Bu sayfayı yazdır

KENTSEL TURİZM: YENİ BİR MEKANSAL ÖNCELİĞE DOĞRU...

Almanak 2003Her kentin kendine özgü bir hikayesi vardır; bu hikaye, kentin tarih içinde hem ulusal hem uluslararası düzlemde yüklendiği rollerle, ulusal gelişme stratejileri ve politikalarıyla, mekanın bu öncelikler çerçevesinde edindiği rollerle, sivil ya da kamusal aktörlerin farklı dönemlerdeki tercihleri, güçleri ve olanakları çerçevesinde örülmektedir. Kentler pek çok faktörün bir araya gelmesine bağlı olarak dönüşmekle birlikte yine de tarihin belirli dönemlerinde kentlerin dönüşüm biçimlerinde, birtakım ortak sorunların, düşünce biçimlerinin ve bunlara bağlı önceliklerin yol açtığı benzerlikler ortaya çıkmaktadır. Modernitenin sanayi kapitalizmi ile birlikte ilerleyişiyle ortaya çıkan yeni kentsel işlevler ve büyüyen sanayinin ve artan kent nüfusunun etkin ve kontrollü bir şekilde düzenlenmesi önceliğiyle biçimlendirilen kentler az çok 1980’lere kadar dünyanın pek çok yerinde kendini göstermiştir. 1970’ler sonrasında ise, özellikle gelişmiş batı toplumlarında yaşanan sanayisizleşme süreçleri ve modern kentlerde ortaya çıkan standart görüntülere yöneltilen eleştiriler, özellikle 1980’ler sonrasında kentsel turizmin ve bu bağlamda büyük kentsel projelerin gündeme gelmesine neden olmuş ve yine dünya çapında yaygınlık göstermeye başlamıştır. Bu yazıda ilk önce modern sanayi kentlerinin ortaya çıkış ve gelişim dinamikleri özetlenecek, daha sonra ise kentsel turizmin farklı kentlerde hangi koşullar altında ve gerekçelerle ortaya çıktığı ve kentlerde yarattığı dönüşümler bugünün konjonktürü çerçevesinde değerlendirilecektir.      

 

MODERNİTE, SANAYİ KAPİTALİZMİ VE KENTSEL MEKAN

On dokuzuncu yüzyılda, modernitenin ilerleme ve gelişme ideolojisi, batı kapitalizminin ve sanayileşmenin getirdiği zorunluluklarla pekişirken eş zamanlı ve birbirini destekleyen unsurlar olarak ulus-devlet oluşturma ve kentleşme süreçleri yaşanmaktaydı. Bu süreçler ilk olarak batıda sanayileşen kentlerin dönüşümünde belirleyici olmuştur. Kapitalizmle birlikte ihtiyaç duyulan üretim alanları, işyeri ve konutun mekansal olarak ayrışması, üretilen ürünlerin pazarlandığı mekanlarla birlikte yeni kentsel işlevlerin yer aldığı merkezler yeni bir kent makroformunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Modernite projesi mekanı toplumsal dönüşümün hem ideolojik bir aracı, hem de fiziksel ortamı olarak ele almaktadır. Böyle bir yaklaşım sonucunda bir yandan kentler düzgün işleyen, kontrollü ve belli noktalara odaklanmış görüntüye kavuşturulurken diğer yandan da bu düzenli fiziksel mekan organizasyonunun toplumsal düzenin kurulmasında etkin olacağı ve buna uygun davranan bireylerin ortaya çıkacağı varsayılmaktaydı. Batının sanayi kentlerinin yapısını oluşturan bulvarlar, meydanlar, anıtlar ve bunları çevreleyen kurumsal binalar böyle bir modern kent anlayışının ürünleri olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla, bu tür bir mekansal dönüşüme verilen öncelik, geçmişe ait ve modernleşme misyonunu yüklenemeyecek kentsel dokuların yıkılarak ortadan kaldırılmasını da meşrulaştırıyordu. Bu bağlamda, planlamaya kentlerin işlevsel kriterlere göre biçimlendirilmesi görevi, kentlere de modernite projesinin hedeflerini gerçekleştirmede araçsal bir rol yüklemiş oldu. Her ne kadar CIAM’ın 1933’te ortaya koyduğu Atina Şartı’nda kent planlamasının tarihi eserlerin tahribine yol açmaması koşulu ön görülüyorsa da özellikle geç modernleşen ülkelerde ve hızlı bir kentleşmenin yarattığı sorunlar karşısında bu şart pek çok örnekte göz ardı edilebilmekte ve modernizmin meşruiyet kalıpları dışında tezahür etmektedir (Tekeli, 1987, 2001; Türkün ve Ulusoy, 2004).  

Kentlerin dönüşümü araçsal bir işlev üstlendiğinde, eski kentsel dokuyla karşılaşma ve yeni gelişmelerle uzlaştırma çabası her durumda çelişkiler içerir. Bu uzlaşma, 1860’larda Haussmann’ın Paris’teki uygulamalarında belirgin olarak görüldüğü gibi, pek çok batı kentinde yeni yapılanmanın eski dokuyu yok ederek hakimiyet kurmasıyla sonuçlanmıştır. Daha sonra bu tür yıkımlara karşı durulsa da pek çok batı kenti bu dönüşümden nasibini almıştır. Buna karşılık, sömürge ülkelerin kentlerinde, sömürgecilerin bu ülkelerde toplumsal ve kültürel çatışmaya yol açmak istememeleri sonucunda ortaya ikili bir yapı ortaya çıkmıştır; buralarda gözlenen modern kent uygulamaları adeta kısıtların çok daha az olduğu uygulama projeleri olarak ifadesini bulmuştur (Wright, 1991). Türkiye’de ise modernist kent planlamasının top yekun ve en kapsamlı örneği, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edilen Ankara’da yaşanmıştır. Başkentin planlama ve inşası sürecinde eski kent dokusunun yeni ihtiyaçların gerektirdiği yapılaşmayla nasıl uzlaştırılacağı en önemli tartışma konusu olmuştur ve seçilen yol, eskinin göz ardı edilip dokunulmadan yeni kentin arkasında fon oluşturmasıdır. Bu da Ankara’da “modern” ve “geleneksel” olmak üzere ikili bir dokunun ortaya çıkmasına yol açmıştır (Türkün ve Ulusoy, 2004).        

