Ögeler etikete göre görüntüleniyor: Ortadoğu

Almanak 2010Aslı sorulursa, Afganistan diye bir “soru(n)” yok, işgalcilerin Afganistan ile sorunu var ki, bu da eski(meyen) bir sömürgecilik meselesinden başka bir şey değildir…

Güçlü direnişlerle işgalciler için hep bir mezarlık olan Afganistan’da, Büyük İskender’den beri hikayenin sonu daima, işgalcilerin pılısını pırtısını dahi toplamadan, arkasına bakmadan kaçtığı bozgunlarla noktalanmıştır… Bu kez de, ABD (ve NATO) için böyle olmaktadır.

Örneğin “Afganistan’ın aynadaki yansıması çirkinse, bu Afganistan çirkin olduğu için değildir, modern ve post-modern dünyanın tüm çirkinliklerini yansıttığı içindir. Eski bir Fars şiirinde denildiği gibi ‘Aynadaki görüntünü sevmiyorsan, aynayı değil, kendi yüzünü kır,” der Barnett Rubin, ‘Afganistan’ın Parçalanması’ başlıklı kitabında...

Rubin’in temel tezi, tarih boyunca Afganistan’a birçok dış gücün müdahale ettiği, bunu yaparken ülkenin kendi dinamiklerini hiçe saydığı, her gücün işine gelen siyasal grubu ya da etnik yapıyı desteklediği; bu süreçte Afganları her geçen gün daha bağımlı kılıp sonunda içinden çıkılmaz ve insanlarına her türlü acıyı tattıran bir yapıya dönüştürdüğü yolundadır.

Zaten bunun için Afganistan’a, modern ve post-modern dünyanın çirkin yüzü der yazar!

Ek bilgiler

  • Yazar Temel Demirer
  • Yıl 2010
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 2009İran’ı konuşmak; aslı sorulursa, sadece İran’ı konuşmak değil, İran’la Ortadoğu’nun, Ortadoğu’yla da dünyanın ilişki ve denge(sizlik)lerinden söz etmektir.

Gerçekten de Cemil Ertem’in, “İran’da olan bitenleri İran’da olup bitecekmiş gibi konuşmamak gerekiyor”; Nuray Mert’in, “İran mevzusu sadece İran’la ilgili değil,” kaydını düştükleri kapsamda saptanması gereken ilk özellik birden çok İran’ın varlığıyken; ikincisi de İran denince aynı dili konuşmuyor olduğumuz. Evet, herkes kendi “gördüğü İran”, “kendi İran’ını” anlatıyor...

Bir dünya sorunu olduğu ve söz konusu iki özelliği unutulmadan ele alınması gereken İran’ın 2009 Haziran’ı sonrasında yaşadıkları, bir “son”un başlangıcı olduğu kadar, bir “başlangıcın” da sonu niteliğindedir.

Bütün işaretler İran’da seçim sonrasında yönetim ile muhalefet cephesi arasındaki mücadelenin önemli bir saşaşmayı devreye soktuğunu gösteriyor.

İran’da olup “biten”ler, ya da daha doğrusu bitmeyenler için rivayet muhteliftir: Kimileri İslâm devriminin içerden çürümeye başladığından söz ederken; kimileri de İslâm devriminin komuta kademesindeki anlaşmazlığın açtığı çatlaktan özgürlük isteyenlerin nefes almak için başlarını uzattığına dikkat çekiyorlar.

Kim ne derse desin; sonuçta İran’da bir şeyler oldu, oluyor derken; cin şişeden çıktı…

Ergin Yıldızoğlu’nun deyişiyle, “İran’da 19-21 Haziran arasında bir ‘şey’ oldu. Ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Çünkü olanı ‘tanımlayacak’ ‘özne’ henüz şekillenmedi.”

Ek bilgiler

  • Yazar Temel Demirer
  • Yıl 2009
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 2008Ortadoğu’nun kilit önemdeki “Filistin Sorunu”ndan; hem de Baudrillard’ın, “Uçağın hiç düşmeyişinden değil de, bir daha hiç yere inmeyişinden korkarım,” sözleriyle karakterize olan ilişkiler ağındaki bir “suni denge” koşullarında söz etmek kolay değil; hatta çok zor…

Çünkü bu soru(n), birçok şeyden hatta her şeyden söz etmenizi kaçınılmaz kılar; bu nedenle de çok kapsamlı ve girifttir. Yani soru(n) sadece, Filistin isyanı ile Siyonist işgal arasında olmadığı gibi bölgeselin de ötesinde uluslararasıdır.

