzağında kimlik edineceğine ilişkin beklentiler, paslanmayı artırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Örneğin son tezkere başlığında “barışçı hareket”e emekçi karakteri vermedeki yetersizliğimizin sonuçları alınmaya başlanmıştır. Barış hareketinin küçük burjuva kollarının hükümet tarafından açıklanan bütçeye itiraz etmek yerine “biz razıyız, yeter ki savaş olmasın” açıklaması yaparak yoksul halkı “savaş” cephesine ittirmeyi göze alması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Bazı sendikalardan gelen “tezkere geçmedi, bundan işçiler zararlı çıkacak” tepkisi şimdilik bu sendikalardaki gerici yığılmayla açıklanabilir olsa da, ortada bir gerçek vardır: Savaş karşıtlığı ve daha genel bir ifadeyle anti-emperyalist mücadele gündeminin işçi sınıfına taşınması acil bir görevdir. Bu görev, gündemin bize dayatılan “çelişki” başlıklarıyla değil, bizim tercih ettiğimiz “çelişkiler” üzerinden ele alınmasını gerektirdiği açıktır. Savaş tehdidinin sınıfsal özünü anlatmak ve bu özü görünür kılmak zahmetine katlanmadan işçi sınıfını hareketlendirmek ve örgütlemek mümkün olmayacaktır. Anlaşılması ve anlatılması daha az zahmetli olduğu düşünülen başlıklarda etkili olmanın da başka yolu yoktur. Sermaye iktidarının kriz başlıklarına işçi sınıfının müdahale etmesi, sınıfın öncü gücü komünist partisinin baş görevidir.

Türkiye Komünist Partisi’nin “Irak savaşı”na ilişkin bir yılı aşkın bir süredir çeşitli araçlarla dile getirdiği değerlendirmeleri ne yazık ki büyük ölçüde doğrulanmıştır. Parti, (Türk ve yabancı) kamuoyunda bu savaşın gündeme gelmeyeceğine ilişkin beklentilerin yanlışlığı üzerinde durmuş ve haklı çıkmıştır. Parti, Türkiye burjuvazisinin ve onun etkili kurumlarının bu savaşa ortak olmayacaklarına ilişkin yine içeride ve dışarıda yaygın olarak ortaya çıkan düşünceye karşı koymuştur. Yine haklı çıkmıştır. Partinin doğrulandığı bir başka konu, “Kürt kartı”na ilişkin 11 Eylül 2001 öncesinden itibaren yaptığı uyarılardır. Bu uyarılar doğrudan muhataplarına iletilmeye çalışılmış, ardından parti yayınlarında konu etraflıca işlenmiştir. Emperyalistler eliyle özgürlük ve demokrasi geleceğine ilişkin her tür düşüncenin yıkıma götüreceği, bu düşünceye dayanan stratejilerin büyük trajedilere yol açacağı defalarca vurgulanmıştır. Yaklaşımımız, Kürt yayınlarında zaman zaman “Saddamcılık” veya “politika bilmemek”le eleştirilmiş, kimi Kürt yazarları işi hakkımızda “geleneksel Amerikan düşmanlığından kurtulamamak” suçlamasına kadar vardırmışlardır. Ancak bugün gelinen noktada, Türkiye’nin Irak savaşına Kürt sorunu bahane edilerek ortak edilmek istendiği herkes tarafından görülmüştür. Türkiye burjuvazisinin bu “bahane”nin peşinde koştuğu sırada, Türkiye’ye savaş ilan edenlerle, Erbil’de bayrak yakanlar bilerek ya da bilmeyerek savaş cephesine eşsiz bir hizmette bulunmuşlardır. Demek ki bu kesimlerin “bildiği politika” böyle oluyormuş.

Partimizin anti-emperyalist mücadeleyi yükseltirken, seçim dönemi boyunca az-çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdiğimiz “bütünlüklü” bir çerçeveyle hareket etmesi zorunludur. Savaş ve bağlantılı gündemlerin yarattığı özel olanakları ihmal etmeden, sömürü mekanizmalarını, yoksulluğu, ekmek kavgasını, işsizliği anti-emperyalist mücadelenin sosyalist devrimci temeline yerleştirmek durumundayız.

