Türkiye'de de acımasızca ilerleyecek olan bu sürecin hızlandırılması noktasında 2000 yılından itibaren büyük bir mesafenin katedildiği söylenebilir. İçinde bulunduğumuz yıl bir çok açıdan ülke tarımı ve üreticileri açısından dönüm noktası niteliği taşıyor. IMF'ye verilen niyet mektupları, içinde bulunduğumuz 2002 yılında destekleme alımlarına, taban fiyatı açıklamalarına son verileceğine, tarımsal KİT'lerin hızla özelleştirileceğine dair taahhütlerle dolu. Bu taahütlerin yerine getirilebilmesi için bugüne kadar yapılan ve altyapı niteliği taşıyan çalışmalar ve uygulamalar (çıkarılan yasalar, oluşturulan kurullar, düşük taban fiyat uygulaması vb.) bile sürecin sonundaki "acı meyveleri" göstermeye başladı.
Yüz binler tarımdan koparılacak
Tarımsal dönüşüm süreçleri hızla ilerliyor; şeker ve tütün yasaları çıkarıldı, özelleştirmeler sürüyor, destekler ortadan kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği uygulamasına geçildi, birliklerin tasfiyesine yönelik düzenlemeler yapıldı vs. Bu yasaların doğuracağı sonuçlara bakarak dahi, tarım yapıda nasıl bir değişimin yaşanacağını öngörmek mümkün.
Meclis geçmiş dönemde IMF'ye verdiği taahhütlerini yerine getirdi ve Şeker Kanunu çıkardı. Bu kanuna göre Şeker Kurulu oluşturuldu. Oluşturulan bu kurul şeker piyasasında tek yetkili organ kılındı. Artık devlet, 2002-2003 üretim döneminden itibaren fiyat açıklamayacak. Kurul piyasayı düzenleyecek. Şeker pancarı üretimine istediği kadar kota getirecek. Böylece kurul ihtiyaç fazlası şeker üretimine son verecek ve "devleti zarardan" kurtaracak. Fakat özelleştirilen fabrikaların tahminen yüzde 10'u kadarının üretime devam edeceğini, geriye kalanların ise kapatılacağını şimdiden görmek mümkün. Çünkü bu fabrikaları satın alacak olan ve amaçları karlarını maksimize etmek olan şirketler bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için öncelikle şu kriterleri arayacaklar:
-Fabrikanın günlük işleme kapasitesinin 6 bin tonun üzerinde olması;
- Fabrikanın pancar kalitesi ve verimi yüksek olan ve aynı zamanda da üretilen şekerin en az masrafla pazara ulaştırabileceği bir bölgede kurulmuş olması.
Bu kriterlere en uygun olan fabrikalar ise İç Anadolu Bölgesi'ndeki bulunuyor ve bu nedenle de özel şirketler bu bölgedeki fabrikaları tercih edecekler. Bu bölgenin dışında tercih yapan şirketlerin şeker üretim dışında amaçlarının olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fabrikalar üretimden çekildikçe de şeker pancarı üretimine getirilen kotalar daha da artırılacak. Süreç yüz binlerce pancar üreticisinin üretimden çekilmesine, bir kaç milyon dekarlık alanın, kendisinden sonra tarlaya ekilen tüm ürünlerin verimliliğini artıran bir üründen mahrum olmasına doğru hızla ilerliyor. Bu aynı zamanda taşımacılık sektörünün yıllık, yaklaşık olarak 15 milyon tonluk bir yük potansiyelini, hayvancılık sektörünün ise (şeker pancarının posasından yem üretildiği için) önemli bir girdisini kaybetmesi demek. Tüm bunların doğal sonucu olarak şeker fabrikalarında çalışan 30 bin işçi de işini kaybedecek.
Türkiye için sosyo-ekonomik açıdan çok önemli bir yeri olan tütün sektöründe yapılan düzenlemeler de benzeri sonuçlar doğuracak. Ülkenin bir çok bölgesinde 300 bin hektarın üzerinde bir alanda yaygın olarak üretilen tütün 500 bin üretici ailenin yanında, taşıma, pazarlama, işleme alanlarında çalışanlarla birlikte 3 milyon civarındaki kişiyi yakından ilgilendiriyor. Kendilerine pazar arayan tütün tekellerinin Türkiye'de edindikleri payı yeterli görmeyerek, pazarın tümünü ele geçirme girişimlerinin bir sonucu olarak, kamuoyunda Tütün Yasası olarak bilinen yasa Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in haklı veto gerekçelerine rağmen çıkarıldı. Yasanın taşıdığı hükümlerden önemli olanlarını ve doğuracağı sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
- Yasanın gereği olarak Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu ve kurumun karar organı Kurul oluşturuldu. Son derece geniş yetkiler verilen bu Kurul, sigara üretim ve pazarlanmasında özel kuruluşların taleplerinin belirleyici olması için oluşturuldu. Hükümet ve işveren ağırlıklı oluşturulan Kurul, tütün ekim belgesinden üretim, satış ve uygunluk belgesine, personel atamalarından ithalata izin vermeye kadar sektörle ilgili her türlü belirleme yetkilerine sahip olacak.