Örneğin yakın geçmişte yaşanan Gazze trajedisi, oluşumu ve ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle yerel veya bölgesel falan değil; tümüyle uluslararasıdır.

‘The Daily Star’ın bir “başyazı”sındaki saptamasıyla, “Gazze halkının topluca cezalandırılması, çatışmanın artması için kusursuz bir plan gibi. Üstelik bu sırf İsrail’in değil, tüm dünyanın suçudur… Uluslararası toplum sessiz kalarak XXI. yüzyılda meydana gelen en utanç verici zulümlerden birine etkin bir biçimde onay vermiş oluyor.”

Böylesi bir “onay” olmasa; Filistin isyanı ile Siyonist işgal arasındaki “denge(sizlik)” de bugünkü gibi olmaz, olamaz…

Ortadoğu’daki Siyonist işgal, emperyalist Kuzey’in (Batı da diyebilirsiniz!)

Ortadoğu’nun bağrına sapladığı ırkçı bir hançerdir…

“Irkçı” dedim; bu uluslararasıdır; kolektif özellikler taşımaktadır.

Ek bilgiler

  • Yazar Temel Demirer
  • Yıl 2008
Yayınlandığı kategori Emek Hareketi

Almanak 2006Bundan altmış yıl önce kıyamet saatinin yaratılmasının nedeni, soğuk savaşın başlamış olmasıydı. Soğuk savaşın kronometresi olan “Kıyamet Saati”, uzun yıllar boyunca Atomic Scientist Bulletin (Atom Bilimcileri Bülteni) tarafından kıyamete ne kadar yakın olduğumuzu göstermek için kullanıldı. Bu saat son 60 yıl içinde gece yarısına iki dakika ile onyedi dakika kala arasında gidip geldi. Her yeni nükleer tehditle, 12’ye, yani kıyamete biraz daha yaklaştık. Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte yapılan her yeni silah kısıtlayıcı antlaşmayla da saat biraz daha geriye gitti. Soğuk Savaş sonunda, 1991’de, saat 12’ye 17 dakika kalayı gösteriyordu. 2006 Ocak ayında ise nükleer silahların yeniden gündeme gelmesi ve küresel ısınma nedeniyle iki dakika daha ileri alınan Kıyamet Saati şu anda 12’ye beş kalayı gösteriyor.

Peki Ortadoğu’da durum ne: Petrol paylaşımı yüzünden on yıllardır  zaten savaşlardan sıyrılamayan Ortadoğu şimdi de Batı ülkelerinin nükleer teknoloji satma telaşı yüzünden gece yarısına çok daha yakın. Bugün Ortadoğu’daki hemen her ülke, nükleer enerji santrali kurmak istediğini, nükleer teknolojiye sahip olmak istediğini açıklıyor.

Aslında Ortadoğu’ya baktığımızda, bu sorunun yaklaştığını uzun süredir görüyor olmamız gerekirdi. Bölgede üç ülke bir süredir, nükleer güce sahip olma arzusu konusunda Ortadoğu ateşine benzin döküyor. Bunlar, 100’den fazla nükleer silahı olan ‹srail, nükleer programı etrafında birçok tartışmanın yaşandığı ‹ran ve bu denklemdeki önemi sıklıkla gözardı edilen Türkiye. Türkiye’de konuşlandırılmış olan ABD’ye ait doksan nükleer silah, soğuk savaş sonrasında ABD’nin tehdit algılamasındaki değişim nedeni ile açıkca Ortadoğu’ya yönelmiş durumda. Buna ek olarak Türkiye’nin nükleer enerji santrali kurma isteğini de dikkate almamız gerekiyor.

Ek bilgiler

  • Yazar Aslıhan Aykaç
  • Yıl 2006
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 20061990 yılının 11 Eylül’ünde, Amerikan askerleri Kuveyt’te muzaffer konuşlanmalarını tahkim etmişken, Baba Bush, Amerikan Kongresi’nin ortak birleşiminde şöyle seslendi: “Milletlerin yeni ortaklığı (partnership) başlamıştır ve bugün özel ve olağanüstü bir momentte bulunuyoruz. Çok ciddi olsa da, Körfez’deki bunalım, aynı zamanda, işbirliğinin tarihi bir dönemine geçiş için az bulunur bir fırsat yaratmaktadır. Bu sorunlu zamanlardan... bir yeni dünya düzeni ortaya çıkabilir: Terör korkusundan azade, adalet arayışında daha güçlü ve barışı elde etmede daha güvenli bir yeni dönem. Dünya uluslarının, doğuda ve batıda, güneyde ve kuzeyde, zenginleşip birlikte uyum içinde yaşayacakları bir çağ.”