Geç bir modernite projesi çerçevesinde ulus-devletin inşası, batı toplumlarında ortaya çıkışından farklı dinamiklere sahiptir. Batıda ulus-devlet kapitalist üretimin bir  düzenleme (regulasyon) aracı olarak sanayileşmenin altyapısını kurarken, Türkiye’de ulus-devlet siyasal bir nitelik taşır ve toplumsal bilinç düzeyinde oluşturulması gerekir. Bu dönemde modernite projesi, geçmişten radikal bir kopuşla kendini meşrulaştırmanın, batılı normları ve uygulamaları benimseyerek batının gelişmişlik düzeyine erişmenin ama aynı zamanda da bağımsız bir ulus-devlet oluşturmanın bir aracıdır. Bu çerçevede bu projenin görsel olarak ifade bulması, diğer bir deyişle mekansal düzenleme yoluyla bu bilincin yaratılmaya çalışılması çok önemli araçsal bir işleve sahiptir. Mekansal düzenlemenin ilk önemli adımı geçmişin izlerini taşıyan İstanbul yerine Ankara’nın başkent olarak seçilmesi ve bir yaşantı kalıbını oluşturmak üzere kentin sembolik ve estetik olarak batıda ortaya çıkmış planlama ölçütleri ve mimari stiller çerçevesinde yeniden düzenlenmesidir (Tekeli, 2001; 1998; Bozdoğan, 2002; Bozdoğan ve Kasaba, 1998; Yavuz, 1981). Burada deterministik bir kabul bulunmaktadır: Çevre değiştiğinde, bireyin davranışı da değişen çevrenin gereklerine uygun olarak biçimlenecektir (Kasaba, 1997). Dolayısıyla, modern kent araçsal bir işlev kazanır ve bu kent modelinin diğer kentlerin de dönüşümünü hızlandıracağı varsayılır (Tekeli, 1998). İstanbul’da Cumhuriyet sonrası dönüşümün dinamikleri daha farklıdır; bunu sanayileşmenin yarattığı ivme, sermayenin belirli kentlerde polarizasyonu ve özellikle 50’lerden sonra görülen kırsal alanlardan kentlere büyük bir göç dalgası ile açıklamak daha doğru olur ancak bu yazıda bu farklı dinamiklerin detaylarına değinilmeden daha çok genel eğilimler üzerinde durulacaktır.

Bilindiği gibi kentlerin biçimlenmesinde, hem şahısların hem de kamunun yaptığı yatırımlarla, bu yatırımların niteliği, yarattığı istihdam, elde edilen vergi gelirleri ve bunların geri dönüş biçimlerindeki tercihler ve öncelikler çok önemlidir. Yatırım söz konusu olduğunda ise özellikle şahısların yaptıkları mal ve hizmet yatırımları ve kent toprağı söz konusu olduğunda bunun üzerindeki tasarrufları yönlendiren karı en çoğa çıkarma güdüsü, yatırımların da uluslararası düzlemden başlayarak ulusal ve yerel ölçekte eşitsiz dağılımına yol açmaktadır. Dolayısıyla, kapitalizmin eşitsizlik yaratan doğası mekana damgasını vurmakta ve farklı rant alanları oluşmakta ya da oluşturulmaktadır; burada ise önemli olan bu rantın kimler arasında paylaşıldığıdır. Daha sonra ayrıntılı olarak değineceğimiz kentsel turizmin niteliğini de belirleyen faktörlerden en önemlisi kent toprağından elde edilen rantı en çoğa çıkarma çabasıdır (Goodwin, 1993; Swyngedouw, et.al, 2002).  

Bilindiği gibi kapitalizmin ulus-devletin sınırlarına sığmayan yapısı 1960’lardan itibaren daha akışkan olan sermayenin dünyada yeni yatırım ya da üretim alanları aramasına neden olmuştur. Refah devleti kapsamında ve Keynesyen ekonomi politikalarının ortaya çıkarttığı ücret artışları bir müddet sonra gelişmiş kapitalist ekonomilerin pek çok sektöründe sorunlara neden olmuş ve bu süreçte ithal-ikameci politikalarla ulusal sanayilerini geliştirmeye başlayan ülkeler de pazarda rakip olarak yer almaya başlamışlardır. Petrol fiyatlarının artışı, fordist birikim rejiminin karlılığının sınırlarına ulaşılması, mutlak karların yok oluşunun ortaya çıkardığı kriz, yeni iletişim, üretim ve ulaşım teknolojilerinde görülen gelişmelerle birleşerek dünya çapında yeni bir üretim ve emek örgütlenmesini de hızla devreye sokmuştur. Bu süreçte ‘esnek’ üretim kilit kavram haline gelirken dünya ölçeğinde de ciddi bir mekansal bir dönüşüm yaşanmıştır. Özellikle ucuz emek maliyetleri nedeniyle emek-yoğun sektörlerin ya da pek çok farklı sektörde emek-yoğun aşamaların gerçekleştirildiği alanlar haline gelen üçüncü dünya kentlerinin bu süreçte elverişli koşullara sahip olanları hızlı bir büyümeyle karşılaşırken, batıdaki sanayi kentlerinin birçoğu da ‘sanayisizleşme’ olarak adlandırılan bir süreçten geçerek farklı yollarla yeniden kazanmanın yollarını aramaya başlamıştır; bu yollardan en önemlisi de ‘kentsel turizm’ olarak ortaya çıkmaktadır. Batı kentlerindeki dönüşümler üzerinde yapılan araştırmaların pek çoğunda, artık 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bu kentlerin çoğunun ‘üretim mekanları’ olmaktan ‘tüketim mekanları’ olmaya doğru evrilmekte olduğu ve küresel ekonomi içinde servis sektörünün en önemli kazanç alanını oluşturmakta olduğundan söz edilmektedir. Batı kentlerinde sunulan hizmetlerin sermaye ve insan çekmede kullandığı en önemli araç da kentlerin bütün olanaklarının, bu arada geçmişinin de yeniden devreye sokularak farklı biçimlerde pazarlanır ve diğer kentlerle yarışır hale getirilmesidir (Fainstein ve Judd, 1999; Harvey, 1987; Zukin, 1991; Sadler, 1993). Ayrıca, kütlesel üretimin ve sistemin her alanda ürettiği tek tipleşmeye duyulan tepkilerle de birleşince özellikle 1970’lerden sonra ‘farklılık’ yüceltilen bir değer olarak ortaya çıkmıştır; sınıf içi toplumsal katmanlardaki çeşitlenme ve bu alanların giderek birbirinden, hem üretimde yüklendikleri işlevler hem de tüketim kalıpları açısından ayrışmaya başlaması kent mekanının da buna bağlı olarak daha çok adalar halinde şekillenmesine yol açmaktadır.

