2005 yılını, Avrupa’yı bildiğimiz Avrupa yapan temel paradigmaların, küreselleşme politikaları bağlamında çöküşünün bir dönüm noktası olarak tanımlamak mümkün. Modern demokrasinin unsurları arasında sayılan bizde de kısmen “muasır medeniyeseviyesi”nin referansları olarak kabul edilen –bir kısmının doğum tarihi 200 yıl önceye, bir kısmının da geçen yüzyıla kadar uzanan– “sosyal refah toplumu”nun, “hukuk devleti”nin, “toplu sözleşme süreçleri”yle belirlenmiş demokratik katılım olanaklarının, “çok kültürlülük”ün, “kişi hak ve hürriyetleri”nin, “din ve vicdan özgürlüğü” ile “laisizm”in temellerini sarsan gelişmelerin hepsi neredeyse 2005 yılında veya bu yılı da kapsamak üzere son iki yılda gerçekleşti.
Bu unsurlar, öteden beri modern demokrasinin olmazsa olmaz değerleri arasında sayılıyor ve kalkınma politikaları kapsamında da 20. yüzyıl modernleşmesinin başlıca ölçütlerini oluşturuyorlardı. Uluslararası Para Fonu’nun iktisadi ve politik yaptırımlarına maruz kalan kalkınmakta olan ülkelerin, yükümlülüklerini artırmanın bahanesi olan düşük karne notlarının açıklayıcısı da, Avrupa demokrasisini çağrıştıran “özgürlükler ve insan hakları”nın az gelişmiş ülkelerdeki eksik kurumlaşmasıydı daima. Yaşlı kıta, yaygın kanıya göre, bütün ulusların varması gereken toplumsal olgunluk düzeyinin temsilcisi, demokrasinin kalesi, refah toplumunun teminatı; yıkılmaz değerlerin bekçisiydi. İşte
son zamanlarda bu imgenin kendisi ve nesnesi tahtından devrilmiş durumda. Avrupa’da artık demokrasi ciddi bir kriz yaşıyor.
Türkiye geçtiğimiz yıl Avrupa Birliği uyum yasaları ile önemli demokratik reformlar yaptı. Ama bunların gerçek hayat içindeki yansımaları görülemedi. Hatta demokratikleşme sürecine yönelik, uygulamada belli bir dirençten söz etmek de mümkün. Son günlerde ise eski yasakçı eğilimlerde artış gözlenmeye başlandı. Yeni yasalarla düşünce ve ifade özgürlüğü açısından atılan olumlu adımlar geri alınmaya başlandı. Bu olumsuz gelişmenin altını çizme ve geri çevrilmesi gerektiğinin altını çizme durumundayız.
DÜNYADAKİ DURUM
Üyesi bulunduğumuz Uluslararası Yayıncılar Birliği (IPA), Uluslararası Yayınlama Özgürlüğü Komitesi aracılığıyla, Türkiye yanında, diğer ülkelerde de düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan uygulama ve yargılamaları takip etmektedir. Bunlar arasında, Yunanistan’da Hz. İsa’yı konu alan bir çizgi roman hakkında, “mukaddesata hakaret” gerekçesi ile açılan bir dava, IPA’nın tepkilerinden sonra beraatle sonuçlandı. Lübnan’da da Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi” adlı popüler romanı, aynı gerekçelerle yasaklandı. Bu kitap, Vatikan’ın da “okunması yasak kitaplar” listesine alındı. En son İran’da Paul Coelho’nun “Zahir” adlı kitabının yasaklandığını biliyoruz.
IPA üyesi olan Amerikan Yayıncılar Birliği (AAP), Amerika’daki Bush yönetiminin çıkardığı Patriot Yasası’nın kütüphanelere getirdiği bilgi getirme yükümlülüğüne ilişkin kampanya yürüterek, toplanan imzaları parlamentoya iletti. Ayrıca bazı eyaletlerdeki Kütüphanelere sokulmayan kitaplarla ilgili bir kampanya daha yürüttü.
Üyelerimizden Avesta Yayınevi editörü Abdullah Keskin’i ise, AAP’nin her yıl verdiği “Jery Laber Uluslararası Yayınlama Özgürlüğü 2005 Ödülünü” aldığı için kutluyoruz. Abdullah Keskin, Amerikalı gazeteci Jonathan Randal’ın, “Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması” adlı kitabından dolayı 800 milyon TL para cezasına mahkum edilmişti, önceki yıllarda yayınladığı birçok kitap yargılama konusu olmuştu.
Bu arada Birliğimizin Yayınlama Özgürlüğü Komitesi’nin başkanı olan Ragıp Zarakolu’na da Norveç Yazarlar Birliğinin Norveç Kültür Bakanlığı ile birlikte organize ettiği “Düşünce Özgürlüğü Ödülü” verildi.
Bu makale 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri üzerinedir, ve Mamak-Nato Yolu’ndaki bir mahallede yapılan, ve derinlemesine mülakat ve katılımcı gözlem teknikleri kullanılan bir saha çalışmasına dayanmaktadır. Son dört yıldır mahallede sürdürdüğüm çalışmanın bir parçası olarak, genelde Mamak, ve özelde bu mahalledeki yerel seçimleri izledim. Seçim öncesi muhtar adayları ile görüştüm, mahalleli ile sohbet ettim. Seçim günü mahallede bulundum, ve oy kullanma sürecine, oy sandıklarının açılmasına ve oyların sayılmasına tanıklık ettim. Yine mahalleli ile seçim ve adaylar hakkında konuştum. Seçim sonrası da seçim üzerindeki sohbet ve gözlemlerimi sürdürdüm. Aşağıda bu şekilde elde ettiğim bilgiler sunulmaktadır. Ayrıca dört yıl boyunca sürdürdüğüm etnografik araştırmadan elde ettiğim bilgilerden de yararlanılmaktadır. Makalede önce araştırmanın yürütüldüğü mahalle ve Mamak bölgesi hakkında bilgi verilmekte, bunu ayrıntılı olarak anlatılan 28 Mart seçimleri izlemektedir.
I-) Dünya ve Türkiye'de, son çeyrek yüzyılda sermayenin devreye soktuğu, sistemi yenileme politikalarının sonuçları, hızla toplumsal yapıyı etkilerken, önceki koşullarda oluşmuş, ekonomik, siyasi, toplumsal kurumlardaki çözülmeyi de olağanüstü bir biçimde hızlandırmış bulunuyor.
Sadece 1945 sonrası değil; 90'ların başında "küreselleşme politikaları"nda, "Yeni Dünya Düzeni" konusunda işbirliği içinde olan AB ile Amerika, Rusya ile Amerika arasındaki birlik ve uzlaşma ayrılığa, çatışmaya dönüşmüş durumdayken ABD, Avrupa'daki müttefiklerini yeniden saflaştırmak için elindeki tüm imkânları seferber etmiş bulunuyor.
ABD'nin, "Ya terörizmden yanasınız ya benden" sloganı ile giriştiği saflaştırmadan sonra, yeni bir birlik arayışının en son girişimi ise; Irak'ın işgali sırasında karşı karşıya geldiği Fransa, Almanya gibi ezeli müttefiklerini NATO'ya yeni misyon biçme üstünden, NATO'yu BOP'a [1] ve kendi egemenlik stratejisine bağlamak için hamleler yapmasıdır.
Batılı gelişmiş kapitalist ülkelerin üstünde anlaştıkları ve 1990'ların başında ilan edilen; "ebedi barış; "her yere demokrasi ve özgürlük", "uluslararası adalet" gibi ilkeler üstünde yükseleceği ilan edilen Yeni Dünya Düzeni'nden artık kimse söz edemiyor. Çünkü; üç yıldan beri ABD, "terörizme karşı mücadele" adı altında; dünyayı yeniden saflaşmaya zorlamakta, "Yeni Dünya Düzeni'ni bir Amerikan dünyası olarak yeniden kurmak için hamlelerini arka arkaya yapmaktadır. Kimi zaman, despotik yönetimlerin bulunduğu ülkelere özgürlük ve demokrasi götürmek, kimi zaman üstün Batı medeniyetini (Hıristiyan-Yahudi medeniyeti) ilkel medeniyetlerin tehdidinden kurtarmak için bir "Medeniyetler Savaşı" adına ABD; dünyanın her köşesine müdahale etmeyi, asker çıkarmayı, işgaller yapmayı, üsler kurmayı kendi hakkı olarak görmekte, herkesin de bu hakkı teslim etmesini istemektedir. Apaçıktır ki, ABD ve uluslararası sermaye güçlerinin eylemleri, dünyanın zincirlerinden boşanmış bir emperyalizm döneminden geçtiğini göstermektedir.
Bu hamleleri yaparken de en başta BM olmak üzere önceki dönemin temel kurumlarını, ittifaklarını, anlaşmalarını "eskimiş" ve "dünyanın sorunlarının çözümüne yanıt vermeyen kurumlar, yasalar" olarak dışlamakta, kendisini hiçbir kurala bağlamadan ülkeleri işgal etmeye kadar varan eylemlerle kendi dünyasını kurmanın yolunu açmaya çalışmaktadır.
Bu baskıların sonucu olarak, BM'nin kuruluşunun ve yarım yüzyıl boyunca ABD'nin de savunduğu en temel ilkeleri bile, ABD-İngilitere Bloku tarafından ayaklar altına alınmış bulunulmaktadır. Öyle ki bu iki ülke pervasızlıkla; ülkelere savaş açmak, BM üyesi ülkeleri işgal etmek dahil her yolla amaçlarına varmak istediklerini açıklamaktan çekinmemektedirler. Amerika'nın yanına İngiltere'yi de alarak giriştiği egemenliğini pekiştirme ve dünyada tam egemenlik manevraları; son 50 yıl içindeki en sorunsuz ittifakları olan Avrupa ülkelerini de bölmüş; Avrupa-Amerika kamplaşmasını gündeme getirirken, Rusya'nın da kendisini yeniden mevzilendirmesini hızlandırmıştır. Çin ve Japonya da yeni arayışlara yönelmiştir. Böylece dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkeleri, uzak olmayan bir gelecekte dünyayı büyük bir savaşa sürüklemek de dahil büyük alt üst oluşlara itebilecek karşıt emperyalist kamplara bölünmenin ciddi göstergelerini ortaya koymuşlardır. Öyle ki ABD, yarattığı baskıyla AB üyesi ülkeleri bile aralarında bölüp bununla övünürken, Rusya'nın arka bahçesinde saldırı üsleri kurup İslam dünyasına karşı "Medeniyetler Savaşı" ilan ederek, yeni saflaşmalar, yeni çatışma ve savaş odakları oluşturmaktan geri durmamaktadır.
II) Öte yandan; son çeyrek yüzyıldır, en gelişmiş kapitalist ülkelerde devreye sokulup sonra da tüm dünyaya yayılan neoliberal ekonomik politikalar, "küreselleşme" adı altında kapitalist dünyanın temel politikasına dönüştürülerek, IMF, DTÖ, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye merkezleri öncülüğünde bütün ülkelere dayatılmakta; önceki dönemin emek-sermaye, sosyalizm-kapitalizm mücadelesi baskısıyla oluşan ekonomik, siyasi, sosyal kurumları, yasaları, anlaşma ve uzlaşmaları; varoluş temelleri çökertildiği için hızla çözülmeye başlamış bulunmaktadır. Çözülmenin hızı ve etkisi ülkeden ülkeye değişse de, hemen hiçbir ülkede kapitalizmin ideologları ve propagandacıları; işçi sınıfı ve onun haklarından, emekçilerin kazanımlarının korunmasından, eğitim, sağlık ve belediye hizmetlerinin parasız ve herkesin eşit yararlandığı haklar olduğundan (bütün bunlar ülkelerin yasa ve anayasalarında henüz yazılı olmaya devam etmekle birlikte) söz etmemektedir. Başka bir söyleyişle; KİT'ler, siyasi partiler, yasalar... dahil, son yüzyıl içinde oluşmuş pek çok kurum ve kuruluş, yeniden yapılandırılmak; emek mücadelesinin ve sosyalizmin baskısıyla oluşmuş nüve ve niteliklerden arındırılarak, "yeniden yapılandırılmak" üzere tasfiye edilmektedir.
Kısacası; "Her şey piyasa için" denilmekte ve her şeyin, her ilişki ve hizmetin "piyasa malı" haline dönüştürüldüğü bir karşı reform süreci işletilmektedir. Ve bu karşı reform, "toplumun eski değerlerden kurtulması ve yeniden yapılanması için yapılan reformlar" olarak, "burjuvazinin tüm toplumu ilerletme hamlesi" olarak propaganda edilmektedir.