Yakın gelecekte emperyalist dayatmaların bir başka unsuru, Avrupa Birliği yeniden ön plana çıkacak bir gündem maddesidir. ABD’nin kaybettiği prestijin Avrupalı emperyalist odaklara devredilmesi için yürütülen faaliyete çomak sokulmalıdır. Parti bu görev için gerekli teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel donanımı hızla hazır hale getirmelidir.

Bu dönem, yurtseverliğin komünist kimliğin baskın ögelerinden birisi olacağı açıktır. Komünistler yurtseverliği bir “görev” ya da olanak değil, bir siyasal ve ahlaki varoluş biçimi olarak görerek mücadelelerine devam edeceklerdir.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE

TKP 2003 Konferansı Merkez Komite Tezleri’nden

21. yüzyılın başı, emperyalizmin yeni bir evresine tanıklık etmektedir.

Kimilerinin iddia ettiklerinin tersine, emperyalizm tarih sahnesinden çekilmiş, yerini yepyeni bir uluslararası ilişkiler ağına terk etmiş değildir. Sermayenin uluslararası dolaşımı, yarattığı sömürü ve bağımlılık ilişkileriyle bugün de ülkelerin kaderlerini belirlemekte; dünyanın emperyalist-kapitalist güç odakları arasında paylaşımı adına bugün de çeşitli mücadeleler sürmekte; sanayi-finans devi bir avuç ülke ile yoksul ülkeler arasındaki uçurum daha da derinleşmektedir. Dahası, emperyalizmin temel özelliklerinden olan askeri güç kullanımının uluslararası ilişkiler alanındaki rolünde herhangi bir azalma söz konusu olmamıştır. Tam tersine, emperyalist güçlerin doğrudan müdahaleleri sonucu ortaya çıkan savaşların yanısıra, gene emperyalizmin temel rol oynadığı ülkeler ve bölgeler içi etnik boğazlaşmalar günümüz dünyasına eskisine göre daha fazla damga vurmaktadır.

Temeldeki bu sürekliliğe karşın, emperyalizmin günümüzde kazandığı kimi özelliklere gerekli titizliği göstererek bakmak gerekmektedir. Böyle bir titizlik, emperyalizme karşı mücadelenin sağlam temellere oturtulması ve bu mücadelenin dar bir kanala sıkıştırılmaması açısından büyük önem taşımaktadır.

Emperyalizmin günümüzde sergilediği özellikler arasında ikisi özellikle önemlidir. Bunlardan birincisi, günümüz emperyalizmine, evrensel geçerliliği olduğu iddia edilen, bu çerçevede uluslararası ölçekte dayatılan kapsamlı bir ekonomik-sosyal politikalar paketinin ve buna uygun bir ideolojik şekillenmenin eşlik etmesidir.

Anımsanacağı gibi, emperyalizmin daha önceki evrelerinde, belli başlı emperyalist-kapitalist devletlerin uluslararası politikaları bu ölçüde kapsamlı, ekonomik ve sosyal politikalardan devletin örgütlenmesine ve yönetimine, oradan sosyal ve kültürel yaşama uzanan “standart” yaklaşımlarla eşleşmiyordu. Bu evrelerde emperyalizm, ideolojisini “hür dünyanın savunulması” retoriğiyle, uluslararası politika ve yönelimlerini ise sosyalist sistemin kuşatılmasını temel alan jeopolitik manevralarla sınırlıyordu. Bu sınırlılığın nedeni, bir yanda karşıt bir dünya sisteminin varlığı, diğer yanda da kapitalizmin o dönemlerdeki uluslararası entegrasyonunun ulus devletlere kendi ekonomik ve sosyal politikaları konusunda belirli bir hareket alanı tanımasıydı.