‘Sanayisizleşme’ türü bir dönüşümü yaşamamış kentler açısından böyle bir modelin anlamı ise kentlerde yeni yatırım ve tüketim olanakları yaratması ve özellikle sanayisi ile ortaya çıkmayan kentlerde turizmin en önemli kazanç kaynağı haline gelmesidir; dolayısıyla, global turizm sektörünün bir parçası haline gelerek kentlerin çekiciliğinin artırılmasında ve zenginleşmesinde önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu modelin farklı dinamiklerle gelişmiş, birbirinden farklı ekonomik kaynaklara sahip dünyanın değişik kentlerinde yaygın olarak ve batı kalıplarına benzer şekillerde üretilmesi de, yatırımların ve yeni tüketim olanaklarının hem yerli, hem yabancı yatırımcılar ve tüketiciler açısından çekiciliğinin artırılması ve kent toprağında oluşacak rantın çoğaltılması ve yeniden paylaşılması anlamına gelmektedir.

KENTLERDE YENİDEN KEŞFEDİLEN YA DA YARATILAN ALANLAR VE GLOBAL ÖLÇEKTE TEDAVÜLE SOKULMA ÇABALARI

Kentsel turizmin artan önemini hem talep hem de arz faktörleriyle açıklamak mümkündür. Talep tarafından bakıldığında, 1950’lerden sonra özellikle gelişmiş ülkelerde giderek genişleyen, ücretleri artmış bir orta-sınıf oluşumundan söz edebiliriz. Profesyonelleşmiş işlerde yüksek gelir karşılığında çalışanlar, genel olarak beyaz-yakalı olarak adlandırılan kesimler ya da becerili işlerde daha yüksek ücretlerle istihdam edilen işçiler bu genişleyen orta-sınıfı oluşturmaktadır. Elde edilen kazanımlarla artan boş zaman, yükselen eğitim düzeyleri, boş zaman faaliyetlerinin değişen anlamı, farklı olanın keşfine duyulan istek ve bütçeden tatile, seyahat etmeye ayrılabilen pay turizm sektöründe talebin artmasına neden olmaktadır. Talebi artıran bir başka önemli etmen de küreselleşen ekonomi çerçevesinde artık işlerin dünya ölçeğinde örgütlenmesi, bunun ortaya çıkardığı toplantı, iş gezisi, konferans, fuar gibi gerekliliklerin ortaya çıkmasıdır (Beauregard, 1998). Bunların yanı sıra kültürel, akademik, spor etkinliklerinin dünya ölçeğinde yaygınlaşması pek çok kentsel mekanın bu tür faaliyetler için hazır ve çekici hale getirilmesi çabasını gündeme getirmekte, bu tür faaliyetlerin bu yerlerin tanıtımı, pazarlanması ve yeni gelir getirici yatırımlara ön ayak olması beklenmektedir.

Bütün bu süreç içinde tarihin ve doğal çevrenin korunması kaygısı, ortaya çıkan tek tip, zamansız/mekansız kentsel formların yarattığı bıkkınlık ve doğal çevrede ortaya çıkan bozulma ile örtüşmekteydi. Jacobs’un (1961) modernist planlama yöntemlerine ve modern mimari tarzlarına ve ortaya çıkan yaşam biçimlerine yönelttiği eleştirilerle açık ifadesini bulan ve giderek yaygınlaşan ‘yersiz yurtsuzluk’, ‘kimliksizlik’ ve ‘standartlaşma’ söylemi, kentlerde var olan tarihsel mekanların ve farklı yaşam biçimlerinin görünür hale getirilmesi talebini arttırmaktaydı. Bu bağlamda tarihi bölgeler, kent merkezinden ayrılarak birbirine benzer banliyölere yerleşen ve dünyanın çeşitli yörelerindeki ‘otantik’ mekanlarında özgünlük ve heyecan arayanların nostalji ve merak duygularına karşılık vermekteydi. Bu eleştirilerin dayandığı ikinci kaynak da modernist düşünce biçiminde varolan mutlak gerçekliğe ve tek bir doğru temsil biçimine duyulan inancın ve buna ulaşmak için bir araç haline gelen rasyonel düşünce biçiminin nesnel olabileceğine duyulan güvenin aslında kendisinin bir ideoloji olduğu tartışmasıydı. Bu düşünce biçiminin mekanda, standart, tarihi yadsıyan kentsel ve mimari biçimler ortaya çıkardığı, özellikle 1960’lardan sonra pek çok yazar tarafından ifade edilmiş ve ‘postmodern kent’ ve ‘postmodern mimari’ tarzı tartışılmaya başlanmıştır. Böyle bir çerçevede, var olan kullanımların ve biçimlerin parçacı ve geçici bir kolajından oluşan, kimi zaman geleneklerden ve yerel tarihten gelen parçaların bir araya getirilmesiyle, kimi zaman da fantazilere dayanan bir kentsel yapılanmanın yaratıcılığı gündeme geliyordu. Bu bağlamda mekan artık toplumsal bir proje ve bir araç olmaktan çıkarak, farklı estetik kaygılarla ve yeni taleplere göre biçimlendirilmek üzere bağımsızlık kazanmaktaydı.