III) Gerek uluslararası sermaye merkezlerinin ve en gelişmiş kapitalist ülkelerin tüm dünyadaki sermaye güçlerini yeniden mevzilendirmek için giriştikleri müdahaleler ve Amerika'nın dünya egemenliği için yaptığı manevralar, gerek Türkiye üstünde giriştiği operasyonlar Türkiye'nin ekonomi, siyaset ve sosyal kurumlarındaki çözülmeyi hızlandırmıştır.
Bir bütün olarak bakıldığında; Türkiye'de ekonomik ve politik yeniden yapılanmada egemen güç odaklarının katettiği mesafe, yeni değerlendirmeler, yeni ayrımlar ve saflaşmaları gündeme getirecek kadar berraklaşmıştır.
İç ve dış güç odaklarının bölgede ve Türkiye'de yaptıkları müdahaleler Türkiye'nin dış siyasetini Amerika'nın 11 Eylül sonrası konseptinin ihtiyaçlarına uygun hale gelecek biçimde yeniden yapılandırırken "içeride" de; çeşitli siyasi odaklar; kendilerinin oluştuğu dönemde aralarında uzlaşarak kendisini meydana getiren unsurlarına ayrışıyor ve dün olması pek de mümkün görünmeyen yeni saflaşmaların ve yeni güç odaklarının oluşmasının olanaklarını da artırıcı bir rol oynuyor.
Bütün bu gelişmeler içinde nispeten yakın arayla yapılan iki seçim (3 Kasım 2002'de yapılan genel ve 28 Mart 2004'te yapılan yerel seçim); sermayenin güç merkezleri tarafından girişilen dünya egemenliği çatışması ve bunun devamı olarak ortaya çıkan karşı reform baskılarının Türkiye'de, siyasi partiler ve çeşitli güç odakları üstünde çözülmeye zorlayıcı bir rol oynadığını açıkça göstermiş; daha doğrusu bu çözülmeyi herkes tarafından görülür hale getirmiştir.
IV) Bütün bu gelişmeler karşısında; çeşitli siyasi odakların yönelişleri; daha önceki doğrultularından kimilerinin daha az kimilerinin daha çok sapan yönelişlere girdikleri, bazılarının ise tümüyle varlık-yokluklarını tartışmak zorunda kaldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu doğrultudaki gelişmeler, çeşitli güç odaklarının yönelişlerinin yeniden ele alınıp değerlendirilmesini gerektirecek kadar önemlidir.
Ekonomik, siyasi, toplumsal bütün kurumlar; birbiriyle sürekli etkileşim içindedir ve bu alanların herhangi birinde olan değişim ötekileri de etkiler, onlarda ileriye ya da geriye doğru bir değişime yol açar. Yeni koşullar her zaman "eskiden" oluşmuş "birlikler" üstünde baskı oluşturur, onda bir değişimi zorlar. Ancak, bugün içinden geçilen süreç, olağan ayrışma ve bütünleşmelerden farklı olarak; nispeten kısa süreler içinde önemli ayrışmalar ve saflaşmalara yol açacak biçimde gerçekleştirilmekte, özellikle de uluslararası ve "ulusal" egemen güç odaklarının müdahaleleriyle bu saflaşmalar, yeniden şekillenmeleri doğrultusunda baskılar uygulanarak, oluşturulmaktadır.
Son çeyrek yüzyıldaki gelişmelere bakıldığında; öncelikle neoliberal politikalar; piyasa ekonomisi mevcut düzen partilerine dayatılıp onların genel ve tartışmasız politikası yapılmış; sonra, özelleştirme, taşeronlaştırma, Toplam Kalite Yönetimi ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması üstünden emekçilerin kazanılmış haklarına savaş açılmış; bu politikalar tedricen tüm düzen partilerinin ortak politikası haline getirilerek; daha önceki dönemde birbiriyle nispeten de olsa farklı programlara sahip partilerin kronikleşen çekişmesi nedeniyle parçalanmış burjuva siyasal düzeni; neoliberal bir temelde "bütünleştirilir"ken partiler arasındaki "program farkı" da ortadan kaldırılmıştır. Ama bu aynı zamanda son 50 yıl içinde kökleşip gelenekselleşen (DP-AP-ANAP-DYP, MSP-Fazilet, MHP, CHP-DSP) ve son 10 yıl içinde en büyük parti olup sonra güç ve itibar yitirerek küçülen, CHP dışındaki (CHP 1999 seçimlerinde parlamento dışında kaldığı için bu toplumsal tokattan kurtulmuş, ama bugün muhalefetteyken bile kendisini dağıtmaya devam etmektedir) tüm düzen partilerinin 3 Kasım 2002 seçiminde parlamento dışına düşmesiyle somut bir aşamaya ulaşmıştır.
Halk yığınları; kendilerini işsizliğe, açlığa ve yoksulluğa iten neoliberal ekonomi politikaları ve IMF-Dünya Bankası programından son 10 yılda iktidarda rol sahibi olan düzen partilerini sorumlu tutarak, onları cezalandırmış; bu cezayı onların tümünü, 3 Kasım 2002 seçiminde barajın altına iterek vermiştir.
Bu sonucu kimi "sol"daki politika esnafı ve bazı siyasi çevreler "halkın sağa kayması" olarak değerlendirmişse de; gerçekte bu durum halkın düzen partilerinden en azından tanıdığı düzen partilerinden umut kestiğinin[2] , bir kurtuluş için arayış içinde olduğunun çok açık bir ifadesi olmuştur.
Tayyip Erdoğan ve arkasındaki güç odakları, bu gelişmeleri önceden görerek, eski geleneksel partilerinden kopmuş; görünüşte bir parti ama gerçekte bir "seçim kazanma firması" olarak AKP kurulmuştur. Bu parti aralarında bir siyasi ayniyet olup olmadığına bakılmaksızın ilçelerden başlayarak eski siyaset erbabından henüz ipliği pazara çıkmamış olanların bir araya gelerek oluşturdukları ve aralarında menfaat birliği kuran ekiplerin oluşturulması üstünde şekillendirilmiş; sadece seçimleri kazanma ortak amacıyla birleşen kesim ve çevrelerden oluşmuştur.
Bu hareketin merkezinde yer alan eski Milli Nizam-Fazilet Partisi çizgisinden gelen ekip; belirleyici bir konuma gelirken seçimden hemen sonra en büyük sermaye kesimleri, IMF, Dünya Bankası ve ABD ile girdikleri ilişkilerden; bu partinin öncü kadrosunun da Amerika'nın "ılımlı İslam planına bağlandığı, bu amaçla, en azından seçimlerden önceki birkaç yıl içinde hazırlandığı anlaşılmaktadır.
Seçmenlerin sadece yüzde 25'inin oyunu aldığı halde milletvekillerinin yüzde 66'sını kazanarak, seçim sisteminin tüm avantajlarından yararlanan AKP, henüz yıpranmadan, üstelik de 2003 yılının ekonomik avantajlarını da arkasına alarak girdiği yerel seçimlerden oylarını artırarak çıkmıştır.
Ama; bu oy artışı egemenlerin istediği gibi, yüzde 57-58'lere varan büyüklüğe de ulaşamamıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki AKP, Meclis çoğunluğu ile sermayenin parçalanan siyasi dünyasını bütünleştirmiş, egemenlere rahat bir nefes alma fırsatı tanımıştır. Düzen partilerinin Meclis dışına düşmesi de, AKP'nin ve arkasındaki sermaye güçlerinin; "siyasette yeniden yapılanma" amaçlarına varmalarını oldukça kolaylaştırmıştır.
Bu tablodan anlaşılmaktadır ki, dünya ölçüsünde ve Türkiye'de neoliberal, küreselleşmeci politikalar ve Amerika ve öteki gelişmiş ülkelerin bölgeye müdahalelerinin en çok etkili olduğu alan siyaset alanı olmuştur. Son 50 yılda üç askeri darbeye ve askeri müdahalelere rağmen ayakta durmayı başaran sermayenin politika alanı son 10-15 yıl içinde hızla çözülerek, politika dünyasından ya silinmişler yada basit figüranlar durumuna düşmüşlerdir.
Kuşkusuz ki; egemen sınıflar, iç ve dış büyük sermaye mihrakları; 3 Kasım seçimlerinin kendilerinin en iyimser tahminlerini bile aşan bir sonuç doğurması karşısında, AKP iktidarını kendileri için yeni bir fırsat olarak değerlendirmek amacıyla, var güçleriyle AKP'nin arkasına mevzilenmiştir.
Geçmişte ANAP, DYP, RP, CHP gibi partilerin arkasında yer alan egemen güç odakları; şimdi AKP'nin arkasında yer alarak onu "koçbaşı" olarak kullanma yoluna yönelmiştir. Yerel seçimlerde AKP'ye verilen destek, etkisiz bir CHP muhalefetine bile tahammülsüzlüğe varan tutum; onların amaçları bakımından kazandıkları mevzinin önemini açıklar mahiyettedir.
Bu çerçevede TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, çeşitli SİAD'lar ve Genç İş Adamları Derneği vb. sermaye örgütlerinin sözcüleri zaman zaman hükümetin şu ya da bu politikasından şikâyet etmektedir. Ama bu, onların AKP'nin arkasından çekildikleri, başka bir yönelişe girdikleri anlamına gelmemektedir.
Bir seçim kazanma firması olarak yola çıkan AKP, şimdi de bir "siyaset firması", iç ve dış politikayı kâr-zarar hesabı üstünden yürüten bir "siyasi holding" gibi davranmaya yönelerek, en büyük sermaye kesimlerinin ve neoliberalizmin lokomotif gücü olmaya aday olmuştur.
V-) CHP ve sosyal demokrasi: CHP 3 Kasım seçiminde barajı aşan ikinci parti oldu. Ancak 175 milletvekiline karşın etkin bir muhalefet uygulamayı başarabilmiş değil. Çünkü; sosyal demokrasinin üstünde yükseldiği "sosyal devlet" hızla çökmektedir. Bir bakıma işçi sınıfının mücadelesi ve sosyalizmin yarattığı kazanımların gölgesinde politika yapan sosyal demokrasi, bu kazanımların ortadan kaldırılmasına paralel olarak inandırıcılığını yitirmiştir. Sosyal temelini ve inandırıcılığını yitiren sosyal demokrasi, DSP, SHP, YTP ve CHP olarak parçalanırken ve ilk üç parçası iyice eriyip politika arenasının etkisiz adlarına dönüşürken, şimdi de en büyük sosyal demokratik kesim olan CHP'de yeni sancılar otaya çıkmış bulunmaktadır.
Bir yandan sosyal demokrasiyi ve CHP'yi piyasaya, büyük sermayenin çıkarlarına ve Amerika'nın dünya egemenliği stratejisine bağlamaya yönelik Kemal Dervişçiler, öte yandan statükocu ve yıkılan, çözülme içindeki statükoya sarılmış ama tuttuğu her parça da elinden kaydığı için her gün kendilerini yeniden tarif etmek durumunda kalan Baykalcılar arasındaki çekişme, CHP içindeki gerilimi artırmaktadır. Bu gerilim ve sorunlar karşısında kendisinden beklenen tutumlarını alınamaması, CHP içinde "konjonktürel" nedenlerle çıkan yeni muhalefet odaklarının oluşmasına da yol açmaktadır. CHP ve sosyal demokrasideki çözülme asıl olarak; CHP ve sosyal demokrasiye umut bağlamış halk kesimleri arasında CHP'den ve sosyal demokrasiden koparak yeni arayışlara yönelme, karamsarlık, siyasetten tümden uzaklaşma biçimindeki eğilimlere yol açmaktadır.
"Yakın bir gelecekte; CHP'den daha halkçı, antiemperyalist, Türkiye'nin demokratikleşmesinden yana bir odak oluşarak, sosyal demokrasiye ve CHP'ye demokrasi, laiklik, bağımsızlık gibi değerler adına bağlanan geniş emekçi kesimini bu doğrultuda birleştirebilir mi?" sorusuna bugün "evet" demek oldukça güçtür. Ama, CHP'nin geniş emekçi tabanının; bir "arayışa" yöneldiğine, kendi talepleriyle uyuşan bir güç odağı bulduğunda onunla birleşeceğine dair gelişmeler, ciddi belirtiler olduğu ise kesindir.
VI-) 3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçimlerinin galibi AKP olmuştur. Ama, bu iki seçimden çıkarılacak en önemli sonuç (son 10 yılın seçim sonuçlarıyla da birleştirildiğinde), halk yığınlarının AKP ve onun dünya görüşüne, savunduğu IMF'ci, neoliberal programa yöneldiği değildir. Tersine halkın AKP'ye oy vermiş olması ikincil önemdedir. Burada asıl önemli olan ise; Türkiye'nin çok partili yaşama geçmesinden beri halk yığınlarının ilk kez tüm düzen partilerinden umut kesmesi, şu parti yanlıları bu parti yanlıları olarak bölünmüş olmayı tali plana iterek, bir kurtuluş arayışına yönelmesidir. Son 10 yıl içinde hiçbir düzen partisinin bir seçim döneminden fazla aldığı oy oranını koruyamaması, 3 Kasım seçimiyle de geleneksel köklere sahip beş düzen partisinin birden barajın altına sürüklenmesi, halkın artık "parti tutmak için parti tutmak"tan, kendisini herhangi bir düzen partisine angaje etmekten kurtulmuş olduğunun ifadesidir.
