Bu metin kapitalist üretim süreçlerindeki sömürüyü, tahakkümü ve eşitsizliği maskeleyen “esneklik” kavramının ve/veya söyleminin bir mit olduğu ön kabulüyle, bu mitin (toplumsal) cinsiyet ve işçilik süreçleri üzerinden okunmasına içkindir. Metni yazan, temas ettiği her metinden doğru “yaşamın kendisini bir metin” olarak tasavvur etmektedir. Bu sebeple yazıya dökülenler bir okuma sürecinin transkripsiyonudur.
(TOPLUMSAL) CİNSİYET ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
“Önce cinsiyetin ve/veya toplumsal cinsiyetin nasıl hangi yollarla verildiğini sormayan ‘verili’ bir cinsiyetten ya da ‘verili’ bir toplumsal cinsiyetten bahsedebilir miyiz? Zaten ‘cinsiyet’ nedir ki? Doğal mıdır, anatomik midir, kromozomlarla mı alakalıdır, yoksa hormonal midir? Peki feminist eleştirmen, bu tür ‘olguları’ bizim için saptadıkları iddia edilen bilimsel söylemleri nasıl değerlendirmeli? Cinsiyetin tarihi var mıdır? Her bir cinsiyetin farklı bir tarihi veya tarihleri mi vardır? Cinsiyetin ikiliğinin nasıl tesis edildiğini anlatan bir tarih, ikili seçeneklerin değişken bir inşa olduğunu teşhir edebilecek bir soykütük mevcut mu? Cinsiyete dair doğal görünen olgular, çeşitli bilimsel söylemler tarafından başka bir takım siyasi ve toplumsal çıkarlar uğruna söylemsel olarak mı üretilmişlerdir? Eğer cinsiyetin değişmezliğine itiraz edilirse belki de ‘cinsiyet’ denen bu inşanın da toplumsal cinsiyet denli kültürel bir inşa olduğu; hatta belki de ‘cinsiyet’in aslında zaten başından beri toplumsal cinsiyet olduğu, yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın aslında ayrım falan olmadığı ortaya çıkar (Butler, 2008: 51–52).”
Kapitalizm ve patriyarka iki ayrı sistem olarak değerlendirildiği sürece, kapitalizmin ekonomik denetimi sağlarken insan ve türün üremesi, yani yeniden üretim süreci ile etkileşim halinde olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Üretim ve yeniden üretimin bir arada varolması, karşılıklı etkileşimi birbirinden farklı iki sistem yerine tek ve bileşik yapılı bir sistem olan patriyarkal kapitalizm kavramı ile açıklanabilir. Kapitalist gelişim, işçiler arasındaki hiyerarşiyle sınıf içi boşluklar oluşturmakta ve bu boşlukları neyin dolduracağı konusunda patriyarka belirleyici olmaktadır. Bu boşluk, toplumsal cinsiyetçi işbölümüne uygun olarak doldurulmaktadır. Küreselleşme sürecinde emek üzerindeki patriyarkal kapitalist denetim süreçleri; cinsiyet, etnisite üzerinden yaşanan parçalanmanın kapitalistlerin “ucuz emek” talebine göre düzenlenmesini sağlamaktadır. Enformel kesim içinde ağırlıkla yer alan emek yoğun sektörlerde göçmen kadın işgücünde en uç örneğinin görüldüğü “ucuz emek” talebinin, küresel üretim zincirinde açığa çıkışı kadın emeğinin yapısal özellikleri kadar patriyarkal düzenlemelerle etkileşim halinde olan bir süreçtir. Patriyarka yalnızca hiyerarşik örgütlenme değildir, belli insanların belirli yerleri doldurduğu hiyerarşidir (Hırata, 2009: 178).
Türkiye’de sağlık hizmetleri 2003 yılından bu yana önemli bir “dönüşüm” geçiriyor. AKP Hükümeti’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olarak adlandırdığı bu “reform” paketinin temel bileşenleri şu adımlardan oluşuyor:
Sağlıkta “Dönüşüm” Programı’nın vatandaşlar açısından iki önemli çıktısı oldu.