Böyle bir yaklaşım, eski kent dokularının yeniden canlandırılması ve yeni kullanımlara göre dönüşümünü, ya da çağdaş teknoloji ile üretilmiş malzemeler kullanılarak yaratılan ve geleneksel imgelerin yeniden canlandırıldığı mekanların oluşumunu olanaklı kılarak yenilik ve heyecan arayan ortalama bir turistin taleplerini de karşılıyordu (Harvey, 1989; Sorkin, 1992; Philo ve Kearns, 1993). Ortaya çıkan bu talep, 1970’lerden sonra büyük atılım yapan ve ‘miras endüstrisi’ denilen sektör tarafından karşılanmaktaydı (Hewison, 1987; Erendil ve Ulusoy, 2002). Eski kentsel dokuların ve yapıların restore edilerek yeni kullanımlara açılması, ya da geçmişin olduğu gibi kopyalanması yeni yatırım alanları açtı. Bu eğilim çeşitli amaçlara hizmet etmekteydi: Öncelikle, kimliklerini yitirmiş ve standartlaşmış kentlerde geçmişle gelecek arasında bir süreklilik kurmanın aracı oldu. İkinci olarak, yeni yatırım ve tüketim alanları açarak neo-liberal politikalar çerçevesinde 1970’lerin ekonomik krizine kısmi bir çözüm oluşturdu ve bazı grupların güçlerini ve rantlarını pekiştirmesine yol açtı. Üçüncü olarak da, özellikle refah devletindeki düzenleme araçlarının esnekleşmesi sonucunda emeği koruyan mekanizmaların yok olduğu bir dönemde, ulusal kimliğin güçlendirilmesine ve umutsuz ve yersiz yurtsuz hisseden insanlar arasında bir aidiyet duygusu uyandırmaya yaradı (Harvey, 1989).

Bu hizmetlerin sunumunun nasıl dönüştüğü incelendiğinde ise turizm sektörünün giderek genişlediği, çeşitlendiği aynı zamanda da fordist türde yoğunlaşmalara yol açtığı gözlenmektedir. Bu sektörde genişleyen pazarlarla birlikte ortaya çıkan yeni iş olanakları, profesyonelleşme ve kariyer olanakları artmakta ve hava, kara ya da demiryolu ulaşımında, otel ve restoran zincirlerinin ve alışveriş merkezlerinin oluşumunda büyük çaplı yatırımların global ölçekte yaygınlaştığı izlenmektedir. Ayrıca, yerel yönetimlerin, büyük uluslararası şirketlerin, ya da turizmin gelişmesinden beklentileri olan yerel çıkar gruplarının ve bu yerleri reklam yoluyla pazarlayan şirketlerin yeni kentsel gelişme ittifakları oluşturmalarına yol açmaktadır (Beauregard, 1998).

Pek çok kentte gözlendiği üzere, merkezi alanlar daha önce buralarda yerleşmiş bulunan üst-gelir grupları tarafından terk edilmekte ve kentin çeperinde farklı gelir gruplarına hitap eden yeni konut adaları ya da banliyöler ortaya çıkmaktadır; geride ise çoğunlukla bakımsızlık nedeniyle bozulmaya terk edilen ve çok çeşitli alt-gelir grupları ya da çoğu kentlinin dışladığı kesimler tarafından kiralanan konut alanları kalmakta ve merkezler de geceleri terk edilen tehlikeli alanlar haline gelmektedir. Özellikle gelişmiş ülke kentlerinin merkezlerinde yaşanan bu dönüşüm bu bölgelerin vergi gelirlerinde ve elde edilen rantlarda azalmaya neden olurken belediyeler de hem sermayeyi hem de orta ve üst-gelir gruplarını yeniden merkeze getirmenin yollarını aramaktadırlar. Sonuç olarak, yenileme projeleri çerçevesinde merkezdeki çöküntü alanlarındaki konutlar orta ve üst-gelir gruplarını çekecek biçimde ‘soylulaştırılırken’ aynı zamanda da tarihi mekanlar restore edilerek yeni işlevlerle yeniden kullanıma açılıyor, özellikle sanayi kentlerinde artık atıl hale gelen sanayi alanları ya da kıyı kullanımları dinlenme ve eğlenme alanları olarak yabancı turist için de cazip kılınmış turistik bölgelere dönüştürülüyor; diğer bir deyişle kentin uzak ya da yakın tarihi farklı işlevlerle donatılarak yeniden tedavüle sokuluyor. Bu şekilde yüksek rant elde etme olanağını yitirmiş ancak bu potansiyeli barındıran kent parçaları yüksek gelir grupları açısından cazip kılınarak tüketime açılıyor (Smith, 1986, 2002; Weber, 2002; Ulusoy, 1998). Kentte varolan potansiyellerin yeniden canlandırılması yanı sıra yerel yönetimlerin daha büyük organizasyonlara ev sahipliği yapmak üzere devreye girerek uluslararası spor karşılaşmaları için stadyumlar, fuar alanları, Disneyland gibi ‘tema parkları’ ve eğlence mekanları ve özellikle turistler için güvenli alışveriş alanlarının yaratılmasına ön ayak oldukları gözlenmektedir (Sorkin, 1992; Gottdiener, 1995).