Bundan da önemlisi; sadece legal siyasi partiler değil ama bu siyasi partilerin üstünde kurulduğu ve politika yaptığı, Cumhuriyet'in başından beri; ideolojik ve siyasi başlıca güç merkezlerinin de ciddi bir çözülme sürecine girdiği; bu güç merkezlerinin iç ve dış güç odaklarının baskısıyla kendilerini oluşturan unsurlara ayrışarak çözülmesinin hızlandığı gözlenmektedir.
Bu durum; siyasi alanda yeni saflaşmaları, yeni güç merkezlerinin oluşmasının imkânlarını yaratırken aynı zamanda önümüzdeki dönemin siyaset ve sosyal yaşamdaki dinamiklerinin neler olacağının işaretlerini de ortaya koymuş bulunmaktadır.
Cumhuriyet'in başından beri başlıca düzen partilerinin üstünde şekillenip onlardan feyz aldığı ve bugün çözülerek unsurlarına ayrışan üç başlıca akım şunlardır: Kemalizm, İslamcılık ve Kürt milliyetçiliği üstünden şekillenen siyaset.
a-) Kemalizm[3] : Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında oluşan ve Cumhuriyet'e ana karakterini veren Kemalizm, doğası gereği oluştuğu dönemdeki ulusal ve uluslararası koşullardan etkilenmiş, o koşulların damgasını taşıyan izlerle şekillenmiş, dolayısıyla zamana göre öne çıkan değişik eğilimlerden oluşan bir akım olmuştur. Türkiye'nin politik yaşamının çok partili dönemi olan son yarım yüzyıldan fazla zaman içinde Kemalizm'in ana tutumu; dönemlere göre antiemperyalizm, şeriat karşıtlığı, "bölücülük" kaygısının öne çıkarılarak Kürt hakları karşıtlığı, özellikle de darbe dönemleri sonrasında "demokrasi" ve "özgürlük" isteğini öne çıkarmak biçiminde olmuştur.
Oluşum süreci göz önüne alındığında denebilir ki, Kemalizm, her yöne çekilebilirse de onu bugüne getiren ve bugün de hâlâ canlı kalmasını sağlayan yanı Kurtuluş Savaşı'na yön veren bağımsızlıkçı eğilimdir. Bu eğilim son yıllarda; bir yandan Kürt sorununun gündeme gelmesiyle "bölücülük" gerekçesiyle "demokrasi düşmanlığı"na dönüşmüş; Amerika'nın İslamcı akımları yedeklemesinin baskısıyla da "şeriata karşı olma" üstünden İslam dininin etkisindeki geniş halk yığınlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Bu tepki, din etkisindeki geniş yığınları şeriatçı, Amerikancı, din üstünden siyaset yapan kesimlerin kucağına itmeye varacak kadar abartılmıştır. Dahası; bugün dünün Kemalistleri arasında bir ayrışmayı gündeme getirmiş; bir bölümünün Kemalizm adına MHP-Ülkü Ocakları, Aydınlar Ocağı gibi ırkçı, şoven milliyetçi kesimlerle birleşerek Kızılelmacılığa yönelirken yine bir başka kesimin ise sistemle, neoliberalizmle uzlaşma ve CHP çizgisine yöneldiğini görmek mümkündür. Ama, Kemalizm'in tarihsel rolüne daha uygun tutum takınan Kemalistler'in bugün bu iki eğilimin de baskısından kurtulmuş olarak;
- Kürt sorununun çözülmemesinin Türkiye'yi geriye götürdüğünü ve asıl bölücülüğü sorunu çözmeyenlerin yaptığını, "Kürt haklarından söz edenlerin "bölücü" görülmesinin Kemalistleri ırkçı, şoven milliyetçi, en hafifinden antidemokratik bir konuma ittiğini,
- Şeriat sorununun en uçtan yorumunun, halk yığınlarını şeriatçıların kucağına ittiğini,
- Kıbrıs, Kuzey Irak gibi iç politikayla çok içli dışlı hale gelen dış politika konularında da Kemalist çevrelerde bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
Bu eğilimlere bakarak Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı geleneğine ve bağımsızlık değerlerine sahip çıkan ana gövdesinin; antiemperyalist, anti-Amerikan tutumlarına demokrasi sorununda yeni açılımlara yönelmeyi eklemek için hareketlendiklerini söyleyebiliriz. Bu çerçevede; Türkiye'nin demokratikleşmesi için Kürt sorununun çözümünün halkçı ve demokratik bir yolunun bulunduğu; şeriata karşı mücadelenin "Kahrolsun şeriat yaşasın laiklik" in ötesinde yaklaşımlar gerektirdiği, Kıbrıs, Kuzey Irak gibi konularda şoven milliyetçiliğe prim veren tutumların Kemalizm'in geleneksel "Misak-ı Milli sınırları" ve "Yurtta sulh cihanda sulh" fikriyle bağdaşmadığı gerçeğinin de görülmeye başlandığına dair ciddi belirtiler vardır.
Böyle bir yöneliş; Kemalizm'in etkisi altındaki Cumhuriyet'in aydın ve entelektüel birikiminin ana gövdesini temsil eden katmanların da mücadeleye olumlu katkı yapacakları bir pozisyona çekilmesi; Türkiye'nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması mücadelesinde Kemalizm'in yalıtılmış, bu anlamıyla da demokrasi düşmanı çevrelerin dayanağı olmaktan kurtulması, antiemperyalist ve demokratik bir güçbirliği odağının oluşturulmasına, bağımsız ve demokratik bir Türkiye mücadelesinin güçlendirilmesine katkı bakımından son derece önemli bir imkândır.
b-) İslamcılık[4]: Bütün bir "Soğuk Savaş" dönemi boyunca Amerika ve batı emperyalizminin stratejisi doğrultusunda antikomünizm adına; emperyalizmin dünya egemenliğine yedeklenen İslamcı akımlar ve bu akımların etkisi altındaki yoksul halk yığınları; önce "küreselleşme politikaları"nın yarattığı yoksullaşma ve sömürünün azgınlaştırılması, arkasından da ABD'nin başta İslam dünyası ve İslam uygarlığını hedef alan politikalarının baskısıyla yeni bir ayrışmaya sürüklenirken; kendi içinde yeniden saflaşmaya uğramıştır. ABD'nin dünya egemenliği stratejisine bağlanan "Amerikancı İslam", aynı anlama gelmek üzere "Ilımlı İslam" ile Amerika'ya karşı antiemperyalist, en azından anti-Amerikancı İslam ayrışması gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Bu çerçevede Adnan Hocacılar, Fethullahçılar, Işıkçılar gibi, açıkça Amerikancı bir tutum alan tarikatların yanı sıra, AKP iktidarının arkasına mevzilenmiş, onun politik hattı üstünden emperyalizmle de uzlaşma çizgisi izleyen değişik akımlarla anılan irili ufaklı dini çevrelerin, cemaatlerin bulunduğu bir gerçektir.
Yeşil Kuşak dönemi boyunca, Amerika'nın dünya egemenliği hizmetine girmiş olan İslamcı çevrelerin bu uzun dönem içinde kendi içinde farklılıklar göstermesine karşın Amerika ile ilişkileri elbette ki onlara çok şey kaybettirmiştir. Ve Amerikan istihbarat örgütlerinin bu akımlar içinde etkin bir örgütlenme kurduğu da bir gerçektir. Ancak Amerikan yönetiminin 11 Eylül sonrasında açıkça İslam medeniyetini ve İslam ülkelerini hedefe koyarak "Medeniyetler Savaşı", "Haçlı Seferi" ilan etmesi; en sonunda da BOP'la, İslam dünyasını terbiye edip; kendi stratejisine bağlamak için açtığı çok yönlü mücadele İslamcı akımlar arasındaki ayrışmayı, saflaşmayı hızlandırmıştır. Ancak, tüm bu ayrışmanın derinden hissedildiği bir dönemde AKP'nin İslamcı diye ifade edilen çevrelerin desteği ile iktidar olması ve onun Amerikancı çizgisi, bu bölünmeyi yavaşlatan ve Amerika lehine gelişmelere yol açan bir rol oynasa da; Irak'ın işgali, Filistin'de Amerikan desteğindeki İsrail'in katliama varan vahşeti; çocuk, yaşlı, kadın demeden yürütülen savaş, İslam dünyasındaki anti-Amerikancı gelişmeleri olağanüstü büyütmüştür. Fethullahçılık, Işıkçılık gibi güçlü tarikatları da arkasına alan AKP Hükümeti'nin blokunun baskılamasına karşın anti-Amerikancı İslamcı eğilimin en azından yakın gelecek bakımından güç kazanacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Kuşkusuz ki; saflaşma netleştikçe ve İslamcı çevrelerde anti-Amerikancılık büyüdükçe, en önemlisi de anti-Amerikancı İslamcılar Amerika ve Amerikancıların (AKP'nin de) somut hedefi haline geldikçe bölünme derinleşecek, İslamcı akımların Amerikan karşıtlığı büyüyecek, AKP tarafından bloke edilen geniş emekçi yığınların anti-Amerikan ve antiemperyalist mücadeleye çekilmeleri daha da kolaylaşacaktır.
Kuşkusuz ki; antiemperyalizmde en radikal söylem tutturan "İslamcı" çevrelerde bile söz demokrasiden, ülkenin demokratikleşmesinden açıldığında; sadece "türban" ve "şeriatın umdeleri"nin savunulması özgürlüğü ile sınırlı bir demokrasi talepleri olduğu; özellikle de Kürtlerin hakları, bireysel özgürlükler ve laisizm konusunda kimi zaman üstü örtülü ama çoğu zaman da açıkça bir gericiliğin bulunduğu bir gerçektir. Bunun onların ideolojik pozisyonlarıyla ilgili olduğu tartışma götürmezdir. Dahası bu konudaki ayak diremenin mücadelenin ilerlemesiyle en azından bir ölçüde kırılabileceği beklenirse de asıl olarak onların demokrasi mücadelesinin taleplerinin başlıcalarını kabulünün ancak mücadelenin ilerlemesi ve "sıcak mücadelenin zorlamasıyla" olabileceği tarihin gösterdiği bir gerçektir. Bu yüzden de bu çevrelerle bugün asıl olarak anti-Amerikan ağırlıkta talepler üstünden bir birlik öne çıkacak, demokrasi konusunda ise değişik fraksiyonlarla değişik düzeylerde birlikler söz konusu olabilecektir.
c-) Kürt mücadelesi[5]: 1980'lerin ortalarından başlayarak gelişen Kürtlerin ulusal hak ve özgürlük mücadelesi, asıl olarak "Kürt kimliği" üstünden ilerledi. Baskılara, bütün bir bölgenin terörize edilmesine, onca ölümlere, kayıplara, faili meçhullere karşın bu mücadele içinde birleşen geniş bir halk kesimi; Türkiye'nin demokratikleşmesinin en önemli dinamiği haline geldi.
Süreç içinde kimi hakların egemenler tarafından kabul edilmek zorunda kalınması, öte yandan da giderek sadece Kürt yığınlarının kimlik mücadelesi etrafında birleşen kesiminin mücadelesiyle başarıya ulaşılamayacağının, dolayısıyla Türk emekçilerin demokrasi mücadelesi ile birleşmesinin gereği ve nihayet Kürt emekçilerin iş, ekmek, barınma gibi taleplerinin de mücadelenin bir alanı olarak önem kazanması gibi gelişmeler "kimlik mücadelesi"nin yanı sıra emeğin haklarının da bu kavganın bileşeni olarak geliştirilmesini dayattı.
Ve bu aynı zamanda eski birliğin, yeni ve daha geniş bir ihtiyacına fırsat tanımak üzere çözüldüğü bir sürece karşılık geldi. (Bu yenileme yapılamadığı ölçüde son iki seçimde daha açıkça görüldüğü gibi, "kimlik mücadelesinin birleştirdiği yığınlar güncel ihtiyaçları için egemen sınıf partileriyle uzlaşmaya yöneliyor.)
Irak'ın ABD tarafından işgali, Kuzey Irak'taki gelişmeler ve Amerika'nın bölgeyi şekillendirmek için yaptığı girişimler, Türkiye merkezli (Irak, Suriye, İran'daki Kürtler içinde de etkisi oldu) olan Kürt mücadelesinin içindeki feodal, milliyetçi çevreleri ABD ve onun politikalarına yaklaştırırken; sorunu Kürt halk yığınlarının çıkarları, halkların kardeşliği ve tüm Ortadoğu'daki sorunların bir parçası olarak alan devrimci tutum da, kendi pozisyonunu yenileme ihtiyacını hissetti. Böylece bu kesim bir hamle yaparak, kendi hedeflerini, Türkiye'nin Türk kökenli ve öteki milliyetlerinden halklarının talepleriyle birleştirmeye; bağımsız, demokratik bir Türkiye'nin aynı zamanda Kürtlerin de taleplerini karşılayacağı yaklaşımıyla ortak talepler etrafında mücadelesini yenilemeye yöneldi.
