İşçi sınıfının ve sendikal hareketin durumu üzerine tartışmak, aslında ülkemizin 12 Eylül sonrası sınıf hareketi, toplumsal mücadele süreci üzerine tartışmak gibidir. Bu konu ise, sürekli köşeleri erozyona uğratılmış bir tartışma zeminine girmek demektir. Bu nedenle, konu üzerine tartışanların da, kendilerini tartıştığı bir süreçtir. Mesela bir sendikacı kalkıp, “örgütsüzüz” dediğinde, aynı zamanda kendi pratiğini de tartışmaya açmaktadır. Mesela bir sendikacı “AB’yi destekliyorum çünkü oradan işçi yasaları alanında özgürlükler gelecek” dedi mi, kendisi hakkında da “ileri” tezler ileri sürmektedir. Bu nedenle işçi sınıfı üzerine tartışmak, ister istemez, “aydınlar” üzerine de tartışmak demektir. Devrimci hareket üzerine tartışmak demek olduğu da açık.
Oysa bu konuda bir akıl tutulması olduğunu ileri sürmemiz, aydınlarımızın bugünkü durumunu anlamak açısından da uygun düşer. Kapitalist-emperyalist sistem, ne zaman yeni bir saldırıya başlayacaksa, her zaman önce bunun için ideolojik temeller oluşturur. Mesela 1850’lerde, belki daha önce de denilebilir, ama yuvarlak bir tarih olarak 1900’lerde, sömürgeciliği yaymak için adım attıkları her toprakta “medeniyet taşıyoruz” diyorlardı ve girecekleri her toprakta, kendilerinin “medeniyet taşıma” projelerine ortaklar buldular. 200 yıllık ABD, binlerce yıllık medeniyet beşiği olan pek çok ülkeye, modernleştirme ve medeniyet taşıma sloganı ile girmiştir ve bu konuda da bir ideolojik zemin hazırlanmıştır. 1940 sonrasında, sanki İkinci Dünya Savaşı’nda zafere ulaşan SSCB değilmiş gibi, tüm dünyada emperyalist yayılma “demokrasi ve kalkınma” perdesi ardında gerçekleştirildi. Katliamlarına “demokrasi” dediler ve egemen oldukları ülkelerde de bu konuda kendi Şkirlerini tartışan önemli çevreler oluşturdular. Ve SSCB’nin yıkılması sonrasında globalleşme üzerinde aynı saldırıyı sürdürdüler. Globalleşmenin ‘cezbedici’ bulutları dağıldığı için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
AKP, ANAP’tan devraldığı liberal miras ile “babalar” gibi önüne gelen her şeyi satacağını pervasız Maliye Bakanı’nın ağzından sermaye adına dile getirirken, ne yazık ki işçi sınıfı adına aynı “pervasızlıkta” bir cevap çıkmamıştır. Zira, Türkiye’de sendikalar özelleştirmenin arkasındaki felsefeyi tam algılayamamış, bu nedenle gereğince bir mücadele vermemiştir. Bu nedenle, sendikal politikalar ve işçi sınıfı adına bu “vahim” durumu soğuk kanlı olarak değerlendirmekte yarar var.
İşçi sınıfı ve sendikalar açısından bakıldığında özelleştirmenin ilk çağrıştırdığı şey işsizlik, düşük ücret ve sendikasızlaştırmadır. Bunlar işçi sınıfının doğrudan hissettikleridir. Bir de özelleştirmenin kimliksizleştirme, karaktersizleştirme ve benzeri dolaylı etkileri vardır ki bunlar sınıf bilinci açısından çok daha büyük önem taşır. Özelleştirmenin doğrudan ve dolaylı olarak işçi sınıfında yarattığı tahribat korku, umutsuzluk ve sınıf bilincini köreltmektir. Bu nedenle, özelleştirme, basit bir kamu malını, işletmesini özelleştirme olarak değerlendirilmemelidir.