Öncelikle kapitalist batı kentlerinde yaşanan ve tarihi tekrar kent yaşamına dahil etmeyi de hedefleyen bu dönüşüm bir dizi ekonomik, politik ve ideolojik etmenin sonucuydu. Türkiye kentlerinde batı kentlerindeki gibi sanayinin yer değiştirmesinden kaynaklanan ciddi nüfus ve sermaye kayıpları yaşanmamıştı ancak kentlere hem yerli hem yabancı turistleri çekmek ve bu yolla kentin gelişmesini sağlamak öncelikli hedeflerden biri haline geldi. Pek çok kentte tarihi mekanların öne çıkarıldığını, farklı geleneklerin, yeme içme kültürünün festivallerle tanıtılmaya başlandığını, hatta reklam panolarında kentlerin yeni imajlarının yer aldığını, bazı mekanları tatil, spor ya da kongre merkezleri olarak küresel turizm sektörünün bir parçası haline getirilmeye çalışıldığını gözlemlemeye başladık. Kentlerin kendi içinde nasıl dönüştüğüne bakıldığında ise batı kentlerindekine benzer bir biçimde, eski tarihi merkezlerde yaşayanların zaman içinde buraları terk ederek kentin daha modern ve prestijli kabul edilen konut alanlarına kayması ve bu mekanların toplumun daha dar gelirli kesimlerinin kullanımına bırakılması ya da eski dokunun yıkılıp apartmanlaşarak sıkışık apartmanlaşma düzenine geçmesi ve kimliksizleşmesi süreci pek çok kentte görülen bir olguydu. Bunun yanı sıra özellikle büyük kentlerde yüksek gelirli profesyonel hizmetlerde çalışan, büyük şirketlerde önemli görevler üstlenen ya da tüketim kalıplarıyla diğer kesimlerken farklılaşmayı özleyen yeni orta sınıfın ortaya çıkışı, kent hizmetlerinin daha yüksek kalitede sunulduğu ve farklı, ‘özgün’ mekanların bulunduğu, turistler için de cazip hale getirilen tarihi merkezlerin ve bunlara yakın konut alanlarının cazibesini de arttırdı ve bu bölgelerde ciddi bir el değiştirme ve yenileme çalışmaları başladı. Dolayısıyla, her ne kadar bu tür eğilimleri besleyen faktörler batıdaki örneklerden farklılıklar gösterse de, benzer gelişmeler Türkiye’deki pek çok kentte de gözlenir oldu.

ORTAYA ÇIKAN SORUNLAR VE MEŞRUİYET PROBLEMİ

Özetleyecek olursak, yukarıda sıraladığımız, pek çok dinamiğin yan yana gelmesiyle ortaya çıkan kentsel turizm ve bununla birlikte ortaya çıkan büyük çaplı kentsel gelişme projeleri pek çok kentte yaşanmakta olan ekonomik gerilemeyi telafi etmek üzere, ‘yeni kent politikası’ olarak gündeme geldi ve önemli bir rol üstlendi. Dolayısıyla kentler, yeterince değerlendirilmeyen kaynaklarına yatırım yaparak ya da çekiciliklerini arttırmak üzere yeni kimlikler ‘imal ederek’ hem küresel turizmde kendilerine tanımlı nişler aramaya başladılar hem de kent içinde rantını kaybetmiş birtakım potansiyel alanlar yeniden devreye sokularak rantın yeniden dağıtımı sağlanmış oldu. Sanayinin ya da orta ve üst gelir gruplarının terk ettiği kentsel alanlar rant kazanma ve gelir getirme kapasitelerinin azalmasıyla çöküntü alanlarına dönüşmüştü. Kentteki konumları ya da mimari özellikleri nedeniyle dönüşüm potansiyeli olan bu tür alanlar kaybettikleri rantı yeniden kazanmak üzere, daha üst gelirli nüfusu çekebilmek için ya ‘soylulaştırılarak’ konut alanları olarak yeni kullanıcılara açıldılar ya da orta ve üst gelir gruplarına hitap eden ticari ve turistik odaklar haline getirildiler.

Her ne kadar bu gelişmeler tarihi kent yaşamına dahil etmek ve çürümeye terkedilmiş alanları yeniden kazanmak türü söylemler çerçevesinde ‘kamu yararına’ dayandırılmaktaysa da, gerçekte söz konusu olan, dünyadaki pek çok örnekte görüldüğü gibi, özellikle neo-liberalizmin ön plana çıktığı bu zaman diliminde bu tür dönüşümler, rantları arttırmanın bir aracı olarak işlev görmektedir ve bunun doğal bir sonucu olarak da rasyonalitesi belirli bir mekanı üst-gelir gruplarına açmaya dayanır. Bu daha çok seçilmiş bir ‘orta ve üst-sınıf demokrasisi’ olarak devreye girer ve çok daha az demokratik ancak çok daha elit bir karar üretme ve uygulama süreçleriyle gerçekleşir; çoğunlukla ortaya çıkan ise güvenlikli ve kentin yoksulluğunun dışlanabildiği ve görünmez kılındığı adaların yaratılmasıdır. Sonuç olarak da kamu tarafından bu tür projelere aktarılan kaynaklar, toplumun yoksul kesimlerinin ihtiyaçlarının karşılanmasına ayrılacak paydan kesilerek sağlanmakta ve bu önceliğin meşruluğu, uzun vadede herkesin yararına olduğu iddia edilen kentsel kazançla açıklanmaktadır. Ancak rantın doğrudan ya da dolaylı olarak belirli kesimlere aktarılması ve kamuya dönmemesi sonucunda, elde edilen kazancın ne kadarının toplumun ihtiyaçlarına döndüğü kuşkuludur (Swyngedouw, vd., 2002). Diğer bir deyişle, burada tanımlanan ‘kamu yararı’ kavramı refah devleti zamanında tanımlanandan farklı özellikler göstermektedir ve rantın aktarıldığı ya da hizmet götürülen kesimler farklıdır. Tarihi kente dahil etmek ve farklılıkları yan yana barındırmak gibi bir misyonu yüklenmiş gibi görünen ve projeler bağlamında sürdürülen bu tür uygulamalar, özellikle güç dengelerinin son derece eşitsiz olduğu durumlarda bu eşitsizliği daha da artırmaya doğru evrilir ve ortaya çıkan sonuç farklı tarafların ortak kararlarına ve uzlaşmasına dayanmadığı için de yalnızca belirli grupların kısa vadeli çıkarlarının bir yansıması olarak ortaya çıkar ve kentin bütünlüğünden koparak adalaşmasına, müzeleşmesine ya da bazı toplumsal kesimleri dışlayıcı unsurlar olarak işlev görmesine neden olur. Dolayısıyla, böyle bir dönüşümün pek çok örnekte ekonomik rasyonelini, koruma başarısını ve etik olarak meşruiyetini tartışmak güçleşir.