1980'lerde silahlı bir mücadeleye de dönüşerek gelişen "kimlik mücadelesi" etrafındaki birliğin çözülmesini, 3 Kasım 2002 seçimi ile 28 Mart 2004 seçimi sonuçları çok açık bir biçimde ortaya koydu. Barış ve Demokrasi Bloğu ile Demokratik Güçbirliği'nin oluşmasında sorunun sadece birleşen parti ve çevrelerin "dar" kalmasından öte olduğu da bu iki seçim ve iki seçim arasındaki 17 ayda somut olarak görüldü. Dolayısıyla yaşanan süreç, Kürt sorunu ve Kürtlerin taleplerinin çözümü için atılan adımların emperyalizmin bölgeye müdahalesine karşı ortak bir tutumda birleşmesi, Türkiye'nin bağımsızlık ve demokrasi sorununu da çözecek bir güç odağının oluşturulması ihtiyacını da dayatmıştır.
ABD ve AB'nin Kürt sorunu karşısındaki geleneksel ikiyüzlü tutumu ve onların bölgeye müdahalelerini yoğunlaştırmaları, feodal aşiret ve Kürt burjuvazisi kaynaklı milliyetçiliğin emperyalist güçlere ve Türk egemen güç odaklarına yaklaşması, onlarla Kürtlerin kazanımlarını satma pazarlığına girişmesi; Türk ve Kürt kökenli halk güçlerini birleştirecek birliğin seçim birliğini aşarak hayatın her alanına müdahale edecek bir mücadele hattına girmesi, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve bağımsız bir ülke olmasının taleplerini kapsaması ihtiyacını acilleştirmiş bulunmaktadır. Çünkü mevcut somut durum içinde Kürt özgürlük mücadelesinin birikimi, bu birikimin "kimlik birliğinin çözülmesiyle heder olmaması, tersine bunun daha ileriden ve daha geniş bir birliğe hizmet etmesi siyasal alandaki mücadele bakımından son derece önemlidir. Ve geçen süre içinde, en azından Kürt özgürlük mücadelesinin öncü kesimi; özgürlük ve demokrasi mücadelesinin Türkiye'nin demokrasi güçleriyle, emek mücadelesiyle birleşerek verilmesinin mümkün ve Türk, Kürt her milliyetten halk kesimleri için zorunlu olduğunu görmüştür.
Bu, içinden geçilen zor süreç için hayati önemde bir gelişmedir. Süreç ilerledikçe de; demokrasi ve özgürlük mücadelesinin Kürt bileşenleri içindeki ayrışma netleşecektir.
İlk bakışta bu saflaşma; Kürt mücadelesini zayıflatacak gibi görünse de, aslında bir yandan geniş Kürt emekçi kesimlerinin özlemleri ve acil talepleriyle demokrasi ve özgürlük mücadelesinin birleşmesi, öte yandan da her milliyetten Türkiye demokratlarının ve halklarının Kürt halkıyla kardeşleşme ve birleşme yolunu açan bir saflaşma olması bakımından doğru değerlendirilirse, son derece önemli gelişmelere yol açacaktır.
* * *
VII-) Aktüel siyaset alanı ve bu aktüel siyasetin dayanağı olan temel akımları; çözülmeye, yeniden saflaşmalara ve yeni pozisyonlar almaya zorlayan koşullar emek hareketinin üstünde yükseldiği zemini tahrip ederken; aynı zamanda sendikaları ve öteki emek örgütlerini de çözmektedir.
Özellikle sermaye güçlerinin; ekonomilerini piyasa ekonomisi denilen ihtiyaçlara göre yeniden biçimlendirmesi, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, Toplam Kalite Yönetimi uygulamaları, uluslararası sermayenin dolaşımı önündeki tüm engellerin kaldırılması için yürüttüğü seferberlik, önceki dönemin koşullarında sermaye ile uzlaşma temelinde kurulmuş, ama geniş işçi kesimlerini içinde toplayan sendika ve emek örgütlerini hızla üye ve etkinliklerini kaybetme sürecine itmiştir.
En azından son 15 yıldır bu alandaki gelişmeler son yıllarda daha da derinlemesine bir çözülmeyle sürerken; hem ulusal hem de uluslararası planda emek mücadelesinin çıkış yolu aradığı bir döneme girilmiştir. Dolayısıyla bir yandan sendikalar ve emek örgütleri güç ve üye kaybederken öte yandan da mücadeleci sendika merkezlerinin oluşması, sınıfın, emekçilerin sistem ve onun saldırılarıyla baş edecek mücadele merkezleri oluşturmasını pratik olarak çözmek üzere gündeme alacakları koşulları da geliştirmiş bulunmaktadır.
* * *
VIII-) Gerek siyasi partiler ve onların üstünde şekillendiği zemindeki çözülme gerekse sendikal alan ve emek örgütlerinin çözülmesi; yığınların sermaye güçleri karşısındaki pozisyonlarının yenilenmesi ve siyaset alanında yeniden saflaşma için son derece önemli bir fırsatı da sunmuş bulunmaktadır.
Bu durum tüm halk güçlerinin birleştirilmesinde son derece önemli bir imkân da sunmaktadır.
Bu imkânların en başında; son iki seçimde ortaya çıkan Blok, Güçbirliği adı altında oluşturulan ittifakların çok daha genişletilmesi daha da önemlisi ittifakın toplumsal bir temele oturtulması vardır.
Bu sorumluluğun yerine getirilmesinin, sunulan tarihsel fırsatın bir gerçeğe çevrilmesinin sadece partilerin merkezleri, güç odaklarının en önde gelen temsilcileri arasında yapılacak görüşmelerle "bitirilmesi" mümkün değildir. Tersine işçi ve emekçi sınıfların içinde, halk yığınları arasında her kademedeki partililerin bu görevin yerine getirilmesinde gerekli gayreti göstermesi, siyasetin, halkın kurtuluşunun, sorunların geniş işçi yığınları arasında tartışmaya açılması; bu tartışmaların sınıfın bilinç sıçramasının bir vesilesi olarak değerlendirilmesi, mücadelenin ve taleplerin bu bilinçle belirlenmesi; bu görevin gerektirdiği bir azim, cesaret ve feragatla çalışılması ortaya çıkan fırsatların gerçek olması için zorunluluktur.
Çünkü hem sınıf hem de halk güçlerinin bir araya gelip sermaye güçleri ve emperyalizmin karşısında birleşip bir cephe oluşturması öyle birkaç görüşme ile "birlik" çağrılarıyla olabilir bir şey değildir. Tersine aşağıdan yukarı uzun soluklu, yukarıdan aşağıya da son derece yaratıcı ve her ayrıntısı düşünülmüş, yaşamın ortaya çıkardığı her yeni gelişmede bütün güçleri yeniden mevzilendirme yeteneğini içeren adımlar atmayı, daha da önemlisi günlük mücadele içinde adım adım birliği örmeyi, hayatın her imkânını bu birliğin gerçekleşmesi için seferber etmeyi gerektirir.
[1] 1990'ların başında Yeni Dünya Düzeni; ABD, Avrupa, Rusya, Japonya gibi en gelişmiş kapitalist ülkelerin ortak amaçlarını gözeterek tarif edilmişti. Ancak 90'ların sonlarından itibaren ABD, kendi çıkarları için sistemi zorlayan elemelere başvurdu, 11 Eylül sonrasında ise açıkça, "Amerika'nın çıkarları demek tüm dünyanın, insanlığın çıkarlarıdır; Amerika'ya karşı çıkmak demek terörizmin saflarında yer almaktır" anlamına gelen politikalarla AB'ye, Rusya'ya açıkça tavır aldı. ABD-İngiltere ittifakı bütün uluslararası platformlarda stratejik bir ittifak olarak ortak davranırken, AB'nin bölünmesi, Rusya'nın köşeye sıkıştırılması, Çin'in yağmalanması, enerji başta olmak üzere dünyanın stratejik varlıklarının ele geçirilmesi için stratejiler geliştirildi (BOP), ülkelerin işgali meşru görüldü. BOP, Amerikan-İngiliz ittifakının Büyük Ortadoğu denilen Fas'tan Çin'e kadar İslam dünyasında Amerikan egemenliğini garantiye alma, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının Amerikan-İngiliz denetimine alınması stratejisinin öne çıkan yanı oldu. BOP Amerikan-İngiliz-İsrail merkezli bir "proje" olarak hazırlandı ve Türkiye bu projenin uygulanmasında en önemli ülkelerden biri olarak planlandı. Fethullahçılar başta olmak üzere "Amerikancı İslam" mihrakları ve AKP iktidarı projenin olmazsa olmaz dayanakları olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
[2] Aslında son 10 yılda az çok bir köke sahip tüm düzen partileri en büyük parti olup iktidara ortak olmuş sonra da geriye düşmüşlerdir. Bu bile kendi başına düzen partilerinin halk indindeki itibarının, dolayısıyla sermayenin partiler arenasındaki çözülmenin boyutunu ve hızını göstermeye yeter. 3 Kasım seçiminin sonuçları bu son 10 yıl içinde aynileşen ve IMF programına bağlanan düzen partilerinin durumunu ortaya koyan bir seçim olmuştur. Halk yığınlarının AKP'ye oy vermesinin nedeni de onun öteki partilerden farklı olduğu, dolayısıyla IMF ve onun programına karşı olduğu varsayımına dayanmıştır. İki seçim arasındaki 17 ay, AKP'nin gerçek durumunun halk yığınlarının arasında anlaşılmasına yetmediği gibi, bu süre içinde enflasyon, faizler, döviz, fiyatlar gibi endekslerde düşüşler, hükümetin "ilköğretimde okul kitaplarını parasız vermesi", "kışlık kömür yardımı", "Ramazan'da yemek dağıtımı", "emekli, dul ve yetim aylıklarına 100 milyona varan ek zamlar" gibi popülist çıkışlar hükümetin yoksul yığınlar karşısında popülaritesini artırıcı olmuştur. Bunlara sermayenin güç odaklarının tüm propaganda gücünü de hükümetin arkasına koymasıyla AKP'nin 17 aylık yıpranmasının fazla bir kazanımı ortaya çıkmıştır. Ama, şu da bir gerçektir ki, bu artış egemen güç odaklarının beklediğinin daha altında gerçekleşmiştir.
[3] Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında; Cumhuriyet'in kuruluşuna önderlik eden kadronun tutumu olarak tarif edilip; Cumhuriyet'in de resmi ideolojisi ilan edilen Kemalizm, "Atatürkçülük" adlandırmasıyla da anayasal ve tüm legal siyasi partilerin "ideolojisi" olarak belirlenirken aynı zamanda Kemalizm'in çağrıştırdığı, bağımsızlık, antiemperyalizm, emperyalizme karşı verilen bir Kurtuluş Savaşı ile Türkiye Cumhuriyeti'nin bağlantısı fikirleri de bulanıklaştırılmıştır. Fiiliyatta ise, Kemalizm "Atatürk heykeli" dikip, yerli yersiz "Atatürk fotoğrafı" asmaya, her şeyi Atatürk'e bağlamayı ihmal etmemeye indirgenmiştir. Anayasa va yasalara bağlanmasına karşın (bu yanıyla da herkesin uyması gereken bir ilkeler toplamı olarak ilan edildiği halde) Kemalizm daha oluşumu aşamasından itibaren herkesin kendine göre yorumladığı bir "ideolojik-siyasi tutum" olmuştur. Kemalizme düşman olduğu açıkça bilinen partiler ve çevreler bile (DP, AP, Menderes, Demirel, Türkeş, Tansu Çiller, Fethullahçılar, Adnan Hocacılar; AKP, Tayyip Erdoğan, Kemal Derviş...) asıl Kemalist'in, asıl Atatürkçü'nün kendileri olduğunu ilan etmeyi adeta bir "erdem" düzeyine çıkarmışlardır. Ancak bu kasıtlı yaratılmış karmaşa ve belirsizliğe; tarihsel oluşum süreci içinde eklektik bir yapı olarak biçimlenmesine karşın Kemalizm; ana doğrultusu Türkiye'nin bağımsız, Kurtuluş Savaşı'nın değerleri üstünde yürüyen bir ülke olması; laisizmi, ulusal sanayi ve tarımı savunan, bu çerçevede "devletçi" ağırlıklı bir ekonomi görüşüne sahip bir akım olarak diğer eğilimlerden ayrılan bir tutum olarak bilinir. Son yıllarda, emperyalist sistemin ana doğrultusunun neoliberal politikalara kayması ve kendi sistemini yeniden yapılandırma için giriştiği "karşı reform" hamlesi Kemalistleri, "devletin bekası savunuculuğu" ve "statükonun korunması" konumuna sürüklemiştir. Bu yüzden Kemalist çevreler, (çevreler arasında farklılıklar olsa da) özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya karşı çıkarken DGM'leri, RTÜK'ü YÖK'ü; Terörle Mücadele Yasası'nı savunur, siyasi tutuklulara af çıkarılmasına karşı çıkar duruma düşmüşlerdir.