- Yasaya göre tütün üretimi ancak gösterilen ilçelerde, yönetmelikle belirlenen menşei ve tipte olmak kaydıyla yapılabilecek. Böylece hem mekan hem de tür sınırlamasına gidilirken ''ekim belgesi'' gibi idari müdahalelerle ayrıca alan ve miktar sınırlamaları getirilmektedir.
- Üretici tütünleri, yazılı sözleşme esası veya açık artırma yöntemiyle alınıp, satılacak. Sözleşmeli üretimde tütün fiyatı üretici ile tüccar arasında varılan uzlaşmaya göre saptanacak. Yazılı sözleşme dışındaki üretici tütünleri, açık artırma merkezlerinde açık artırma yöntemiyle alınıp, satılacak.
- Yasa bundan böyle tütün için kamu tarafından destekleme alımı yapılmasını ortadan kaldırıyor
- TEKEL'in KİT statüsünden çıkarılarak İktisadi Devlet Teşekkülü statüsüne sokulmasını öngören yasa, bu kurumun özelleştirilmesi sürecini de başlatıyor. Tütün üreticisi gelir kaynağını kaybedecek, TEKEL'de çalışan işçi ve memurlar işini kaybedecek.
- Yasayla sigarada 2 milyar adet, diğer tütün ürünleri için 15 bin ton olarak belirlenen fiili üretim miktarı ölçüsü, beşinci takvim yılı sonuna kadar belirli oranda düşürülüyor. Altıncı yıldan itibaren ise tamamen sınıflanması söz konusu. Bu beş yıl boyunca piyasaya hakim olan şirketlerin, piyasa egemenliklerinin garantilenmesinden sonra hiç üretim yapmasalar bile diledikleri kadar ithalat gerçekleştirip, diledikleri fiyattan satabilmeleri anlamına geliyor. Böylesi bir durumda ülkede hiç tütün üretilmesine gerek kalmayabilir.
Ülkede tütün üretilmemesini pek önemsemeyen hükümet tepkileri bertaraf etmek için, üreticilere tütün ekilmeyen alanlarda, tütün yerine alternatif ürüne yönlenmelerini öğütlüyor. Oysa, Avrupa Birliği Tarım Komisyonu tarafından bile tütün üretilen arazilerde alternatif tarımsal üretimin mümkün olmadığı, bu nedenle AB ülkelerinin tütün ekimini desteklemesi gerektiğini belirtiyor. Türkiye'nin kıraç topraklarında yetiştirilen tütüne karşı ekonomik açıdan mümkün bir alternatif bulunmamaktadır.
Tütün ve şeker dışındaki tarımsal üretim açısından da durum farklılık arz etmemektedir. Hızla yüz binlerce insan tarım dışına itilmektedir.
Tüm bunlar 1980 yılında başlatılan tarım kesiminden sanayiye kaynak aktarma sürecinin artık uluslararası sermayeye kaynak aktarma biçimini aldığının göstergesidir. 1980'li yıllarda başlatılan sanayi kesimine kaynak aktarma politikalarının doğal bir sonucu olarak iç ticaret hadleri tarım aleyhine belirgin bir şekilde bozulmuştu.