Emperyalizmin bugünkü evresine damgasını vuran ideoloji ve politika standardizasyonu, kesinlikle ve kesinlikle, emperyalizmin güncel konumlanışından bağımsız, ayrı süreçler sonucunda ortaya çıkan bir olgu değildir. Başka bir deyişle, emperyalizm ile, piyasaların serbestleştirilmesini, özelleştirmeleri, deregülasyonu, “devletin küçültülmesini”, yerelleşmeyi içeren politik ve ideolojik yönelimler, özetle neo-liberalizm arasında organik bir ilişki vardır. Başka her şey bir yana, dünyanın askeri jandarmalığını yapanların bu tür ideoloji ve politikalar söz konusu olduğunda “bunlar başka işler” demeyip hepsinin arkasında durmaları; neo-liberalizmin tam boy savunucularının ise emperyalist güçlerin askeri saldırganlıklarına şöyle ya da böyle gerekçe bulmak için birbirleriyle yarışmaları, aradaki ilişkinin hiç de rastlantısal olmadığının açık kanıtıdır. Ülkelerin, bölgelerin, hatta “yerelliklerin” uluslararası kapitalizmle eskisine göre çok daha doğrudan biçimler alan ekonomik entegrasyonu, aynı zamanda söz konusu coğrafyalar üzerinde emperyalist askeri-politik maniplasyon imkanlarının da artması anlamına gelmektedir.

Yukarıda söylenenler, anti-emperyalist mücadele açısından önemli bir sonuca işaret etmektedir: Günümüzün neo-liberal politikalarına ve ideolojik koşullandırmalarına kararlılıkla karşı çıkmadan, tutarlı bir anti-emperyalist mücadele verilmesi mümkün değildir.

Emperyalizmin günümüzde kazandığı özelliklerden ikincisi ise, emperyalist sistem içindeki güç dengeleriyle ilgilidir. Burada sözünü ettiğimiz, ne emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin eskisine göre çok daha derinleşmesi, ne de tam tersine bu çelişkilerin yepyeni bir denge içinde çok geri planlara itilmesidir. Sözünü ettiğimiz, emperyalist sistem içinde ABD’nin özel konumu ve niyetleriyle ilgilidir.

Kısaca özetlemek gerekirse, ABD, bir kendi ekonomisi ciddi sorunlar yaratmadan, iki rakip emperyalist-kapitalist odaklar daha fazla palazlanmadan, üç “geçiş döneminde” oldukları söylenen eski sosyalist ülkelerin bölgesel nüfuz iddiaları güçlenmeden, dört 11 Eylül’ün yarattığı yoğun istismar ortamı seyrelmeden ve beş dünya işçi sınıfı hareketi şu andaki ataletten sıyrılmadan, dünya coğrafyasına kendi çıkarlarına göre kalıcı bir damga vurma niyetindedir. Burada görülmesi gereken önemli nokta şudur: ABD’nin bugünkü saldırganlığı, pervasızlığı ve askeri güce verdiği ağırlık, her alanda çok önde ve rakipsiz olmasının sağladığı bir üstünlükten değil, verineo-liberalizm arasında organik bir ilişki vardır. Başka her şey bir yana, dünyanın askeri jandarmalığını yapanların bu tür ideoloji ve politikalar söz konusu olduğunda “bunlar başka işler” demeyip hepsinin arkasında durmaları; neo-liberalizmin tam boy savunucularının ise emperyalist güçlerin askeri saldırganlıklarına şöyle ya da böyle gerekçe bulmak için birbirleriyle yarışmaları, aradaki ilişkinin hiç de rastlantısal olmadığının açık kanıtıdır. Ülkelerin, bölgelerin, hatta “yerelliklerin” uluslararası kapitalizmle eskisine göre çok daha doğrudan biçimler alan ekonomik entegrasyonu, aynı zamanda söz konusu coğrafyalar üzerinde emperyalist askeri-politik maniplasyon imkanlarının da artması anlamına gelmektedir.

Yukarıda söylenenler, anti-emperyalist mücadele açısından önemli bir sonuca işaret etmektedir: Günümüzün neo-liberal politikalarına ve ideolojik koşullandırmalarına kararlılıkla karşı çıkmadan, tutarlı bir anti-emperyalist mücadele verilmesi mümkün değildir.