Ama öte yandan Kemalizm, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi konularda sorunları baskı ve şiddetle çözme tutumu ağırlık kazansa da içinde hep Kurtuluş Savaşı geleneği, nihayet "yarım kalmış bir milli burjuva demokratik devrimi"nin temelinde yükselen bir ideolojik tutum olarak; Kurtuluş Savaşı'ndaki Türk-Kürt kardeşliği; İslamcı ve laik eğilimleri işgalci emperyalist güçlere karşı birleştirmiş olması bakımında da Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda olsun, laisizmle İslamcılık çelişmesinin çözümünde olsun, daha demokratik bir çizgiye gelmesi için bir potansiyel taşımadığı da söylenemez.
Örneğin Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalistler açıkça Kürtlerle ve işgalcilerle işbirliği içinde olmayan İslamcı çevrelerle işbirliği yapmış; bu odaklarla birlikte Kurtuluş Savaşı'nı yöneten Meclis'i oluşturabilmiştir. Yine Cumhuriyet'in ilk yıllarında; Sovyetler Birliği ile yakınlık ve dayanışma içinde bulunduğu süreç de Kemalizm'de izler bırakmıştır; bütün tarihi boyunca bu yakınlığın izlerini taşıyan böyle bir damarın olduğunu Cumhuriyet gazetesi ve 1960'lı yıllardaki Devrim dergisi üstünden görmek mümkündür. Kemalizm'in en tutarlı yandaşlarının kendilerini aynı zamanda Marksist, sosyalist saymalarının temelinde de bu tarihsel hamur vardır.
[4] İslam-Hıristiyan; bu çerçevede bir medeniyetler çatışmasının 1400 yıl öncesinden gelen bir çatışma olduğunu, İslam devletlerinin batıyı işgal politikalarıyla Hıristiyanların "Haçlı Seferleri" ve öteki girişimlerinin de hep bu çatışmanın unsuru bazen de belirleyici unsuru olduğunu söyleyebiliriz. Ama en azından 20. yüzyılın başlarından beri, emperyalizme karşı mazlum ulusların mücadelesi içinde İslam ülkelerinin ve İslamcı akımların (3. Enternasyonel'in girişimleriyle toplanan Bakü Doğu Halkları Kurultay'ı İslam halklarının emperyalizme karşı mücadelesinin ve sosyalizmle dayanışmasının en önemli çıkışıdır) bir yerinin olduğu çağımızın bir gerçeğidir. Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'nda İslamcı eğilimde bazı güç merkezleri Kurtuluş Savaşı'na katılmış, Kemalizm'le çelişen görüşlerine karşın Kurtuluş Savaşı'nın başarısında oldukça önemli bir rol de oynamışlardır. Ama sonraki yıllarda laisizme karşı mücadele, şeriatın egemenliği için çalışmaları ve bu konulardaki talepleri nedeniyle Kemalizm'le uzlaşmazlığa düşmüş; yasadışı bir konuma sürüklenmişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise bu akımlar, DP'de örgütlenen büyük sermaye güçleri ve toprak ağalarının çabalarıyla Amerika'nın "Komünizme karşı Yeşil Kuşak" projesine yedeklenerek, kendi tarihleri bakımından da en gerici pozisyona sürüklenmişlerdir. Bu yıllarda Necmettin Erbakan önderliğinde kurulan MNP, MSP gibi partiler, AP, MHP (İslamcı çevrelerin önemli bir bölümü de bu iki partinin çatısı altında, onların güdümündeydi), Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri, Yeniden Milli Mücadeleciler, Aydınlar Ocağı, Akıncı Gençlik gibi örgütlerde ırkçı, faşist kesimlerle de dayanışma içinde devrimci demokrat gençlik kesimlerini hedef alan saldırılarda da İslamcı çevreler rol oynamışlardır. Onların bu gayretleri ABD ve işbirlikçileri tarafından legal imkânlarının artırılması ile ve devletin içinde kadrolaşmalarına izin verilerek ödüllendirilmiştir. 12 Eylül cuntacıları İslam'ı kullanmakta, İslam'ı "toplumun yapıştırıcı harcı" olarak tanımlayıp, Kemalizm'in yerine "Türk-İslam Sentezi"ni Cumhuriyet'in yeni gayri resmi ideolojisi ilan edecek kadar ileri gitmiştir. Ancak süreç aynı zamanda Amerika'nın yeşil kuşağa ihtiyacının kalmadığı bir döneme denk gelmiştir. Bu aynı zamanda ABD'nin "radikal İslamcı" akımlarla da yollarını ayırması, bunun yerine İslam ülkelerinin "Ilımlı İslamcı, seçim, parlamento gibi göstermelik kurumlarla da olsa birazcık demokratik ama kesinlikle tam piyasacı" ülkeler olmasını istediği bir dönem demektir. Dolayısıyla kürselleşme politikalarına karşı çıkan İslamcı akımlar düşman, terörist organizasyonlar olarak görülmeye başlar. Daha önceki dönemde ABD'nin el üstünde tuttuğu El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler, Hizbullah gibi örgütler ve İslami akımlar bu dönemde düşman görülür. (Ama Çeçenya'da El Kaide benzerleri Rusya'ya karşı kullanılmaya devam edilir. Bugün de devam edilmektedir.) Amerika tarafından bir kenara itilen bu radikal İslamcılar Amerika'ya karşı faaliyetlere girişirler. 11 Eylül sonrası ise, "Medeniyetler Savaşı" adı altında bütün bir İslam dünyası açıkça olmasa da düşman ilan edilir ve bu gelişme 20. yüzyıl boyunca oluşan İslamcı akımlar içinde yeni bir saflaşmayı; Amerikancı ve karşı olanlar saflaşmasını da hızlandırır. BOP, ABD'nin, karşıya aldığı İslamı, bölme ve İslam dünyasında edineceği üstünlüğü ve enerji tekelini dünya egemenliğini pekiştirmek için kullanma planıdır. Ve burada yakın amaç, İslam dünyasındaki düşmanlarını azaltmak, en azından İslamcı akımların bir bölümünü daha kendi yanına çekmektir. Türkiye'ye de dünyadaki bu gelişmeler büyük ölçüde yansımıştır. Fethullahçılar, Adnan Hocacılar, Işıkçılar gibi İslamcı çevreler arkalarına sermaye gruplarını da alarak piyasacı, Amerikancı bir İslam fikri üstünden İslamcı çevreleri, cemaatleri bölmek için her yolu kullanmaktadırlar. Burada AKP'nin iktidar olması ve AKP'nin Amerika'ya tam bağlılık göstermesinin bölme çabalarına büyük bir etkinlik kazandırdığı da bir gerçektir. Bu bölünmenin, İslamcı eğilimdeki siyasi çevrelerden de öte, geniş emekçi yığınların Amerika'ya karşı tepki göstermesini engellediği, bloke ettiği gözlenmektedir. Ancak AKP'nin çabalarının aynı zamanda İslamcı kesimler arasında gerginliği artırarak saflaşmayı kışkırttığı da gelişmenin bir diğer yanıdır.
[5] Kurtuluş Savaşı'nın hemen sonrasında Kemalistlerle ittifakı bozulan ve asıl olarak da Türk burjuvazisinin milliyetçi çıkarlarına kurban edilen Kürt-Türk kardeşliği, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca; önce sermayenin egemenliğinin devamını ve onun uluslararası ilişkilerini esas alan "konsept" doğrultusunda "tehdit" hangi adı taşıyorsa, Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesi de onunla suçlanmıştır. Örneğin Cumhuriyet'in ilk yıllarında Kürtlerin hak mücadeleleri "Şeriatı geri getirmek", "Cumhuriyet'i' yıkmak ve Hilafeti yeniden getirmek" mücadelesi olarak suçlanmıştır. 60'lardan itibaren Kürtlerin talepleri, "Yeşil Kuşak" politikalarına paralel olarak "Komünizmi getirme", "Türkiye'yi Rusya'nın peyki yapma" çabası, "anarşizm" olarak nitelenmiştir. 1980'lerden sonra ise, Kürt mücadelesi; "bölücülük" olmuş; 1990'ların sonlarına doğru da, "terörizm" olarak nitelenerek Amerika'nın dünya egemenliği mücadelesinin ve Türkiye'nin "savunma konsepti"nin birinci dereceden tehdidi olarak görülmüştür. Bu süreç içinde Türkiye'nin ilericileri, devrimcileri, demokrat çevreleri içinde Kürt kökenli aydınlar, demokratlar hep yer almışlardır. Ama, Türk demokratların, ilerici ve devrimci çevrelerin Kürt sorununu kendileri için bir sorun olarak görmeye, Kürtlerin demokrasi taleplerini savunmaya yönelmeleri ancak 60'ların ikinci yarısından itibaren demokrasi fikrinin, sosyalizm fikrinden etkilenerek oluşmaya başlamasıyla ve Türkiye'nin genç devrimci demokratları arasında yayılmasıyla mümkün olmuştur. (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve o dönemin devrimci önderlerinin bugün de Kürt gençleri tarafından bayraklaştırılmasının nedeni budur.) 60'larda Kürt ve Türk devrimcilerinin bilinçli bir kardeşleşmeye yönelmesiyle başlayan süreç, 70 ve 80'lerin belirsizlik ve kaos ortamlarında problemlerle karşılaşılmasına karşın derinleşmiş; egemenlerin onca çabasına karşın dağlarda, kentlerde süren gerilla mücadelesi bir Kürt-Türk çatışmasına, bir "iç savaşa" yol açmamıştır. Bu da çok açık bir biçimde kardeşleşme fikrinin Türk ve Kürt halklarının tarihin derinliklerinden gelen bin yıllık bir köke sahip olduğunu göstermektedir ve bu mirasın geliştirilmesi ve daha ileri bir birlik ve mücadele hattı oluşturulması için devrimci, demokrat güçlere çok önemli bir dayanak sunar.
George W. Bush'un ABD başkanı seçilmesiyle, yeni muhafazakârlığı, Hıristiyan köktendinciliğini ve neo-liberalizmi yan yana getiren bir siyasal ittifak yönetimde egemen oldu. Reagan'ın başkan seçildiği dönemde de bu üç akım o dönemin yönetiminin aslî ilham kaynaklarını oluşturuyordu. Bugün bile, oğul Bush yönetimi için, baba Bush'un kısa süren başkanlık dönemi değil, Reagan'ın seçimiyle başlayan ve sekiz yıl süren, "America is back" sloganı eşliğinde hayata geçirilen, "liberal ve muhafazakâr karşı-devrim" dönemi altın çağ olarak kabul ediliyor. Ama 1980'lerde yönetim kadrolarına nüfuz eden ve bir siyasal düşünce dönüşümünü gerçekleştiren bu üçlünün güçlü kanadı neo-liberalizmdi. Bugün ise, bu üçlü içinde ağırlık noktasını, kendilerini yeni muhafazakârlar olarak tanımlayanlar oluşturuyor.
ABD'de yeni muhafazakârlık akımının ilk ifadeleri II. Dünya Savaşı sonrasında görülmeye başladı. Burke ve Coleridge gibi düşünürlerde en güçlü ifadelerini bulan geleneksel muhafazakârlık, bir anti-burjuva düşünü olarak, burjuva devrimleri öncesi dönemin, yani Eski Rejim'in değerlerine dönüş çağrısı üzerine inşâ edilmişti. Burjuva devrimlerinin ve sanayi devriminin yol açtığı toplumsal değişimlerin meşruiyetini reddediyordu. Geleneksel muhafazakârlık esas olarak modernizme karşıydı. Sadece siyasal ve iktisadî alanlarda değil, insanın toplumdaki yeri bağlamında, kültürel alanlarda da modernliğin "doğal düzeni" yıkıcı gücünü eleştiriyordu.
Geleneksel muhafazakârlık, esas olarak Avrupa kaynaklı bir düşün akımıydı. 20. yüzyılın başlarından itibaren birçok Amerikan muhafazakârı, bu düşün akımının Amerika'nın tarihsel oluşumuna uymadığını ifade etmeye başladılar. Feodalizm ve aristokrasinin tarihî olarak olmadığı bir toplumda, geleneksel muhafazakârlığın önerileri, Amerikan projesinde mündemiç olan özgürlük idealiyle çelişiyordu"1Avrupa'dan Amerika'ya böyle bir taşıma, olsa olsa, "egzotik bir ürün ithalatı" kadar anlamlı olabilirdi.