Bağımsız çiftçiliğin ve küçük üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda, çiftçinin eline geçen fiyatlarla çiftçinin sanayi kesimine ödediği fiyatlar arasında oluşan makasın hareketleri, sanayi sermayesi ile köylü arasındaki bölüşüm ilişkilerinin seyrini belirler. Bu makasa iç ticaret hadleri veya tarımın ticaret hadleri denilmektedir. Tarımın ticaret hadlerinin bozulması, bölüşüm ilişkilerinin çiftçi aleyhine, sanayi sermayesi lehine dönüştüğünü ifade eder. 1980 yılındaki dünya piyasalarında tarım ticaret hadleri yüzde 32 düzeltilirken Türkiye'de yüzde 17'lik bir gerileme meydana gelmiştir. 1986-88 yılları içinde de dünya piyasalarında tarım ticaret hadleri ilerleme mevcutken Türkiye'de yüzde 20'lik bir gerileme yaşanmıştır. Tarımsal fiyatların derin bir aşınmaya uğraması çiftçinin yatırımlarını da aşındırmıştır. Normalde traktör türü sabit sermaye yatırımlarının aşınmasının sonucu olarak emek veriminin düşmesi gerekirken, 1989-90 yılları arasında tarımdaki emek veriminde küçümsenmeyecek oranda bir ilerleme gerçekleştirilmiştir. Bu, olumsuz fiyat hareketleri karşısında yatırımları geriletmek zorunda kalan çiftçinin, aile tüketiminden kısarak ve aile emeğini daha yoğun bir biçimde üretime yönelterek tarımsal verimi artırmış olduğu anlamına gelmektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki sendikal hareketin 1988 bahar eylemleriyle emek piyasalarında güçlerini hissettirmeye başlaması ve seçim ekonomisinin de etkisiyle reel ücretler kamu sektöründen başlayarak artırılırken, 1989 yılından itibaren tarımsal destekleme fiyatları da yükseltilmiştir. Bu, daraltıcı istikrar politikalarından dönülerek, iç pazarın genişletilmesi yoluyla sermaye birikiminin sürdürülmeye çalışıldığının bir göstergesidir. Fakat bu çok uzun sürmedi ve 1994 krizinden sonra hızla bu politikalar terkedilirken, ürün fiyatları iyice geriledi. Bu süreci Dünya Bankası ve IMF politikalarının tarım kesimini piyasa güçleri karşısında iyice savunmasız bırakması sonucu doğuracak olan süreç izledi. Geçmiş yıllarda olağanüstü direnme gücü ve gizli rezervleri sayesinde ayakta kalabilmeyi başaran köylü tarımı yeni süreçte ise hızla tarımsal üretimden uzaklaşıyor. Bu uzaklaşmanın sonucu olarak üretim bir hayli azaldı. Üretimin düşmesiyle birlikte, tarımın katma değer payı, toplam katma değer içinde giderek geriledi. Tarım ürünleri ihracatında büyük düşüş yaşandı. Ocak 1999 ile Ekim 2000 arasında tarım ürünleri ihracatında kaydedilen düşüş oranları şöyle: Tütün ve tütünün yerine geçen işlenmiş maddeler yüzde 27.6, tahıllar yüzde 14.2, yenilen sebzeler, bazı kök ve yumrular yüzde 9.3, yenilen meyveler, turunçgiller, kavun, karpuz yüzde 24, yağlı tohum ve meyveler yüzde 37.5, pamuk ipliği ve pamuklu mamuller yüzde 9.3. Canlı hayvan ihracatı ise neredeyse sıfırlanmış, düşüş yüzde 96.5.
Yapılan alan çalışmaları artık varlıklı kırsal katmanların sermaye birikim potansiyelini tarım dışına kaydırmaya başladığını ve tarımdaki tüm katmanlara mensup ailelerde yoğun göçlerin yaşandığını ortaya koyuyor.
Tekellerin işçisi olayına doğru
Gelişmiş ülkelerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendi sanayilerini ve tüketicilerini beslemek amacıyla tarım üreticisi olarak görmek istedikleri Türkiye gibi ülkeleri, bugün, kendi tarımsal ürün fazlaları için cazip pazarlar olarak gördükleri, kendi üreticilerini günlük milyar dolarla desteklerken, azgelişmiş ülkelere desteklerin tasfiye edilmesi noktasında baskı yaptıkları bilinen bir gerçek. Ama, bir kez daha vurgulamak gerekir ki, gelişmiş ülke ve uluslararası finans kuruluşlarının politikalarına damgasını vuran, dünya ölçeğinde yaşanan tekelleşme sürecinin kendi önündeki engelleri ayıklama dürtüsüdür.