Daha sonra, Amerikan emperyalizminin ideologları, bu sözleri günlük dile çevirdiler. “Milletlerin işbirliği”ni Sebastian Mallaby şöyle anlattı: “Amerika bombalar ve savaşır, Fransızlar, ‹ngilizler ve Almanlar sınır bölgelerinde polis görevi yaparlar ve Hollandalılar, ‹sviçreliler ve ‹skandinavlar da insani yardım götürürler.” Eski başkanlardan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski ise, “proje”de ABD’nin ötekilere ilişkin genel stratejisini yazdı: “Vasallar arasındaki çatışmaları önleyip bağımlılığı sürdürmek..., haraca bağlanmışları uysal tutmak ve korumak ve barbarların biraraya gelmesini önlemek.” Charles Krauthammer de, yeni düzenin profili çizdi: “Amerika, soğuk savaşı kazandı, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ni ödül olarak cebe attı, sonra da Sırbistan ve Afganistan’ı yakıp kül etti ve bu arada da muazzam askeri gücünü göstererek Avrupa’nın önemsizliğinin altını çizdi.”

Yeni Roma’nın yeni dünya düzeni işte böyle olacaktı ve “Proje”nin Ortadoğu merkezli bir konuşmada ilan edilmesi elbette rastlantı değildi. “Proje,” orada başlamıştı.

Ek bilgiler

  • Yazar Haluk Gerger
  • Yıl 2006
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 2005Siyasal İslamın Türkiye’deki yükselişi ile ortaya çıkan farklı söylemlerin, çatışmaların ve tutumların sadece ulusal düzeyde siyasal ve toplumsal mücadelelerin sonucu olarak değil, süre giden küreselleşmenin kültürel ve ekonomik sonuçları tarafından da etkilendiği görülmektedir. İslamik söylem ve değerlerin egemenliğini ekonominin örgütlenme
alanlarında görebiliyoruz. Benzer biçimde entelektüel ve sivil alan, popüler kültür ve tüketim paternleri İslami kimlik referanslarına, İslamik sembol ve geleneklere göre yeniden tanımlanmışlardır.

Bu yazıda ekonomi ve kültüre ait parametrelerden yola çıkarak ekonomik ve kültürel pratiklerin birbirlerini nasıl etkiledikleri ve bunların tümünün küreselleşmeden karşılıklı olarak nasıl etkilendikleri üzerinde duracağım. Özellikle modern kurumların İslam’a içkin değerlerle kendini nasıl harmanladığı ve İslam ve onun geleneksel değerleriyle uyum içinde varolan kurumların da kendilerini nasıl dönüştürdüklerini inceleyeceğim. Bir başka deyişle küreselleşme sürecindeki Türkiye kapitalizmi çerçevesinde siyasal İslam’ın kendini yeniden tanımlayarak nasıl bir kendine özgü kültürel kimlik yarattığına bakacağım.

Ek bilgiler

  • Yazar Yasemin Özgün Çakar
  • Yıl 2005
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 2005Ortadoğu, bağrında yer alan Mezopotamya (Altın Hilal) üzerinden şekillenen, boyatan uygarlıksal gelişmelerle insanlığa beşiklik etmiş, yeryüzünün en dramatik, acılı fenomenlerine sahne olmuş, olmaya devam eden ve bu özelliklerinden ötürü de bir paradoksal gerçeklikler odağıdır…

Toplumsal yaşamın, sınıflara bölünmesine, bunun en üst düzeyde politik ifadesi olarak devlet organizasyonuyla tanışmasına yol açan “özel mülkiyet” olgusunun da anayurdudur Ortadoğu!