Bunun yanında, Avrupa muhafazakârlığının fikir babalarından farklı olarak, Amerikan muhafazakârlığının esas referansları, Amerikan ulusunun kuruluş mitolojisinde yer alan Adams, Franklin gibi "Kurucu Babalar”dı. 1950'lerde Amerikan muhafazakârları içindeki en güçlü akım, siyasal, iktisadî, sanatsal ve düşünsel alanlarda çağın gelişmelerini derin bir ahlâkî bunalımın işaretleri olarak algılayan ve bunun nedenini, Rönesans'tan bu yana Batı düşününe egemen olan bilimci ve materyalist eğilime atfeden, yeni gelenekçilik olarak adlandırılan yaklaşımdı.
Bilimcilik ve materyalizm, Hıristiyan uygarlığının kaidesini oluşturan "mutlak, değişmez ve ebedî doğrular"ın kaybolmasına, unutulmasına yol açmıştı. 2. Dünya savaşı sonrasında yeni gelenekçi akım içinde dinî referanslar, yerini cemaatçi referanslara bıraktı, içlerinde Nisbet, Hoffman, Bell gibi 2. Dünya Savaşı sonrasının tanınmış sosyologlarının da yer aldığı bu yeni gelenekçi akım, cemaat değerlerinin, eğitimin, kadim ahlâkî değerlerin gücünü yitirmesini, 20. yüzyılın ilk yarısında yirmi yıl arayla meydana gelen iki korkunç savaşın esas sorumlusu olarak görüyorlardı.
Yeni gelenekçi akım, geleneksel muhafazakârlardan farklı olarak, bütün kökenlerini uzak geçmişle ve kadim gelenekte aramıyordu. 2. Dünya Savaşı sonrasında bile, geleneksel muhafazakârlık Ortaçağ düşününe yönelip, burada "doğal hukuk" değerlerini ararken, yeni gelenekçiler muhafazakârlığı "var olan uygarlığın korunması" perspektifine çekmeye başladılar. Amerikan yeni muhafazakârlık düşününün başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilen, Russell Kirk'ün 1953'te yayımlanan The Conservative Mind adlı kitabında, yeni düşüncenin yedi tezi şöyle sıralanıyor:
- ahlâkî ve aşkın bir düzenin varlığına inanmak; - hiyerarşiye saygı; - örf ve adetlere karşı duyulan sevgi; - özel mülkiyet tapınması; - reformist ideolojilere karşı kuşku; - toplumsal çoğulluğa eğilim; - tarihî süreklilik ilkesine bağlılık".
1957'de ilk sayısı yayımlanan Modern Agc dergisinde, Kirk dergiyi şöyle tanımlıyordu:
"Muhafazakâr dergiden anladığımız, uygarlığımızın en iyi öğelerini korumaya yönelik bir çabadır. Bu öğeler bugün tehdit altındadır. Radikal iradeciliğe karşı olumsuz önyargımızı, atalarımızın sergilediği bilgeliğe olan güçlü beğenimizi açıkça ifade ediyoruz"2
Modern Age dergisi, Chicago'daki Foundation for Foreign Affairs’in himayesinde 1976 yılına kadar yayımlandı. Daha sonra bu derginin yayımının himayesini Intercollegiatc Studies Insutute üstlendi. Bu dergi etrafında oluşan grubun en fazla tepki gösterdiği ve şiddetle saldırdığı düşünce, John Dewey'in eşitlik ve hakkaniyet, ilkelerine dayanan görüşleri ve Amerikan eğitim sisteminde yayılmaya başlayan liberal yaklaşımlardı.3
1960 başlarında, bu yeni muhafazakâr girişim, Kennedy'nin etrafında oluşan liberal, demokrat çevrelerin ve Amerikan "yeni sol" akımının siyaset, iktisat ve kültür dünyası üzerinde kurduğu hâkimiyetle cepheden mücadeleyi gündemine aldı. Bu mücadelenin fikri kaynakları, Von Hayek'in Route of Servitude adlı kitabında dile getirdiği, iradeci tasavvurun ve ekonomiye devlet müdahalesinin toplu yarardan ziyade toplu zarar ürettiği iddiası ve buna ek olarak, doğal hukuk öğretisine bağlı kalan siyaset felsefesinin öne çıkardığı kadim ahlâk ve bireysel sorumluluk ilkelerine dönüşün gerekliliğiydi. Hayek, muhafazakâr düşünün kadim beslenme damarlarından biri olan, var olan yapının bu gidişle çürüyüp, kokuşacağı ve kendi içinde taşıdığı dinamiklerin onu "özgürlükleri lağveden" bir yere götüreceği korkusundaydı. Keynesgil iktisat politikaları ve devletin iktisat ve toplum üzerindeki artan düzenleyici rolü, yani "plancılık", "esarete giden yolun" kilometre taşlarıydılar. Soğuk Savaş ve kapitalizm-komünizm, muhafazakâr lisanda "özgürlük ve esaret rejimleri" arasındaki rekabette, bu gidişle komünizmin kazanması kaçınılmazdı. Sistemin içine "plancılık" kurdu girmişti. Sistemin içindeki kurt, ekonominin ve toplumun "doğal dengesini" sosyal amaçlarla bozan iradeci tasavvurlardı.
Bu yeni muhafazakâr akımın popülerleşmesinde önemli bir rol oynamış kişilerden biri olan, Irving Kristol, yeni muhafazakârlığı, "çağdaş liberalizmin yarattığı hüsran karşısında entellektüel ve üniversite dünyasından çıkan bir düşünce akımı olarak" tanımlıyor. Burada söz konusu olan "liberalizmin", Amerikan siyasal dilinde iktisadî liberalizmi kapsamadığını, kıta Avrupası jargonuna göre, sosyal-demokrasiye çok daha yakın olan bir siyasal ve fikrî akımı ifade ettiğini unutmamak gerek. Kristol'e göre, yeni muhafazakârlık,
"Milton Friedman'dan iktisadî büyümenin motoru olarak pazar ekonomisinin erdemlerini, Leo Strauss'un siyaset felsefesinden ve kültürel muhafazakârlardan ise kapitalizm öncesi felsefi ve ahlâkî geleneklerin önemini takdir etmeyi öğrenmişti".
Kristol'e göre, yeni muhafazakârlık bunlara kendi eğilimlerini katarak bir yeni sentez yaratmıştı. Örneğin,
"iktisadî ve sosyal politikalar konusunda, Refah Devleti kurumlarına karşı yeni muhafazakârlık gizli bir düşmanlık taşımıyordu". "Amacı, sosyal güvenlik sistemini, serbest pazara dayalı iktisat bilimi adına yok etmek değil, halkın muhafazakâr eğilimlerini güçlendirecek biçimde sistemi yeniden oluşturmaktı".4
Burada kastedilen muhafazakâr eğilimler, sosyal güvenlik sisteminin yıktığı varsayılan aile kurumu, bireysel teşebbüs ruhu, hiyerarşiye saygı gibi değerlerdi. Bu bağlamda, kürtaj da cinsel ilişkide sorumsuzluğu teşvik ettiği için karşı çıkılması, en azından desteklenmemesi gereken bir pratikti.
Geçmişte, ırk ayrımcılığına karşı mücadelede ön saflarda yer almış ve şimdi Hudson Institute’un yöneticilerinden biri olan hukuk profesörü Michael Horowitz, "zenci ailelerde aile yardımının babanın yerine devleti ikame ettiğini" ve bunun hem aile kurumunu parçaladığını hem de bu babasız ailelerde yetişen çocukların toplumsallaşma sorunları yaratarak, onları geleceğin dışlanmışları olmaya mahkûm ettiğini iddia eder. Benzer biçimde, yeni muhafazakârlar azınlıklara ve kadınlara bazı kotaları ayırarak, onların toplumsal entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan "pozitif ayrımcılık"'pratiklerine de şiddetle karşı çıkmaktadırlar.
Oğlu William halen yeni-muhafazakâr çevrelerin en önemli yayın organı olan Weekly Standard'da yayın yönetmenliği yapan Irving Kristol, 1948'de ilk defa yazı yazmaya başladığı Gommentary dergisinden sonra, 1953'te, Stephen Spender'leEncounter dergisini yayımlamaya başladı. Bu arada, kısa bir süre, yeni kurulmuş olan American Committee for Cultural Freedom'’un yönetimini üstlendi. Kristol'un asıl ünü, 1965 yılında, sosyolog Daniel Bell'le birlikte The Public Interest dergisini yayımlamasıyla başladı. "Yeni-muhafazakârlık" akımının, yeni gelenekçilik ve iktisadî liberalizm akımlarından ayrışarak, ortaya çıkması 1970'lerde gerçekleşti. Bir sosyalist olan Michael Harrington'un ilk defa, eleştiri amacıyla kullandığı bu kavram, kısa zamanda eleştirilenler tarafından benimsendi. Kristol'un yakın çevresini oluşturan birkaç kişi, Jeanne Kirkpatrick, Michael Novak, Ben Wattenberg, Washinton'da, sıradan bir sağ think thank kuruluşu olan American Enterprise Institııte'e. yerleştiler.
Kristol'un Nixon'un kampanyasını desteklemesiyle, yeni-muhafazakâr çevre siyaset sahnesinde boy göstermeye başladı. Daha sonra Wall Street Journal'de kronikler yazan Irwing Kristol, 1970'lerde ortaya çıkan "arz ekonomisi" akımını tüm gücüyle destekledi. Bu dönemde yayımladığı yazılarında Kristol, Milovan Djilas'ın Sovyet bürokrasisi için kullandığı "yeni sınıf” kavramını ödünç alıp, bunu "yüksek öğrenim diplomalıların büyük bölümünü oluşturduğu bilimadamlarını, öğretmenler ve eğitimden sorumlu bürokratları, iletişim kurumlarındaki yöneticileri, psikolog ve sosyal yardım uzmanlarını, avukatları, hızla gelişen kamu kesimi doktorlarını, şehircilik uzmanlarını, büyük vakıflarda çalışanları, yönetim bürokrasisinin üst kısmını, vb..." ifade etmek için kullandı. Bu “yeni sınıf”, "akıl almaz biçimde güçlü, kalabalık ve vazgeçilmez" bir sınıf oluşturmuştu Kristol'e göre. Bunlar "medyayı denetlemiyorlar, medyanın kendisini oluşturuyorlardı". Benzer biçimde, "eğitim sistemini, sağlık sistemini, sosyal güvenlik sistemini ve daha nicelerini", sadece denetlemiyorlar, bütünüyle oluşturuyorlardı. Kamu eğitim sistemi, kamu sağlık sistemi, sosyal güvenlik sistemi, esas olarak, bu sınıfın toplumsal varlığını, prestijini, güç ilişkilerini pekiştirmek için gelişiyordu. Bu "ücretli yönetici sınıfı", toplumu yönetme mücadelesinde epey yol almıştı ve "burjuva toplumu"nun buna karşı direniş gücü zayıftı. Örneğin, burjuva toplumu, "eşitsizlikleri izah etmek ve meşru kılmaktan, bu eşitsizliklerin toplu yararla uyumlu olduklarını, hattâ toplu yarar ürettiklerini açıklamaktan acizdi".
Kristol'e göre bu "yeni sınıfa" karşı mücadele etmesi gereken sınıf, "iş dünyası"ydı. Şirket yöneticileriyle şirket sahipleri arasındaki çıkar çatışmasına dayalı, "yönetişim" modellerinin yeni iktisat öğretilerinde gelişmesi buna paralel gerçekleşti. 1990'larda güçlenen patrimonyal kapitalizm, Kristol'un dile getirdiği "yeni sınıf savaşı”nı mülk sahiplerinin kazandığını gösteriyordu.