Bir yandan “bütün hastaneleri vatandaşlara açıyoruz” propagandasıyla özel sağlık kurumlarına yönlendirildiler; diğer yandan yeni “katılım payları”, “ilave ücretler”, “fark ücretleri” ödemek zorunda kaldılar.
Küresel düzeyde olduğu gibi Türkiye’de de işsizlik yıldan yıla artıyor. Ocak 2009 itibariyle işsizlik rakamı yüzde 15.5 oranına ulaşmış durumda (Tablo 1). Genel işsizlik rakamı böyle olmakla birlikte, cinsiyetlere göre bakıldığında kadınerkek arasında önemli farklılık olduğu görülüyor. 2009 yılı rakamlarına göre tarım dışı işsizlik oranı erkeklerde yüzde 16 iken kadınlarda yüzde 21.9 düzeyinde (TESK, 2010: 2). Egemen görüşe göre işsizliğin yüksek olmasının nedeni emek piyasalarının katılığı. Örneğin Dünya Bankasının (DB) Türkiye İşgücü Piyasası 2006 raporuna göre işçileri işten çıkarmanın maliyetinin yüksek olması işvereni yeni işçi alımında çekingen davranmaya itebiliyor. Buna göre; yüksek kıdem tazminatı gibi düzenlemeler işçileri işten çıkarmayı maliyetli hale getirerek işi korumak için tasarlanmış olsa da yüksek işgücü maliyeti istihdamı azaltıcı etkide bulunabiliyor. Kıdem tazminatlarının yüksek olması muhtemel doğrudan yabancı sermaye girişlerini de engelleyebiliyor. Yine rapora göre işsizliğe çözüm getirilmek isteniyorsa aktif işgücü piyasası politikaları yürütülmeli, emek süreçleri aktif hale getirilmeli (DB, 2006: 3-6).”
Oysaki gerek emek piyasasının reel durumu gerekse 2003’den itibaren uygulamaya konulan emek piyasasının esnekleştirilmesine yönelik düzenlemeler düşünüldüğünde durumun hiç de böyle olmadığı aşikâr. Onaran (2007), çalışma saatlerinin ayarlanması, işten çıkarma ve ücretlerin düşmesi söz konusu olduğunda, emek piyasasının da ücretlerin de tamda işverenin istediği gibi esnek olduğunu, hem kriz dönemlerinde hem de uluslararası rekabete uyum aşamasında işverenlerin bütün uyumu emekçilerin ücretlerinin esnekliğine yıktığını belirtiyor (Onaran, 2007: 3).
Latin Amerika’da olup da bitmeyenin (yani süregidenin) olanak ve olasılıklarından söz etmek, hiç de kolay bir şey değildir; çünkü dinamik bir inşa süreci ya da oluş hâlindeki gidişat, bir çok dinamiğin bileşik hareketine denk düşmektedir...
Gerçekten de zulmün ve isyanın sarkacına endekslenmiş bu coğrafyada, Gabriel Garcia Marquez’in 1982 Nobel Ödülü Töreni’ndeki, “Kuşkuya, yağmaya ve terkedilmişliğe karşı, yanıtımız yaşamdır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler ne de hatta yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi,” sözleri kesintisiz birleşik hareketin yapısına ilişkin hemen her şeyi açıklayıcı mahiyettedir...
Beyaz Adam’ın merkantilist talan ve yağma için bölgeye ilk adımı attığı günden bugüne dek Latin Amerika’da yaşanan (bir kez daha yinelersek) zulmün ve isyanın biteviye kapışmasının tarihidir...
Varılan evrede Cüneyt Göksu’nun, “Latin Amerika’daki ABD karşıtlığı değişik tonlarda da olsa yayılıyor.” “Latin Amerika’da yaşanan değişim ton farklılığıyla sürüyor...”
Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK), ilk olarak 2000/92 sayılı karar ile, Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ.’yi özelleştirme kapsamına almıştır.1 Kısmi hisselerin satışının ardından özelleştirme için öngörülen sürenin kısalığı nedeni ile ÖYK’nın 31.01.2005 tarih ve 2005/17 sayılı kararı ile özelleştirme süreci 31.12.2006 tarihine kadar uzatılır. Bu süre içerisinde özelleştirmelerin yapılabilmesi için, ÖYK 2005 yılının sonunda 2005/130 sayılı kararla2 Bor, Ereğli ve Ilgın Şeker Fabrikaları’nın3 (tüm çalışanlarıyla birlikte) tüm hisselerinin ve Kayseri Şeker Fabrikasının ise devlette olan cüzzi hissenin özelleştirme programına alınmasına karar verir. Söz konusu fabrikaların blok satış yöntemi kullanılmak suretiyle özelleştirilmesi ve özelleştirme işlemlerinin 18 ay içerisinde tamamlanması kararının ardından, özelleştirmeye karşı mücadeleler, şeker sektörü içerisinden örgütlenmeye başlar. Bu fabrikaların, TŞFAŞ’nin elindeki en büyük üç fabrika olması nedeni[1] ile gerek sektörün içerisinden gerekse sektör dışından tepkilerin artması sonucu özelleştirme sürecinde sonu iptale giden ertelemeler olur.
2005 yılı ortalarında, şekerin özelleştirilmesinde danışmanlık ihalesini kazanan Şrmalar tarafından,[2] coğraŞ bölgelerin gruplanması kıstası ile Bor, Ereğli, Ilgın ve Ankara Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi yönünde Özelleştirme Strateji Raporu Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na (ÖİB) sunulur. Fakat daha sonra, hükümet Ankara Şeker Fabrikası’nın değeri yüksek arsasını Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bedelsiz devredebilmek için bu fabrikayı özelleştirme programına almaz.[3] Programa alınan üç fabrika ise Sümer Holding A.Ş.’ye devredilerek özelleştirme ihaleleri açılır.
[1] “Türk Şeker, zarar eden fabrikaları kârlı fabrikalarla sübvanse ederek bu fabrikaların faaliyetine imkân tanımakta ve Hazine'ye yük olmaktan korumaktadır.” Kapasite ve üretim maliyetleri açısından en iyi durumdaki bu 3 fabrikanın elden çıkması durumunda, ekonomik ölçekte olmayan diğer fabrikaların üretime devam edemeyecekleri ve rekabet şanslarının hiçbir şekilde olamayacağı yaygın bir kanıdır (Taylan Kıymaz 2002. Şeker Politikalarında Yeni Yönelimler ve Türkiye’nin Konumu. İktisadi Sektörler Ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü, DPT, Ankara).
[2] Bunlardan en önemlisi, dünyanın 50’den fazla ülkesinde şeker üretimi ve ticareti yapan İngiliz ED&F Man (Edward Desborough and Frederick Man) Şrmasının Şnansal kolu olan Man Group PLC’dur.
[3] Şeker-İş Dergisi Sayı 104
Yabancılaşma kavramının Marksist analizde kullanılması çift anlamlılığı ile önemli bir avantaj taşımaktadır. Bir anlamı, işçi ile ürettiği ürün arasında oluşan bir ilişki türü olarak ücretli emek formu ile açığa çıkan yönüne vurgu yapmak için kullanılmaktadır. Burada söz konusu olan mülkiyet ilişkilerine bahis olan ücretli emek biçimidir. Diğeri ise çalışmanın işçinin kendini gerçekleştirme amacından sapması ve zorunluluk alanına hapis olmasıdır. Bizzat insan emeği, tüketimin nesnesi haline gelmiştir ve çalışma, işçi açısından ücretli emek ile ifadesini bulmaktadır.