Sümerlerde gerçekleşen ve Ziguratlar olarak yükselen devlet; baskı, şiddet, sömürü ve savaş(lar)ın kaynağı/başat nedeni olduğunu, en çok dünyanın bu parçasında pratikleştirerek kanıtlamaktadır. Günümüzde de savaş, sömürü, baskı ve şiddetin en sınırsız, çıplak biçimiyle uygulandığı, adeta tarihinin oluşturduğu, yarattığı uygarlıktan koparılmak istendiği bir ölüm tarlasına çevrilmek istendiği sahadır Ortadoğu…

Devlete, onu zorunlu kılan/sosyalitenin, sınıflar bağlamında bölünmesine yol açan, özel mülkiyetin “ilahi adaletin tecellisi” olduğunu bir sistematiğe kavuşturan ideolojiye ana rahmi rolünü oynayan Ortadoğu; bu yanıyla siyasetin/politikanın da tarih ve toplum sahnesine çıkış noktalarının başında gelmektedir.

Ek bilgiler

  • Yazar Osman Engin
  • Yıl 2005
  • Kurum Demokratik Toplum Partisi Parti Meclisi Üyesi
Yayınlandığı kategori Politika
Almanak 2005Emperyalizm hakkında, “yeni” ve “yenilenme”ye açık bir alay söz edilse de, onun temel özelliklerinden “değişmeyeni”: İmparatorluğun vazgeçemediği ve mündemiç olan işgalci-terörist zorbalıktır... Bunun kanıtı, emperyalist ABD kâbusunun “büyük strateji”si yani vahşet imparatorluğunun Ortadoğu icraatıdır...
 
Söz konusu “icraat”lara dair saptamalarımızı -madde madde- sıralayarak ilerlersek:
I-) ABD: RÜYA DEĞİL, NEO-FAŞİST BİR KÂBUS
ABD, neo-liberal vahşet dünyasının, -Ortaçağ gericiliğine rahmet okutan!- postmodern vahşetinin uç örneğidir... Her kim ki bu coğrafyada “demokrasi” ve “özgürlük”ten söz ediyorsa; o bir yalancıdemagog değil ise, aptaldır...
Ulaşılan koordinatlarda, ABD’de neo-faşist (en azından faşizan) özellikler arzeden aşırı sağcılığın yoğunlaşması had safhalara ulaşmıştır...
Emperyal ırkçılık, Arnold Schwarzenegger3 ve John Wayne4 farslarında somutlaştırılıp, WASP (Beyaz-Anglosakson-Protestan) “ideolojisi” ile harmanlanırken; Bush ile birlikte Evanjelik çılgınlıkla tahkim edilen ABD saldırganlığı, faşizan-ırkçı bir hikâyenin ulaştığı sınırları işaret eder...
 
Bilindiği gibi 1960’ların son dönemlerinde ABD’de kültürel bir değişim yaşandı ve tüm dünyayı etkiledi. İkiyüzlülük, ırkçılık, çevre ve savaş gibi kavramlar insanların üzerinde
 düşünüp taşındığı kavramlar oldu. Bununla beraber bugün ABD’de 1960’larda yaşanan kültürel değişimden çok daha büyük bir “karşı değişim” yaşanıyor.

Ek bilgiler

  • Yazar Temel Demirer
  • Yıl 2005
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 2004Filistin sorunu, yarım yüzyıldan fazla bir süredir insanlığın vicdanını kanatan bir yaradır. Aslında sorunun kökeni yüzyıllar gerisinde bulunur. Ancak Filistin problemi, İsrail Devleti kurulduktan sonra, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında akutlaşıp tüm karmaşıklığıyla bu yüzyıla sarkmıştır.

1. Filistin'e Yahudi göçünün kısa tarihi

Günümüze taşınan boyutlarıyla sorun, esas olarak, 1917 Balfour Deklarasyonu ile başlamıştır. Aslında Balfour Deklarasyonu, Siyonizm'in sözcülerinden Lord Rothschild'e yazılmış bir mektuptur. Büyük Britanya, bu belge ile, Yahudilere Filistin'de bir devlet oluşturmaları için toprak vadediyordu. Böylece, Yahudilere kutsal kitaplarca vadedilmiş topraklar, onlara bir kez daha, ama bu defa Büyük Britanya tarafından vadediliyordu. Gerçi deklarasyon, Filistin'de bulunan diğer halklardan da söz etmekte idi; ancak Yahudilere vatan toprağı vadedilirken o topraklarda yaşamakta olan Filistinlilerin fikirleri sorulmamıştı.