Yeni muhafazakârlar, aile, çalışma, bireysel çaba, ahlâk, daha fazla sorumluluk ve daha az devlet ilkelerine dayanan geleneksel muhafazakârlığa yeni bir soluk getirdiler. ABD'de geleneksel muhafazakârların bu değerlerle birlikte savundukları, dış politikada izolasyonizm, iç politikada güçsüz federal devlet ilkesinin yerine, ''Amerikan demokrasisi"ni bir misyoner politikası biçiminde ihraç etmeyi, buna bağlı olarak içeride de siyasal ve askerî olarak güçlü devlet politikasınısavundular. Yeni muhafazakârlara göre, Jimmy Carter döneminde Amerika dibe vurmuştu. Vietnam savaşının yarattığı suçluluk ve Watergate skandalının yarattığı sistemden şüphe duygularının ürünüydü Carter'ın seçilmesi. Bu anlamda. Reagan'ın 1980'de seçilmesini, vergilerin azaltılması ve "Şer imparatorluğuna karşı savaşın" yeniden başlatılması, yani yeni bir altın çağın başlangıcı olarak karşıladılar. Artık gündemde "barış içinde bir arada yaşama" politikası değil, Sovyetler Birliği ekonomisini altından kalkamayacağı bir silâhlanma yarışına sokmak için başlatılan "yıldız savaşları" vardı. Yeni muhafazakârlar, Henry Kissinger'ın "diplomatik realizm'" politikasına da şiddetle karşıydı. Geleneksel Cumhuriyetçi parti politikalarından farklı olarak, ABD'nin işbirliği yaptığı ülkelerdeki rejimlerin özelliklerini de dikkate almasını, bunlara müdahale etmesini savunuyorlardı. Realpolitik siyasetini kabul etmiyorlardı. Onlara göre, dünyada barışın kalıcı biçimde yerleşmesi için, siyasal rejimlerin yapısı, her türlü uluslararası kurum ve anlaşmadan çok daha önemliydi. Dolayısıyla bu ''enternasyonalizmleri", "safdil bir çoktaraflılık siyaseti", Carter ve Clinton'ın uyguladığı türden uluslararası kuruluşlar aracılığıyla dünyaya demokrasiyi yaymak siyaseti değildi. ABD dünyanın her köşesine demokrasiyi gereğinde zorla götürmeliydi. Dünyayı bekleyen en büyük tehlikenin, Amerikan demokrasi değerlerini paylaşmayan devletlerden geldiğine inanıyorlardı. O güne kadar Amerikan soluna özgü olan, siyasal girişimin statükoyu değiştirebileceğine olan inancı, yeni muhafazakârlar heyecanla benimsiyor ve bunu bütün dünyaya barış getirecek olan bir projenin asabiyyesi olarak görüyorlardı. Bu bağlamda "establishment" karşıtı bir siyasal girişimi temsil ediyorlardı. "Establishment" ise, 1960'ların kültürel ve ahlâkî görelilik ilkeleriyle düşünce dünyası yoğrulmuş aydınlar ve bürokratlardı.
"Uluslararası camia" kavramını ciddiye almayan, Birleşmiş Milletleri, dünyanın en kokuşmuş rejimlerini içinde barındıran hantal ve gereksiz bir bürokratik kurum olarak gören yeni bir dış politika anlayışını, yeni muhafazakârlar, Soğuk Savaşın bitiminin hemen arkasından gündeme getirdiler. ABD, ne yerde ne gökte olan, varlığı ve etkisi belirsiz bir "uluslararası camia"yı karşısına almaktan korkmamalı ve doğru bildiğini, doğru bildiği biçimde yapmalıydı. "Ahlâkî açıklık ve doğru savaş" ilkeleri ışığında, ABD'nin hesap vereceği yegâne güç, taşıdığı tarihî misyon olabilirdi. Avrupa, çoktan tarihî misyonunu terk etmiş ve "yumuşak konsensüs", "kültürel görelilik", "kimlikler politikası" gibi ilkelerle eli kolu bağlı kalmaya mahkum olmuştu. Halbuki ABD'nin dünyaya demokrasi ve özgürlük taşıma misyonu vardı ve artık dünya tektaraflı bir dünyaydı. Tek taraf, İyi, Doğru ve Güzel'in vatanı olan ABD'ydi. Komünizm düşman olmaktan çıkmıştı ama şimdi "özgür dünyayı" tehdit eden yeni bir tehlike vardı: İslâmî terörizm. George Bush, Haziran 2002'de West Point'de yaptığı konuşmada, "Amerika, pazarlığa tâbi olmayan ve gerekleri tüm insanlıkla örtüşen tartışılmaz ahlâkî yükümlüklerin yönlendirdiği ilahî bir ulustur" diye belirtirken, bu "ilahî ulus"un üzerinde "insanlığı terörizm belasından" kurtarmak misyonu olduğunu belirtiyordu. Bu çerçevede Irak'a karşı yeni saldırı, engellenemez biçimde gündeme geldi. Yeni muhafazakârların önde gelenleri, 1996'da Clinton'a yazdıkları bir mektupta, Irak’a saldırmanın "karşı çıkılamaz" gereklerini sıralayıp, ondan bir an önce müdahaleyi başlatmasını talep etmişlerdi. Şimdi yönetimdeydiler ve aynı gerekçelerle bu kez saldırıyı gerçekleştirdiler.
Yeni muhafazakârlık akımının kurucularından Irwing Kristol'un oğlu William, bazı gözlemcilere göre, bugün ABD'nin en güçlü siyasal düşün adamı. Ağustos 2002'de, ABD'nin Irak'a saldırması gündeme geldiğinde, savaşın gerekliliği ve kaçınılmazlığı konusunda en saldırgan yazılar ondan ve onun çevresinden geldi. Örneğin, Richard Cheney, 26 Ağustos 2002'de Nashville'de yaptığı ünlü konuşmanın ardında, tartışmanın artık bittiğini bir biçimde William Kristol ilan etti: "ABD yönetimi içinde tartışma bitmiştir. Şimdi Temsilciler Meclisi'ne gidip, Irak'a karşı bir eylemde bulunmak için izin istemekten başka yapacak bir şey yoktur" diye yazdı. Elliot Cohen, Fred Barnes ve Robert Kagan gibi kişilerin oluşturduğu çevresi, bugünkü Bush yönetimi içinde kilit noktaları tutan kişilerin sözlerine en fazla dikkat ettikleri kişileri oluşturuyorlar. Bu çevrenin amacı, Amerika’nın siyasal alışkanlıklarını değiştirmek ve "Yeni Dünya Düzeni"nin yepyeni bir Amerikan politikası çerçevesinde biçimlenmesini sağlamak. Bugün bu yeni muhafazakâr çevrenin etki alanında olan birçok vakıf, dernek, girişim ve think thank kuruluşu, bakanları, federal yöneticileri, parlamenterleri yoğun bir etkileşim bombardımanına tâbi tutuyor.
ABD'nin Irak'a saldırısından birkaç gün önce, 26 Şubat'ta American Enterprise Institute'de yaptığı bir konuşmada, Başkan Bush, bu kuruluşta çalışanları, "siz ülkemizin en iyi beyinlerindensiniz, hükümetim sizin aranızdan gelen yirmi civarında kişiyi bünyesinde barındırıyor" diyordu. Aynı zamanda, çekinmeden, bu yeni muhafazakâr akımın mabediyle kendi yönetimi arasındaki organik bağa işaret ediyordu.
Richard Perle, Dick Cheney'in eşi Lynn Cheney, American Values'ü yöneten Gary Bauer, David Brooks, Michael Horowitz, Commentary dergisini yöneten Norman Podhoretz gibi şahsiyetlerin ön planda yer aldığı bu yeni muhafazakâr çevrenin Bush yönetimi içindeki en önemli temsilcisi, Savunma Bakan yardımcılığını yürüten Paul Wolfowitz.
Bush yönetime geldikten sonra uygulamaya koydukları yeni siyasal stratejinin arka planında, Amerikan demokratik sisteminin evrensel değerine ve "yumuşak konsensüs" olarak tanımladıkları statüko politikasına son verilmesi gereğine olan sarsılmaz bir inanç var. Yeni muhafazakârlar, siyasetin dönüştürücü gücüne inanıyorlar. Ama bu, kendi doğrularının tartışılmaz biçimde uygulandığı bir siyaset anlamına geliyor. Uzun bir dönemden beri, sabırla oluşturdukları etki ağı ve ilişkileri kullanarak, can düşmanları olan "liberallerin", yani merkez-sol aydınların kamu alanında tecrit olmalarına, etkisiz kalmalarına özellikle önem veriyorlar. Fox TV’nin sahibi Robert Murdoch, aynı zamanda The Weekly Standard'ın da patronu. Wall Street Journal’ın yorum sayfalarının sorumlusu Robert Bartley, aynı zamanda W. Kristol'un sağ kolu ve kendini gizlemeyen bir yeni muhafazakârlık militanı. The New Republic, National Review, yukarıda adı geçen dergi ve gazeteleri tamamlayan yeni muhafazakâr yayın organları. Ama yeni muhafazakâr çevreyi, bir başkan adayının etrafında kümelenmiş bir siyasal ajitasyon hareketi olarak değerlendirmek yanlış olur. Bir siyasal düşün akımı olarak, onu besleyen siyaset felsefesi, strateji ve sosyoloji kaynaklarının olduğunu dikkate almak gerekiyor.
Le Monde gazetesinin önde gelen iki gazetecisi, "Filozof ve Stratejici" başlıklı uzun incelemelerinde, yeni muhafazakârlığın iki esin kaynağını öne çıkarıyorlar5 ünlü siyaset felsefecisi Leo Strauss ve strateji uzmanı Albert Wohlstetter. Yeni muhafazakârlar Leo Strauss'un öğretisinden iki öğeyi ön plâna çıkardılar. Birincisi, siyasal rejimlerin, her zaman ve her yerde, insanları biçimlendirdiği inancıydı. Modernlik, demokrasinin temelinde yer alması gereken ahlâkî değerleri, erdemi reddettiği için, "akıl" ve "uygarlık" üzerine dayalı değerleri kenara bıraktığı için, 20. yüzyılda iki "tiranlık" rejimine şahit olmuştu. Bunun sorumlusu ise, Mutlak İyi'nin varlığını kabul etmeyen, tarihselcilik ve görelilik kuramlarıydı. Halbuki dünyada "İyi ve Kötü rejimler" vardı ve Strauss'a göre, iyi rejimlerin görevi kötülere karşı kendini savunmaktı. Strauss, Amerikan rejimini, her ne kadar çıkarı erdemin önüne yerleştiriyor olsa da, "var olan rejimlerin içinde en az kötüsü" olduğuna inanıyordu. Strauss, "iyinin göreliliği"ni kabul etmek, tiranlığa karşı mücadele etme olanağını ortadan kaldırdığını belirtiyordu. Strauss'un yolunda ilerleyen Amerikan anayasacı akımı, Amerikan siyasal rejimini Mutlak İyi'nin yeryüzünde tecessüm etmiş hali olarak tanımladılar. Bunu daha ileride yeni muhafazakârlar, "Şer Güçleri" olarak tanımlayacakları rejimlere karşı, Mutlak İyi'yi temsil eden rejimin kendi güvenliğini ve dolayısıyla dünya barışını korumak için müdahale gereği olarak yorumladılar.
Strauss'dan aldıkları ikinci esin kaynağı, demokrasinin zayıf kaldığı sürece, tiranlığa karşı direnme gücü olamayacağı inancıydı. Demokrasi kendi adaletini uygulamak için güçlü olmalıydı. Yeni muhafazakârlar, bu güç politikasını, aynı zamanda iyi ve Doğru'yu temsil eden güçlünün politikası olarak yorumladılar. Güçlü olmak, karşı tarafın güçsüz olmasını gerektirir. Bu ise, Soğuk Savaş sırasında biçimlenen nükleer güç dengesine dayalı "karşılıklı caydırıcılık" siyasetinin bir kenara bırakılmasını gerektiriyordu. Uzun yıllar Pentagon'un danışmanlığını yapmış olan, Rand Corporation'da araştırmacı Albert Wohlstetter, Reagan döneminde bu yeni güç politikası ışığında Amerikan savunma stratejisinin kapsamlı bir değişikliğe uğramasına öncülük etti. "karşılıklı intihar" anlamına gelen ve bu nedenle başvurulması mümkün olmayan "nükleer güç dengesi" politikasının terk edilip, onun yerine sınırlı savaşlar, bazen taktik nükleer silâhların da kullanıldığı ama esas olarak "akıllı silâhlara" dayanan yeni bir savaş stratejisi geliştirilmeliydi. Bu çerçevede, nükleer silâhların sınırlandırılması anlaşmaları terk edilmeli ve ABD'nin nükleer üstünlüğü yeniden tesis edilmeliydi. Reagan döneminde "yıldız savaşları", oğul Bush döneminde "Füze kalkanı" stratejisinin yürürlüğe girmesi ve nükleer silâhsızlanma anlaşmalarından ABD'nin tekyanlı olarak çekilmesi bu yeni stratejik mülahazaların sonucuydu. Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi yeni muhafazakârlar bu yeni stratejik değerlendirmeler içinde ilk formasyonlarını tamamladılar. Rumsfeld'in II. Körfez Savaşı'nda Pentagon'a empoze ettiği, esnekliğe dayalı yeni savaş stratejisi, bu yeni askerî strateji yaklaşımının somut ürünüydü.