Burada söz konusu edilmesi gereken bir başka konu ise, bu yeni yaklaşımın, modernizmin standartlaştıran tutumuna karşı yaratıcı bir çaba gibi görünse de, şiddetle eleştirdiği standart modelin yeni bir çeşitlemesi olarak ortaya çıkmasıdır. Pek çok örnekte bu model, eski kent dokusunun müzeler, alışveriş merkezleri, oteller, veya rekreasyon ve eğlence merkezleri gibi turistik çekim alanlarına dönüşmesi şeklinde uygulandı (Beauregard, 1998; Judd, 1999; Fainstein ve Judd, 1999). Üstelik, herhangi bir yerde başarılı olan bir model, bağlamdaki farklılıklar göz ardı edilerek, olduğu gibi tekrarlandı.  Bu konuda, kentsel mirasın yeniden değerlendirilmesi girişimlerinin, modernizme yönelik en önemli eleştirilerden biri olan tepeden inmeci ve indirgeyici bir zihniyeti temsil ettiği kanısındayız. Son yıllarda bu konuda yapılan araştırmalar, kentsel dönüşümlerde çeşitli ortaklıkların, katılım modellerinin ve süreçteki tüm aktörlerin temsilinin önemini vurgulamaktadır. Ancak dünyanın farklı kentlerindeki uygulamaların çoğunda, aslında kararların, hala tepeden inmeci ve güç hiyerarşisinde ekonomik ve politik kaynaklara çok daha kolay ulaşabilir kesimlerin denetiminde olduğu gözlenmektedir; diğer bir deyişle ittifaklar ve rant bölüşümü dönemin hiyerarşik olarak güçlü olanlarının arasında olmaktadır; dolayısıyla bu uygulamalardan etkilenecek diğer aktörlerin temsili açısından meşrulukları sorgulanmaya açıktır (Smith, 2002). Modernist tavır, karmaşıklıkların, düzenli ve başedilebilir çevreler yaratmak üzere törpülenmesini gerektirir. Mekanlar bir toplumsal proje uyarınca, başka bir deyişle, araçlar  amaçlara göre belirlenerek düzenlenir. Dolayısıyla, hedefin tanımlanmasında özgün durumları  ve potansiyelleri dikkate alan bir uzlaşma aranmaz. Dolayısıyla, farklı uygulamalar içerdiği iddialarına karşın her iki yaklaşım da, pek çok örnekte görüldüğü gibi ortaya benzer karar ve uygulama süreçleri; aynı zamanda da, bu genellemelerin dışında kalan örnekler olmasına rağmen, pek de yaratıcı olmayan çözümler çıkarmaktadır.

Bir başka sorun alanı ise tarihi çevreyi koruma misyonuyla ilgilidir. Turistik amaçla yapılan çoğu gezide kişilerin ya da grupların mekanla kurdukları ilişki ‘sadece bakma/seyretme’ ile sınırlıdır (Boyer, 1992; Urry, 1990, 1995). Ancak turistlerin gerçekten korunmaya çalışılmış bir tarihi alanla bir tiyatro sahnesi dekoruyla sunulmuş bir mekanı bir iki gün içinde ayırdetmeleri çok mümkün değildir; dolayısıyla bu sorumluluk bu kentin tarihini bilen ve bu tarihi olabildiğince koruyarak yeni nesillere aktaracak kişilere düşmektedir. Bu noktada bu tür bir korumanın etik olarak tartışılması ve meşruiyetinin sorgulanması gerekmektedir (Erendil ve Ulusoy, 2002). Ancak, tarihi mekanların restore edilerek yeni işlevlerle birlikte korunması söz konusu olduğunda hemen hemen tüm öneriler ‘koruma’ retoriği ve onun ‘siyaseten doğru’ kalkanını kullanmaktadır. Oysa restorasyonun kimin tarafından gerçekleştirileceği, nasıl bir yaklaşım izleneceği, ne derece bir müdahalenin kabul edilebilir olduğu, uygulanan restorasyonun hangi ölçüde yapıların ‘orijinal’ durumlarına sadık kaldığı önemli ve irdelenmesi gereken sorulardır. Ancak fiziki korumaya yönelen kaygılar, yasal çerçevenin tanımlılığı, izlenecek prosedürün netliği, restorasyonda mali kaynaklara erişim olanakları, ve bütün bu konudaki bilgi ve birikimin yetkinliği gibi sorunların kompleksliğini örtmektedir. Ayrıca, tarihi mirasın fizikselliği üzerine yapılan vurgu, hiyerarşik olarak farklı güç dengelerine sahip aktörleri ve bunların dönüşümün yönünü etkileme potansiyellerini göz ardı etmektedir. Bu aktörler, dönüşümü kentteki çok farklı grupların yararlanabileceği, tarihin farklı dönemlerini olabildiğince ortaya çıkaran bir koruma anlayışıyla diğer nesillere devredebileceği gibi, kısa vadeli çıkarları destekleyerek varolan mekansal değerlerin yozlaşmasına ve kabul edilemez restorasyon uygulamalarına yol açacak bir biçimde yönlendirebilirler. Öncelik çevrenin ve yapıların turistlere çekici gelecek şekilde restore edilmesi olduğunda tarihin kolaylıkla göz ardı edilebildiği ve karın ön plana geçtiği görülmektedir. Dolayısıyla, özellikle tarihi bir alandaki dönüşüm söz konusu olduğunda sadece bu alanın fiziki potansiyellerini değerlendirmek yetmez; aynı zamanda bu dönüşümden etkilenecek aktörlerin nitelikleri, bunlar arasındaki güç hiyerarşisi ve bu hiyerarşinin hangi koşullar altında hangi yönde değişeceğinin fark edilmesi gerekir. Diğer bir deyişle varolan koşullar içerisinde bu güç ilişkilerdeki eşitsizliğin artıp artmayacağı düşünülmeli ve aktörlerin güçlerini eşitleyecek mekanizmaların ve güçlendirme (enabling) araçlarının keşfedilmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde evrensel ve yerel değerler üzerinde toplumsal olarak uzlaşılmış gelişme yönünün gerçekleştirilmesinde ve istenmeyen yönlerde gelişmesinin engellenmesinde gerekli araçlar da bize sunulmuş olacaktır.