Gelinen bu süreçte gelişmiş ülkelerde tarımsal desteklerin kaldırılması tarımsal tekelleri pek etkilemeyecektir. Üretimin girdisinden, üretiminden satışına kadar her türlü aşamasında kurumsallaşmış olan tekeller, destekten ve korumacılıktan yoksun bırakılmış üreticilerin kendisiyle rekabet edemeyeceğini bilmektedirler. Bu nedenle her türlü desteğin kaldırılmasını, gümrüklerin sıfırlanmasını, tarımdaki fiyatların rekabet koşulları içerisinde piyasa tarafından belirlenmesini talep etmektedirler. "Karşılaştırmalı üstünlükler" liberal teorisi ile (Bu teoriye göre her ülke hangi ürünü daha ucuza üretebiliyorsa, hangi ürünü üretmesi halinde diğer ülkelere göre avantaj elde edecekse o ürünü üretmeli) de az gelişmiş ülkeler ikna edilmeye çalışılmaktadır. Oysa küçük üreticilerin eşit koşullarda tekellerle rekabet edebilme şansı yoktur, küçük üreticiliğin, rekabet edebilmek için milyarlarca dolar harcama şansı da olmadığına göre, tarihe karışması kaçınılmaz olacaktır.
Bu tarihe karışma gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerlidir. Avrupa Birliği (AB) içerisinde tarıma yönelik muazzam bir destek olmasına, ihracat sübvanse edilmesine rağmen tarımdaki liberalizasyona şiddetle karşı çıkan örgütlenmelerin mevcut olmasının kaynağında bu gerçeklik yatmaktadır. AB içerisindeki bu örgütlenmeler incelendiğinde bunların küçük üreticilerden oluştuğu görülmektedir. Bu üreticiler tarımsal alanın libarelleştirilmesi ile birlikte AB ve ABD'li tekellerle rekabet edemeyeceklerini görmektedirler.
Bu gerçekliğin görülmesi şu soruyu beraberinde getirmektedir: Küçük üreticiliğin yani aile tarım işletmeciliğinin tasfiye olmasıyla birlikte boşalan tarımsal alanlar sanayi ve ticaret sermayesi tarafından satın alınıp kapitalist üretim çiftlikleri mi kurulacak? Tabi ki tekellerin kuracakları kapitalist çiftlikler de olacak. Buralarda geçmişin üreticileri ırgatlık yapacak. Ama tekellerin tüm toprakları ailelelerden satın alması beklenemez.
Tarımda yaşanacak sosyoekonomik gelişmelerin tahmin edebilmesi noktasında ABD'de yaşanan süreç önemli deneyim sunmaktadır. Bu ülkede tarımın büyük bir kısmı dev tekellerin elinde.
Tarımsal üretimin geriye kalan küçük bir kısmı ise bu şirketlere "Sözleşmeli Tarım" denen bir mekanizmayla bağımlı hale getirilmiş durumda olan üreticilerle yapılmaktadır. "Sözleşmeli Tarım" çiftçileri kendi mülkleri üzerinde tekellerin işçileri durumuna düşüren hukuksal bir bağlantı niteliğinde. Buna göre firmayla köylü arasında bir sözleşme imzalanıyor. Bu sözleşmeye göre üretici mülkiyeti kendine ait topraklarda tekel adına, tekelin istediği üretimi, tekelin istediği biçimde gerçekleştiriyor. Aile emeği ve dışarıdan kiralanan emek dışında her türlü girdi tekel tarafından sağlanıyor. Üretim süreci tekelin uzmanları tarafından denetleniyor. Bunun karşılığında üreticiye sözleşmede yazılı olan toplu bir miktar para veriliyor.
ABD'deki örnekler incelendiğinde üreticinin "Sözleşmeli Tarım" sonucu eline geçen para ile bağımlılığının pekiştirildiği görülmektedir. Üreticinin eline geçen miktar onu yoksulluktan kurtaracak bir miktar değil. Ekip biçebilmek için elinde hiç bir şeyi, en başta da temel üretim girdisi tohumu olmayan üreticinin yeniden sözleşme imzalamaktan başka çaresi yoktur. Burada üretici elinde toprağı olmasına rağmen bir işçi halindedir. Çünkü toprağında hangi ürünü, nasıl ekeceği, hangi gübreyi, ilacı, tohumu kullanacağı tekel tarafından belirlenmektedir. Üretici, ürününün fiyatı ve ürününü kime satacağı konusunda da bir hakka sahip değil çünkü ürününü direkt sözleşme imzaladığı tekele teslim etmek zorunda.
GAP bölgesinde de başını Koç Holding'in çektiği bir özel kesim gurubunca Sözleşmeli Tarım uygulaması başlatmıştır. Türkiye'de de artık-yaşanan sürece barikat kurulmadığı ve aksine bir gelişme yaşanmadığı sürece-küçük üreticilerin bir kısmı tasfiye olacak bir kısmı da sözleşmeli tarım işçisine "dönüşecek."