Yeni muhafazakârların üçüncü esin kaynağı, "politically correct" siyasetine karşı şiddetli bir eleştiri salvosu başlatan, Allan Bloom. 1987'de yayımlanan The Closing of the American Mind adlı ve zamanında çok büyük yankı uyandıran kitabında, evrensel değerlere karşı kültürel göreliliği öne çıkaran yeni eğilimin, Amerikan ve dolayısıyla modern dünya düşününde çok büyük bir yıkıma yol açtığını iddia ediyordu. Bloom'a göre, günümüzde her şey bir "farklı kültür" olarak ele alınıyor ve bunların arasında olması gereken değerler hiyerarşisi kayboluyordu. "Uyuşturucu kullanma kültürü" ile "klasikleri okuma kültürü" arasında bir değer farkı kalmayınca, kültürün de bir değeri kalmaması doğaldı, İyi ve Kötü, Doğru ve Yanlış, Güzel ve Çirkin arasında bir fark gözetemeyen, her şeyi aynı düzeyde kültür değerleri olarak ele alan bir toplum, kültürün tükendiği bir toplum olabilirdi ancak. "Siyaseten uygunluk/doğruluk" ilkesi, bütün kültürleri eşit düzeyde ele aldığı için, demokrasi ve özgürlük aleyhtarı kültürlerle Batı uygarlığının değerlerini eşdeğer olarak görmeye başlamıştı. Bu ise, Batı uygarlığının ürünü olan demokrasi, bireysel özgürlük gibi ilkelerin savunulmasını imkânsız kıldığı gibi, Batı'nın kendi kendini çok sert biçimdeeleştirmesini zorlayan yeni bir durum yaratıyordu. Dolayısıyla Doğru ve İyi olan güçsüz, Yanlış ve Kötü olan ise, en azından siyasal meşruiyet açısından güçlü duruma gelebiliyordu. Bloom ve onu izleyen yeni muhafazakârlara göre, "politically correct" yaklaşımı, sadece Amerika içinde değil, dış siyaset konusunda da "demokrasi ve özgürlükler cephesini" güçsüz kılmıştı. Yeni muhafazakârlar ABD'nin yeni dış siyasetinin Kötü ve lyi'nin mutlaklığı üzerine yeniden biçimlendirilmesi için çaba sarfetmeye 1990'larda, Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra daha büyük önem verdiler. Üstelik, bu fikirleriyle, "polically correct" akımının güçlü biçimde yerleştiği Amerikan üniversitelerinde pek fazla tutunamadıkları için, içlerinden çoğu think thank kuruluşlarında, gazete ve dergilerde, Pentagon'da ve devlet içinde yer almak zorunda kalmışlardı. Bu konumlarını yeni güç politikasını oluşturmak için bir avantaj olarak kullandılar. Yeni muhafazakâr ideologlardan David Brooks, bu akım içinde yaygın olan bir inancı dile getirirken, temsil ettiği akımın esas rakibinin Amerikan solunun elitleri olduğunu belirtiyordu. Brooks'a göre, yeni muhafazakârlarla sol elitler arasında önemli bir fark var. Sol elitler, toplumsal düzene karşı mücadele ettiklerini iddia ederlerken, aslında hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü bu düzenden belki en fazla yararlananlar onlar. Asıl "devrimci" olanlar ise, bu toplumsal düzeni değiştirmek isteyen ve bunun için her türlü girişimde bulunmayı meşru gören yeni muhafazakârlar! Yeni muhafazakârlar, uluslararası hukuk temelinde inşâ edilmiş devletlerarası ilişkiler düzenini, toplumsal sorumluluk ilkesi üzerine inşâ edilmiş sosyal güvenlik rejimini, eşitlik ve hakkaniyet ilkeleri üzerine inşâ edilmiş toplumsal konsensusu yıkarak, hiyerarşi, otorite, aile, dinî değerler, bireysel çaba ve sorumluluk gibi Amerika'nın kuruluşundaki geleneksel kültürel değerlere dönüşle harmanlanmış bir muhafazakâr-liberal sentezi savunuyorlar. Bu sentez, "büyük anlatının sona erdiğini" ilân eden, bu çerçevede bilgi, kültür, siyaset, sanat alanlarındaki normların göreli olduklarını, bunların aşkın bir üst normun türevleri olmadıklarını iddia eden postmodernizme karşı cephede yer alıyor. Modern öncesi geleneğin değil, 19. yüzyıl ortamında biçimlenmiş Amerikan modernliğine dönüşü öneriyor. Öneriyorlar demek aslında o kadar doğru değil. İyi, Doğru ve Güzel'in mutlak anahtarlarının kendilerinde olduğuna iman ederek, insanlığa bunu empoze etmeyi tasarlıyorlar. Bu anlamda, 19. yüzyıl kolonyalizminin kendini meşru kılmak için öne çıkardığı, "gayrı medenî dünyaya medeniyet götürmek" misyonunun daha modern bir versiyonunu bugün hayata geçiriyorlar. "Yeni-muhafazakâr devrim", yeni bir kültürel ve siyasal kolonyalizmin meşruiyet kılıfı işlevi görüyor ve bu işlevi önümüzdeki dönemde daha da fazla üstlenmeye hazırlanıyor. Bu açıdan ele alınca, yeni-muhafazakârlığın modernlik içinde bir tür "devrim" olduğu elbette söylenebilir. Diğer devrimler, genellikle kendileri dışında gelişen bir kaos ortamından yararlanarak iktidarı ele geçirirlerken, yeni-muhafazakârlar kaos yaratarak dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin kurumlarını oluşturmayı hedefliyorlar.6
* Bu yazı, Birikim Dergisi’nin 169. sayısından alınmıştır.
1 Nicolas Kessler, Le conservatisme américain, Presses Universitaires de France, Paris, 1998, s.10.
2 A.g.e, s.25.
3 Roger Chaland, “Notes sur le conservatisme, le libéralisme et ses néo”, Hermes: revue critique, 3, 1999.
4 Nicolas Kessler, a.g.e, s.11-12.
5 Le Monde, 16 Nisan 2003.
6 Bu konuda bkz. Ömer Laçiner’in Birikim’in bu sayısındaki yazısı ve Alain Joxe, Kaos İmparatorluğu, İletişim Yayınları, 2003
Eşitlik (egalite), özgürlük (liberte) ve kardeşlik (fraternite) kavramlarının bütünü ile özetlenebilecek burjuva demokrasisi dünya halklarının gündemine Fransız Burjuva Devrimi (1789) ile birlikte girdi. Bu devrimin tüm dünya halklarını derinden etkilemesinin temel nedeni, Fransız büyük burjuvasının, Fransız aristokrasinin uzlaşmaz tutumu yüzünden (dönemselde olsa) küçük burjuvazi ve emekçilerle işbirliği yapması ve bu kitlelerle işbirliği yaptığı ölçüde de onların isteklerini kontrollü bir şekilde karşılamasından gelmektedir. Fransız Burjuva Devrimini ileriye doğru iten, en önemli gücü köylü ve kentli emekçiler oluşturmuştur. Fransız devriminde emekçilerin önemli bir güç olarak ağırlıklarını hissettirmeleri diğer dünya halklarını önemli ölçüde etkilemiş ve bu yüzden Fransız devrimi, burjuva demokrasilerinin başlangıcı kabul edilmiştir. Fransız devriminden daha önce gerçekleşen ve Magna Carta’ya kadar uzanan İngiliz burjuva devrimleri ise büyük burjuvazi ile aristokrasinin uzlaşması ile sonuçlanmıştır. Jean Jaures’in deyimi ile “Fransız devrimi geniş anlamda burjuvadır ve demokratiktir. İngiliz Devrimi; dar anlamda burjuvadır ve tutucudur.1
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimler, ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından Türkiye tarihinin en ilginç seçimlerinden birisi oldu. Bu seçimlerin ardından 22. Dönem Parlamentosu'nun yüzde 90'ı yeni isimlerden oluştu. Parlamentoya 1954'ten sonra ilk kez sadece iki parti girebildi. Bu sonuçla, oyların yüzde 45'i parlamentoda temsil şansına sahip olamadı. Oy kullanmayanlar da hesaba katıldığında 41 milyon 333 bin seçmenin yalnızca 16 milyon 850 bini Meclis'te temsil edilmeye hak kazandı. Seçmenlerin yüzde 60'ının iradesi ise Meclis'e yansımadı.
Geçen dönem seçimleri sonucunda Meclis'e girmeyi başaran beş parti de - DYP-DSP, ANAP, FP, MHP- Meclis dışında kaldılar.
TBMM'ye girmeye başaran iki parti ise, AKP ile daha parlamento dışında kalan CHP oldu. AKP, 1988 yılında kurulan Özal hükümetinden sonra 15 yıl koalisyonlarla yönetilen Türkiye'de, yüzde 34 oy olarak tek başına hükümet kurma olanağı yakalayan parti olurken, geçen dönemde siyasi arenada bulunmayan Cem Uzan'ın Genç Partisi de yüzde 7.25 gibi, gelecek seçimlerde barajı zorlayabileceğini hissettiren bir sonuç aldı.
Bu sonuçlarla, ülke yönetiminde daha önce Başbakan olarak görev üstlenen DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ile ANAP'tan istifa ederek DYP'ye katılan Yıldırım Akbulut Meclis dışında kaldı.
TKP Merkez Komitesi 22 Aralık toplantısında son aylardaki gelişmelere ilişkin Siyasi Büro değerlendirmesini tartışarak, hazırlanan rapora nihai şeklini verdi. Toplantıda Irak'a dönük olası bir ABD operasyonuna karşı partinin alacağı tavır da bir kez daha gözden geçirildi ve parti örgütlerine aktarıldı. MK'nın AKP hükümeti, Kıbrıs ve AB sürecine ilişkin raporunu Komünist okurlarına sunuyoruz.
1. AKP burjuvazinin kalıcı bir seçeneği değil, "kirli işler" hükümetidir.
AKP hükümetinin ve bu partinin çoğunluk oluşturduğu meclisin, 1950 DP ve 1983 ANAP dönemlerine benzer bir köklü değişim rüzgarını temsil ettiği yaklaşımı, kuşkusuz son derece abartılı bir bakışı yansıtıyor. AKP'nin ne ideolojik karakteri, ne kitleler nezdinde sahip olduğu otorite ve prestij, ne de kadro kaynakları böylesi bir yöne işaret ediyor.
AKP'nin yükselişi de seçmen kitlelerin belirli bir ideoloji ve program etrafında harekete geçmelerinin ürünü olmamıştır. Düzenin diğer partileri, geride kalan dönemlerin vebaliyle özdeşleşmiş durumdayken AKP yoksullara acil bir kurtuluş kapısı gibi görünmüştür. Açıktır ki, hükümetin bu yöndeki kitle beklentilerini tatmin etmesi mümkün olmayacaktır. Kapıda bekleyen ekonomik kriz ve emekçiler üzerinde artması kaçınılmaz basınç, 3 Kasım'da bu partinin buluştuğu desteğin geçici olacağını teyit etmektedir.
1. GELECEĞE TOSLAMAK
Bu deyimi Alvin ve Heidi Toffler, Sovyetler Birliği’nin çöküşü için kullanıyorlar. Bu deyim Türkiye için de geçerli. 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti sanayi devrimine toslamıştı.
Bu yazıyı hazırlarken bir Almanak’a baktım. İçinden birkaç başlık seçtim. Önce onları okuyucularla paylaşmak istiyorum:
01.01.2002: Yeni Medeni Kanun yürürlüğe girdi.
13.01.2002: Ankara ABD’ye Irak konusundaki görüşünü bildirdi.
14.01.2002: Bahçeli Kemal Derviş’le el sıkışmadı.
28.01.2002: Liderler –Ecevit, Bahçeli, Yılmaz- Uyum Yasasında anlaşamadı. Bahçeli toplantıyı terketti.
10.05. 2002: Kemal Derviş seçim istedi.
19.05. 2002: Doktorlar, “Ecevit hastahanede immobilize” dediler.
Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin geleceğe tosladıktan sonra çağa yetişmek için yaptığı atılımdır.
Egemenliğin Etiğinden, Etiğin Egemenliğine Doğru (mu?)
“Sınırlar ve uluslar düşüncesi bana saçma geliyor. Bizi kurtaracak tek şey, Dünya yurttaşı olmaktır.”
J.Luis Borges
Geride bıraktığımız 2002 yılında meydana gelen siyasal koşullara ve olaylara göz atmadan önce, dünyanın ve elbette Türkiye’nin yeni bir yüzyılı hangi koşullarda karşıladığına bakmakta yarar var.
2000’li yıllar insanlığa derin ve büyük acılar yaşatmış bir yüzyılın geride kaldığı yıllar oldu.
Sömürgeciliğin tasfiyesi, dünyanın iki kez yaşadığı yeniden paylaşım savaşı, insanoğlunun kendi soyuna karşı kullandığı nükleer silahların yarattığı acılar ve yıkım, soğuk savaş dönemi hep bu yüzyılda, yirminci yüzyılda yaşandı.
1650’li yıllardan başlayarak, kapitalist gelişme sürecinin siyasal ifadesi ve örgütlenmesi anlamına gelen ulus devletler, bu yüzyılda güçlerinin doruğuna vardılar.