Emperyalizmin günümüzde kazandığı özellikle emperyalizmi, şu anda göreceli olarak ABD emperyalizmine karşı alternatif bir odak konumunda değildir. AB’nin şu anki tutumunda masumiyet değil, bu gerçeklik belirleyicidir. AB’nin büyük patron ülkeleri (Almanya ve Fransa) önümüzdeki dönemde ABD emperyalizminin yıpranmışlığı üzerinden bölgede daha yumuşak emperyal bir rol üstlenmenin hesabını yapmaktadır.

SAVAŞIN EŞİĞİNDE TÜRKİYE

Türkiye’de toplumun şu anda yaklaşık % 90’ı ülkemize dayatılan emperyalist savaşa katılmasına karşı olmasına rağmen, işbirlikçiliği tescilli burjuvazisi, siyaset kurumları, genelkurmayı ve medyanın büyük bir bölümünün desteğiyle Türkiye savaşa sürüklenmektedir. TÜSİAD başkanı “savaşa katılmalıyız”ı açıkça telaffuz ederken, Sakıp Sabancı “Her iki Özkök’e de müteşekkirim.” diyerek savaşa katılımı desteklemektedir. Sermayenin, düzenin kurumlarının ve büyük medya kuruluşlarının bu denli savaş yanlısı tutumları bile işçi sınıfının ve sınıfın örgütlerinin karşı refleks göstermesi için yeterlidir. II. Savaşa katılmanın ekonomik faturası bağlıdır. Diğer yandan, komünist hareketin siyasal ağırlığının artmasının ve genel olarak anti-emperyalist bir mücadelenin yükselmesinin, son tahlilde düzen içi nitelikte kimi unsurlar üzerinde bir çekim gücü yaratması da ihmal edilemez.

Komünistler “ulusal çıkar” kavramını, düzenin sınır ötesi manipülasyonlarını ve nüfuz alanları yaratma çabalarını aklamak amacıyla kullanamazlar: Konuya sınıfsal değil de “ulusal açıdan” bakıldığında, düzenin şu ya da bu emperyalist odakla gerilime neden olan her yöneliminin “ulusal çıkar” adına savunulması kaçınılmazlaşır. Komünistlerin bu ve benzeri konulardaki tek mihenk taşı şu olmalıdır: “Ulusal çıkar” söylemlerinin ötesinde, gündemde olan açılım, nüfuz aranışı ve müdahaleler düzenin hangi amaçlarına yöneliktir; söz konusu coğrafi bölgenin emekçilerine ne getirecektir ve aynı eylemin ülkedeki işçi ve emekçi sınıflara getireceği çeşitli faturalar nelerdir?

Emperyalizme karşı mücadelenin gerektirdikleri, ulusal sorunun şu ya da bu boyutu dolayısıyla geri plana itilemez ve yumuşatılamaz: Emperyalist niteliği ve amaçları su götürmeyen bir müdahalenin ya da operasyonun verili ulusal sorunun çözümü adına bu sorunun tarafını oluşturan kesimlere vaat ettikleri ne olursa olsun, komünistler bu gerekçeyle anti-emperyalist mücadele çerçevesindeki propaganda, ajitasyon ve politik çalışma görevlerini frenlemezler ve ertelemezler. Bu açıdan bakıldığında, Kürt halkı adına siyaset yaptığını ileri süren parti veya örgütlerin ABD emperyalizminin Irak’a saldırması ve işgal etmesini açık ya da örtülü biçimde onaylayan yaklaşımları, Irak Kürtleri’nin çektiği “acılar gerekçe gösterilerek veya genel olarak Kürtler’in yakalayacağı fırsatlar bahane edilerek” mazur gösterilemez.