İnsan emeğinin ücretli emek formu ve bu formun yeniden üretim süreci kapitalizmin farklı dönemlerinde önemli değişimler geçirmiştir. 1945-1979 “refah devleti dönemi” olarak adlandırılan dönemin ardından; emeğin istihdam biçimleri, emek sürecine dahil olma kanalları ve emek sürecini örgütleyen emek rejimleri radikal anlamda değişmiştir. En önemli değişim, esnek üretim sürecine uygun esnek işgücü piyasalarının yaratılması yönünde olmuştur. Bu süreç ise esnek işgücünün kullanım alanının artması ile birlikte, “tam istihdam” yerini alan “eksik istihdam” ve a-tipik çalışmanın yaygınlaşması ile açığa çıkmıştır. Bu dönüşüme eşlik eden işsizlik tehdidi, çalışmayı “somut insan faaliyeti” olarak ele alan ve ücretli emekte ifade bulan anlamının dışında “çalışmayı” anlamlandırmakta ve çalışmanın karşılığını manevi tatminle karşılayan bir kategori yaratma ihtiyacını açığa çıkartmaktadır. Kapitalizmin ilk dönemlerine benzer bir biçimde üç temel değişiminin emek piyasaları üzerinde etkili olduğunu söyleyebiliriz:
Ortadoğu, bağrında yer alan Mezopotamya (Altın Hilal) üzerinden şekillenen, boyatan uygarlıksal gelişmelerle insanlığa beşiklik etmiş, yeryüzünün en dramatik, acılı fenomenlerine sahne olmuş, olmaya devam eden ve bu özelliklerinden ötürü de bir paradoksal gerçeklikler odağıdır…
Toplumsal yaşamın, sınıflara bölünmesine, bunun en üst düzeyde politik ifadesi olarak devlet organizasyonuyla tanışmasına yol açan “özel mülkiyet” olgusunun da anayurdudur Ortadoğu!
Sümerlerde gerçekleşen ve Ziguratlar olarak yükselen devlet; baskı, şiddet, sömürü ve savaş(lar)ın kaynağı/başat nedeni olduğunu, en çok dünyanın bu parçasında pratikleştirerek kanıtlamaktadır. Günümüzde de savaş, sömürü, baskı ve şiddetin en sınırsız, çıplak biçimiyle uygulandığı, adeta tarihinin oluşturduğu, yarattığı uygarlıktan koparılmak istendiği bir ölüm tarlasına çevrilmek istendiği sahadır Ortadoğu…
Devlete, onu zorunlu kılan/sosyalitenin, sınıflar bağlamında bölünmesine yol açan, özel mülkiyetin “ilahi adaletin tecellisi” olduğunu bir sistematiğe kavuşturan ideolojiye ana rahmi rolünü oynayan Ortadoğu; bu yanıyla siyasetin/politikanın da tarih ve toplum sahnesine çıkış noktalarının başında gelmektedir.
AKP, ANAP’tan devraldığı liberal miras ile “babalar” gibi önüne gelen her şeyi satacağını pervasız Maliye Bakanı’nın ağzından sermaye adına dile getirirken, ne yazık ki işçi sınıfı adına aynı “pervasızlıkta” bir cevap çıkmamıştır. Zira, Türkiye’de sendikalar özelleştirmenin arkasındaki felsefeyi tam algılayamamış, bu nedenle gereğince bir mücadele vermemiştir. Bu nedenle, sendikal politikalar ve işçi sınıfı adına bu “vahim” durumu soğuk kanlı olarak değerlendirmekte yarar var.
İşçi sınıfı ve sendikalar açısından bakıldığında özelleştirmenin ilk çağrıştırdığı şey işsizlik, düşük ücret ve sendikasızlaştırmadır. Bunlar işçi sınıfının doğrudan hissettikleridir. Bir de özelleştirmenin kimliksizleştirme, karaktersizleştirme ve benzeri dolaylı etkileri vardır ki bunlar sınıf bilinci açısından çok daha büyük önem taşır. Özelleştirmenin doğrudan ve dolaylı olarak işçi sınıfında yarattığı tahribat korku, umutsuzluk ve sınıf bilincini köreltmektir. Bu nedenle, özelleştirme, basit bir kamu malını, işletmesini özelleştirme olarak değerlendirilmemelidir.