Kentlerin imajlar yoluyla pazarlanmasının ve turizme açılmasında dikkat edilmesi gereken bir başka unsur daha devreye girmektedir. Son yıllarda dünyanın az çok her kentinde gözlenen eğilim, kentlere geçmişin izlerinden seçilmiş bir kimlik imal etmek, bunu ortalama bir turist tarafından talep edilen imaja göre değiştirmek ve reklamlar yoluyla da bunu dünyaya tanıtmaktır (Halcomb, 1993; Sadler, 1993). Bir yerin birden fazla anlamı vardır ama bir takım ‘kent mitleri’ yaratma eğilimi sonucunda yalnızca bir imaj ortaya çıkarılmakta ve kentlerin çok kimlikli yapısı indirgemeye uğramaktadır (Goodwin, 1993). Bir yerin kültürü, o yerin tarihi ve orada yaşamış olan insanlarla çok yakından ilişkilidir. Ancak bir yerin pazarlanması sırasında tarihten o gün için önemli olan hikayeleri seçerek tarihi manipüle etmek aynı zamanda da kültürü manipüle etmek anlamına gelir ve böyle bir yaklaşım tarihte yaşanmış çelişkileri ve gerilimleri de göz ardı eden bir sorumsuzluğa yol açmaktadır (Philo ve Kearns, 1993). Tarihi bu şekilde ‘temalaştırma’, bir tür ‘miras endüstrisi’ne dönüşürken aynı zamanda da tarihle ilgili bir takım fantaziler yaratmaya doğru da evrilebilir (Sorkin, 1992). Diğer bir deyişle tarih düz bir çizgide ilerlemekten çok, çeşitli tesadüflerle, o zamana ve mekana ait koşullarla yoğrularak ve tarafların yaptıkları seçimlerle ilerlemektedir ve bu tarihi indirgeyici bir sebep sonuç ilişkisi içinde kavramaya çalışmak yanıltıcı olabilir. Böyle bir süreç içinde tarihin derinlemesine algılanma olanağı yok olurken, yeniden yaratılan tarih de bir tür ‘kostümlü bir tiyatro oyununa’ dönüşebilir (Hewison, 1987). Dolayısıyla, hangi tarihi korumak üzere seçtiğimiz tarihin ne olduğu ve bunu ne amaçla yaptığımız, diğer bir deyişle ‘otantiklik’ kavramı ile ne kastettiğimiz içinde bulunduğumuz zaman ve mekanın kültürel, politik ve ideolojik bağlamında ortaya çıkmaktadır ve aslında çok tartışmalı bir konudur. Bu konu çok önemli olmakla birlikte pratikteki uygulamalarda çok az söz konusu edilmekte ve korunması gereken alanlar çoğunlukla ortalama bir turistin taleplerine göre şekillendirilmektedir. Bu süreçteki ironi de, bir yerin kendine özgü tarafları ön plana çıkarılmaya çalışılırken her yerde benzer bir dil kullanılması nedeniyle aynılık ve bir tür konformizme yol açmaktadır. Bir dilde kullanılan işaret ve semboller, belirli kodlara sahip ideolojilerle yüklü bulunmaktadır ve günlük pratik içinde de bunlar içselleşmektedir. Bu kodlar medya ve reklam aracılığı ile dünya çapında yaygınlaşır ve ortalama bir turistin beklentilerini de dünya çapında yaygınlaşan turizm endüstrisinin gereklerine uydurur (Gottdiener, 1995; Urry, 1995). Bu durum, yerel yöneticileri ve turizm yatırımcılarını da bir tür konformizme iterek, turist çekmek amacıyla başka bir yerde başarılı olmuş bir modeli aynen tekrarlamalarına yol açar (Fainstein ve Judd, 1999).           

Bu son derece düzenlenmiş turizmin yaygınlığının yanı sıra, her gün rastlananın dışında, daha ‘gerçek’ deneyimler yaşamak isteyen insanlar olabilir (MacCannell, 1976). Böyle bir deneyim ise birtakım ‘turist balonları’ içinde dolaşmak yerine, bir yerde yaşayanların, ‘yabancıların’ izleyip anlamasına kendini hemen açmayan günlük hayatlarını ve kentin değişik parçalarını yavaş yavaş keşfetmeyi içerir (Judd, 1999); yani müzeleşmemiş bir günlük yaşam deneyiminden çıkan gerçek hayat hikayeleri, yaşam biçimleri ve kültürlerin keşfi... Ancak böyle bir çoklu, bazı tarafları daha az düzenlenmiş ve biraz da hayatın gelecekteki seyrine bırakılmış bir öneri getirildiğinde, kamu ve özel alanların birbirinden ayrıştırılması gibi bir sorunla da karşılaşmaktayız. Eğer ‘gerçek’ yaşam deneyimi gibi bir şeyden söz edeceksek, o zaman bu mekana dışarıdan gelenler burada yalnızca kendi isteklerine göre hareket edemezler; dolayısıyla, taraflar arasındaki ilişki her birinin öncelikleri doğrultusunda bir uzlaşmayla gerçekleşecektir. Turistler için hazırlanan tiyatrovari bir ortamda dışardan gelenler kendilerini bir ‘ziyaretçi’den çok bir ‘tüketici’ gibi görmekte ve bu rasyonele uygun olarak hareket etmektedirler. Dolayısıyla, bu türlü çok aktörlü bir modelde ziyaret eden ve edilen arasında çok hassas bir denge sağlanmalı ve bu dengenin her aşamada ve zaman içinde yeniden tanımlanması gerekmektedir; dolayısıyla bu tanımlar eşit tarafların birbirlerine karşı koyacakları bir takım koşullar olarak ortaya çıkacaktır ve herkes birbirinin alanına ancak ötekinin rızasıyla girebilecektir. Bugünün tüketim toplumunda tüketici/müşteri velinimet olarak kabul edilmekte ve talepleri hiç koşul koymadan yerine getirilmektedir. Bu durum tarihi çevreler söz konusu olduğunda çok sakıncalı bir duruma yol açmaktadır; bu tür durumlarda ‘müşteri’ye, burada sadece bir ‘ziyaretçi’ olduğu bilinciyle hareket etmesini sürekli hatırlatacak bir dilin ve bu dile ait kodların oluşturulması gerekir. Taraflar arasındaki dengenin ne olacağına ancak taraflar karar verebilir ve farklı bağlamlarda bu kurallar de değişebilir. Ancak böyle bir bilinç içinde hareket edilirse, gerçek bir yaşam deneyimi yaşamak isteyenlerin tuhaf ve oraya buraya çekiştirilen konumundan kurtulması ve onlara sunulan kadar bir otantikliğe karşıdakini çok zorlamadan ve onun izin verdiği ölçüde tanık olunması sağlanabilir. Dolayısıyla ziyaret edilenin de kendisi için uzun vadede yararlı olanın ne olduğu konusunda düşünmesi ve buna yönelik kuralları, bir yere ait olmanın ve koruyarak sürdürmenin bilinciyle, birlikte koyması gerekmektedir. Yani karşıdakinin sınır bilmezliğini yaratan biraz da kendini korumaması ya da güçsüz olmasıyla ilişkilidir. Farklı tarafların güçlerini eşitlemeye çalışmak, geleceğin, birbirini yok etmeden, herkes için daha sağlıklı bir şekilde kurulmasına yardımcı olacaktır. (Türkün ve Ulusoy, 2004). 

