Son yıllarda daha çok hayatlarımıza giren işaretler şiddet ve linç kültürünün sistemin kurucu öğeleri olduğunu anımsatıyor. Şiddet kirlenmesi olarak da niteleyebileceğimiz bu durum, “korku” ve “kutsal” kavramları etrafında gelişiyor. Kutsallar yeniden tanımlanıp, onun uğruna zincirleme şiddet sokaklarda zuhur ettiği andan itibaren kan artık ırkçı ideolojinin bileşenlerinden biri olarak topluma sızarak, rolünü yerine getiriyor. Hal böyle olunca da, sistemin ilk örneği olarak tasarlanan “kurucu şiddet” yeniden devreye girerek toplumdan yeniden oybirliği istiyor.
Kapitalist-emperyalist sistem, demokrasi ve barış ve ilerleme iddialarına yenilmiş durumda. Daha doğrusu, kendini ne kadar yenilese de, tarihen zamanını doldurmuş ama siyaseten varlığını sürdüren özel mülkiyet dünyası ve kapitalizm denen “kötülük toplumu”, şiddet mekanizmalarını daha da çeşitlendirerek egemenliğini sürdürüyor. Biz sosyalistlere düşen ise “yoğunlaşmış bir yalnızlık odağı” olarak akıntıya karşı yürek çekmek. Şiddetin en korkunç biçimi olan savaşlar bir kenara, biyolojik, psikolojik şiddet dünya halklarına reva görülen “uygarlaştırma!” fiili olarak dünyanın her yerinde yürürlükte ama “insanlık!” seyrediyor. Çünkü savaşlar, linçler, toplu katliamlar artık seyir nesnesi gibi algılanıyor. ABD ve müttefikleri dünyanın her yerinde “uygulamalı tarih dersi” verir gibi kendi “uygar!” mülkiyet dünyalarının ırkçı kutsallarıyla dünya halklarını terbiye etmeye çalışıyor. İşaretler ilk çağlardan bu yana “kutsal ve şiddet” ilişkisinin çok az değişiklik göstererek dahası birbirine eklemlenerek sürdürüldüğünün kanıtı gibi...
Hakim sınıflar, kendi istek ve çıkarlarını, sömürü çarklarını gizlemek için, bu çıkarların tüm ulusun çıkarları olduğunu iddia ederler. Gündelik yaşamda zararsızca kullanılan hatta hemen her fırsatta geniş kesimlerce sahiplenilen ‘milliyetçilik’, egemenler tarafından ideolojik ve politik bir silah olarak kullanıldığında tahmin edilenden daha tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Bilhassa en çabuk etkileme şansına sahip olduğunu düşündükleri gençliği “milliyetçi” bir ideolojik formasyonla yetiştirerek, onun enerjisini, hem sömürüyü artırma, hem de başka uluslara ve ülkelere karşı mücadelelerinde bir araca dönüştürmeyi amaçlarlar. Milliyetçilik, ülkeden ülkeye değişse de, gerici güçlerin, yığınların aklını karıştırmak için kullandığı bir ideolojik gözbağıdır; bütün yönleriyle kullanılmaya da devam edilmektedir.
Geniş halk yığınlarına, en başta da gençliğe yönelik olarak, “daha iyi bir insanlık toplumu”, “sömürüsüz ve barış içinde bir dünya” idealini değil, ama kendi düzenlerinin en iyi düzen, kendi ülkelerinin en ideal ülke, başka ülkelerden ve uluslardan üstün özelliklere sahip olma gibi yönleri öne çıkaran egemen güç odakları, bu kafa karışıklığı yaratma gayretlerine en geniş dayanağı milliyetçilikte bulmuştur. Türkiye’nin son yüz yıllık tarihi de, kimi zaman bütün diğer ulusları aşağılayan Turancılık, kimi zaman “Atatürk milliyetçiliği”, “sol milliyetçilik” gibi adlar altında, işçi sınıfını, gençliği milliyetçilikle zehirlemenin tarihidir.
Son bir-bir buçuk yıldır ise; milliyetçilik; egemenlerin arasındaki iktidar kavgasında ve ülkeyi bir Kürt-Türk çatışmasına doğru sürüklemek isteyen gerici, şoven milliyetçi güçlerin bir silahı olarak kullanılarak, bir siyasi programa dönüştürülmek istenmektedir. Sermaye partilerinin aralarında milliyetçilik yarışına girmeleri; 70-80 yıl sonra “kızıl elmacılık”ın yeniden popülerleştirilip, eski solcu siyasi çevrelerden ülkücülere kadar “geniş” bir yelpazenin ortak bir organizasyonu olarak, tüm milliyetçi çevreleri provokatif bir cephede birleştirmesi bir rastlantı olmadığı gibi, kendiliğinden olan bir şey de değildir.
"Olduğu yerde kalan hiçbir şey yoktur. Aynı ırmağa iki kez girilemez." Antikçağ Yunan felsefesinin büyük düşünürü Herakleitos'un değişimin mutlaklığına vurgu yapan bu sözü, yalnız felsefe ansiklopedilerinin değil, üniversitelerde okutulan siyaset bilimi kitaplarının da vazgeçilmez kaynağıdır. Ancak, Herakleitos'un bu sözü, -her şeyi "küreselleşme" sürecinin ihtiyaçları içinde eritmeyi, değişimi bu yönde vurgulamayı tercih eden son 30 yılın bazı kuramcılarınca özellikle ihmal edilen- başka vurguları ile birlikte doğru anlaşılabilir. Herakleitos, "her şey karşıtların kavgasından doğar" der. Bu da diyalektiğin özünü oluşturur. İnsanların ancak yirmi beş yüzyıl sonra kavrayabildiği bu bilimsel gerçeklik Herakleitos'un şu sözlerinde derinlemesine ifadesini bulur: "Varlık yokluğu, yokluk varlığı doğurur, varlık ve yokluk, olmak ve olmamak (To be or not to be, Shakespeare, Prens Hamlet'e söylettiği bu sözü Herakleitos'tan almıştır), yaşamak ve ölmek bir ve aynı şeylerdir. Bunlar aynı şey olmasaydılar değişerek birbirleri olamazlardı; yokluk varlığa, varlık yokluğa, ölüm yaşama ve yaşam ölüme geçemezdi." (1) Değişim kavramınının Herakleitos'un vurguladığı ve daha sonra diyalektik materyalizmin sistematize ettiği, tarihsel materyalizmle de sınıflar mücadelesine uyarlanan derinliği dışında ele aldığınızda, geriye neoliberal kuramcıların, postmodernistlerin pek sevdiği, iç tutarlılığı olan bilimsel düşünceye düşmanlık ve yüzeysel bir "değişim fetişizmi" kalıyor.