Emperyalizme karşı mücadelede dinci hareketlerle ittifak ya da işbirliği Komünistler için söz konusu olamaz: Bu başlıkta, dinci hareketlerle dinsel bağları güçlü olan emekçi kitleler arasında bir ayrım gözetilmesi gerekir. İkincisi, sınıf mücadeleleri sürecinde komünist öncünün ilişki kuracağı, kendi saflarına kazanacağı ve birikmiş anti-emperyalist tepkileri belirli bir bütünlük içine yerleştireceği bir toplumsal kesimdir. Birincisi ise, adı üzerinde siyasal hareket kimliğindedir. Anti-emperyalist mücadele, genel olarak sosyalist mücadele ile bir bütünlük oluşturur. Sosyalist mücadelede ödünsüz karşıt olunması gereken bir kesim, anti-emperyalist mücadelede herhangi bir biçimde yandaş olamaz. Bu ilke, dinci hareketlerin gerçekte ne kadar “anti-emperyalist” olduklarına ilişkin değerlendirmeleri önceleyen bir ilkedir.

Komünistler, emperyalizmi her durumda ve koşulda mutlaka dinci-gerici akımlarla eşleştiren batıcı-burjuva yönelimlere kesin bir mesafe koyarak yaklaşırlar: Emperyalizmin bir ülkedeki başlıca ayağını her dönemde ve koşulda mutlaka gerici-dinci hareketlerin oluşturacağı, Türkiye’deki batıcı, laik, kemalist ya da “ulusal solcu” kesimin kolay vazgeçemediği bir düşüncedir. Dünya sosyalist sisteminin her ne pahasına olursa olsun sınırlanıp kuşatılmasının başlıca kaygı olduğu dönemler için bu düşünce belirli bir haklılığa sahip olabilirdi. Ne var ki, günümüzün koşullarında dinci ideoloji, emperyalizmin çeşitli ülkelerde üzerine oynayabileceği atlardan yalnızca biridir. Başta ABD’dekiler olmak üzere emperyalist strateji uzmanlarının “ılımlı İslam kuşağına” yönelik tercihlerine olduğundan fazla geçerlilik ve kalıcılık atfedilmesi, sosyalist mücadelenin hedeflerini daraltıcı bir rol oynayacaktır.

Anti-emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele, sosyalizmin üzerinde yükselebileceği tek dalga olamaz: Baştan bu yana değinildiği gibi, anti-emperyalist mücadele ile sosyalist mücadele bir bütünlük oluşturur. Bu bütünlük içinde, yerel ölçekteki sınıf mücadeleleri ve dinamikleri emekçileri daha belirgin anti-emperyalist konumlara taşıyabileceği gibi, görece kitlesel bir anti-emperyalist dalga da bu dalganın üzerindekileri sosyalizme taşıyabilir. Bu bütünlüğün ve çift taraflı ilişkinin yerine, sosyalizmin, ancak kendisini önceleyen genel bir anti-emperyalist dalganın üzerinde yükselebileceği yolundaki görüşlerin en azından Türkiye için geçerlilik taşıyabileceği söylenemez. Türkiye’de kapitalizmin çelişki üreten yapısının hangi koordinatlarda kriz üreteceğini kesin sınırlar içerisinde öngörmek olanaklı değildir.

Komünistler, emperyalizme ilişkin çelişkili öğeler barındıran kitlesel yönelimlere müdahil olmalıdır: Başka birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de geniş kitleler başta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist ülkelere karşı çelişik duygu ve yönelimler içindedir. Bu ülkelerdeki standartlara ve yaşam tarzına özenenlerde bile, gene bu ülkelerin kimi yurttaşları ve görevlileri tarafından aşağılanmış ve horlanmış olmanın getirdiği bir eziklik vardır. ABD’nin özellikle son dönemde sergilediği açık ve pervasız saldırganlık henüz genel olarak anti-emperyalist denemese bile, anti-Amerikan tepki ve duruşları pekiştirmektedir. Bu durumun, diğer kapitalist-emperyalist ülkelere ilişkin temelsiz bir olumlama yaratma riski olsa bile, Komünistler verili tepkileri değerlendirmeli ve bu tepkilerin bütünsel bir anti-emperyalist duruşa taşınması için çaba göstermelidir.

Ek bilgiler

  • Yazar: Kurum
  • Yıl: 2003
  • Kurum: TKP Merkez Komitesi