KAYNAKÇA:

Beauregard, R., 1998, “Tourism and economic development policy, The Economic Geography of the Tourist Industry içinde, D. Ioannides ve K.G. Debbage (der.), London: Routledge, 220-234.

Boyer, M. C., “Cities for sale: Merchandizing history at South Street Seaport”, in Variations on a Theme Park, M. Sorkin (der.), New York: Hill and Wang, 181-204.

Bozdoğan, S. ve Kasaba, R., 1998 (der.) Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Bozdoğan, S., 2002, Modernizm ve Ulusun İnşası, İstanbul: Metis Yayınları.

Erendil, A.T. ve Ulusoy, Z., 2002, The Re-invention of Tradition as an Urban Image, Environment and Planning B – Planning and Design, 29, 655-672.

Fainstein, S.S. ve Judd, D.R., 1999, “Global forces, local strategies, and urban tourism”, The Tourist City içinde, D.R. Judd, S.S. Fainstein (der.), Yale University, 1-17.

Goodwin, M., 1993, “The city as commodity: the contested spaces of urban development”, Selling Places: The City as Cultural Capital Past and Presentiçinde, G. Kearns ve C. Philo, Oxford: Pergamon Press, 145-162.

Gottdiener, M., 1995, Postmodern Semiotics, Oxford and Cambridge: Blackwell.

Harvey, D., 1987, “Flexible accumulation through urbanization: reflections on post-modernism in the American city”, Antipode, 19, 260-86

Harvey, D., 1989, The Postmodern Condition, Basil: Blackwell.

Hewison, R., 1987 The Heritage Industry, London: Methuen.

Jacobs, J., 1961 The Death and Life of Great American Cities, New York: Vintage Books.

Judd, D.R., 1999, “Constructing the tourist bubble”, The Tourist City içinde, D.R. Judd ve S.S. Fainstein (der.), Yale University, 35-53.

Kasaba, R., 1997, “Certainties and Modern Ambiguities”, Rethinking modernity and the National Identity in Turkey içinde, S. Bozdoğan ve R. Kasaba (der.), Seattle, London: University of Washington Press, 15-36.

MacCannell, D., 1976, The Tourist: A New Theory of the Leisure Class, New York: Schocken Books.

Philo, C. ve Kearns, G., 1993, “Culture, history, capital: a critical introduction to the selling of places”, Selling Places: The City as Cultural Capital Past and Present içinde, G. Kearns ve C. Philo, Oxford: Pergamon Press, 1-32.

Sadler, D., 1993, “Place-marketing, competitive places and the construction of hegemony”, Selling Places: The City as Cultural Capital Past and Presentiçinde, G. Kearns ve C. Philo, Oxford: Pergamon Press, 175-192

Smith, N. 2002, “New Globalism, New Urbanism: Gentrification as Global Urban Strategy”, Antipode, 34, 427-450.

Smith, N., 1986, “Gentrification, the frontier, and the restructuring of urban space”,Gentrification of the City içinde, N. Smith ve P. Williams, London: Allen and Unwin, 15-34.

Sorkin, M. (der.), 1992, Variations on a Theme Park, New York: Hill and Wang.

Swyngedouw, E., Moulaert, F. ve Rodriguez, A., 2002, “Neoliberal Urbanization in Europe: Large-Scale Urban Development Projects and the New Urban Policy”, Antipode, 34, 542-577.

Tekeli, İ., 1987, “Kent toprağında mülkiyet dağılımı ve el değiştirme süreçleri”, Ankara: 1985’den 2000’e içinde, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Ankara, 87-104.

Tekeli, İ., 1998, “Türkiye’de Cumhuriyet döneminde kentsel gelişme ve kent planlaması”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1-24.

Tekeli, İ., 2001, Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitabevi Yayınları.

Türkün, A. ve Ulusoy, Z., 2004, İronik Karşılaşmalar: Kale’nin Kentle ve Kentin     Kale’yle İki Karşılaşması, Şehrin Zulası: Ankara Kalesi içinde, İletişim, 221-286.

Ulusoy, Z., 1998, “Housing rehabilitation and its role in neighborhood change: a framework for evaluation”, Journal of Architectural and Planning Research, 15:3, 243-257.

Urry, J., 1990, The Tourist Gaze: Leisure and Travel in Contemporary Societies, London: Sage Publications.

Urry, J., 1995, Consuming Places, New York: Routhledge.

Wright, G., 1991, The Politics of Design in French Colonial Urbanism, Chicago, London: The University of Chicago Press.

Yavuz, E., 1984, 19.Yüzyıl Ankara’sında Ekonomik Hayatın Örgütlenmesi ve Kent-İçi Toplumsal Yapı, Tarih İçinde Ankara içinde, ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara, 195-208.

Zukin, S., 1991, Landscapes of Power, Berkeley: John Hopkins University.

Ek bilgiler

  • Yazar: Asuman Türkün
  • Yıl: 2003