1. Dünya Savaşı'nın en sıcak günlerinde Büyük Britanya ve Fransa, Ortadoğu'daki Osmanlı topraklarının savaş sonrası paylaşım planını yapmaya başlamışlardı. 1916'da imzalanan Sykes-Picot Andlaşması ile Filistin'in Büyük Britanya'ya, Suriye ve Lübnan'ın da Fransa yönetimine devri öngörülüyordu.

Avrupalıların Avrupa Yahudilerini Filistin'e yönlendirmeleri, Yahudi severliklerinden çok Yahudi karşıtlıklarından kaynaklanıyordu. Kendi bünyelerinde yüzyıllardır sorun oluşturmuş bulunan Yahudi azınlıklarından bu yöntemle "kurtulmayı" düşünmüş olan Avrupalıların sayısı az değildir. Ancak, bu yolla, çok dramatik sonuçlara neden olacak ve tüm dünyayı yüzyıl boyu uğraştıracak bir sorunu başlattıklarının belki de bilincinde değillerdi. Aslında çözümsüz bir problemle karşı karşıya kalınacağını daha o zamanlar gören insanlar da vardı. Nitekim, sonradan İsrail'in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion daha 1919'da şöyle diyordu: "Biz bu ülkenin bizim olmasını istiyoruz; ama, Araplar da bu ülkenin kendilerinin kalmasını istiyorlar." (www.mideastweb,org/briefhistory.htm).

Ek bilgiler

  • Yazar Aydın Cıngı
  • Yıl 2004
  • Kurum SODEV
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 2004İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın hegemonu ABD, Ortadoğu’yu üç nedenden dolayı kesin hakimiyeti altına sokmaya yöneldi.

Bu nedenlerden birincisi, bölgenin petrol kaynakları ve ikmal yolları açısından taşıdığı önemdi. O dönemde petrol, özellikle, kapitalist restorasyon sürecindeki (ve fiilen Amerikan işgali altındaki) Batı Avrupa için önemliydi. Tabii Amerikan şirketleri açısından da bu enerji kaynağına el koymak önemliydi; bu, ayrıca ve bu alandaki İngiliz-Fransız üstünlüğüne darbe vurarak emperyalist yeniden paylaşımı ABD lehine sonlandırmak bakımından da stratejik özellik taşıyordu. Bu alanda Suudilerle yapılan anlaşma ve ARAMCO’nun kurulmasından sonraki ilk operasyon İran’da gerçekleştirildi. Bunun üzerine, CIA, İngiliz gizli servisinin de katkılarıyla, İran petrolünü millileştirerek İngiliz hakimiyetinden kurtaran Başbakan Musaddık’a karşı bir darbe düzenledi. Bugünkü “portakal-limon devrimleri”ne benzer biçimde, çuvallar içindeki dolarların dağıtılması, gazeteci, general ve din adamlarının satın alınması, gerçeklerden bihaber yığınların kışkırtılması gibi bildik psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak demokratik seçimlerle iktidara gelmiş meşru hükümet devrildi, ordu yönetime el koydu ve ülkeden kaçmış olan Şah geri getirilerek tahta oturtuldu. Sonra da, askeri polislikten general olan Amerikalı Norman Schwarzkopf (1991 Körfez Savaşı’ında ABD kuvvetlerinin komutanı ‘Çöl Ayısı’ General Schwarzkopf’un babası) SAVAK’ı kurdu ve Amerikalılar İran istihbaratçılarına son moda işkence ve kendi halklarına karşı psikolojik savaş tekniklerini öğrettiler. Tabii bu arada İran petrolü de yeniden Batı’lı şirketlere verildi. Tabii bu kez İngilizlere sadece yüzde kırk pay düştü, öteki yüzde kırka Amerikan şirketleri el koydu. Gerisi de Fransız, Hollanda ve İtalyan şirketlerine dağıtıldı. İkinci Dünya Savaşı ertesinde Amerikan şirketleri Ortadoğu petrolünün sadece yüzde 13 kadarına sahiptiler. 1960 ortalarındaysa, bu oran yüzde 65’e yükselmişti. Savaş’tan sonraki 10-15 yıl içinde ABD emperyalizminin ilk saldırısı böylece başarıya ulaşmıştı.

Ek bilgiler

  • Yazar Haluk Gerger
  • Yıl 2004
Yayınlandığı kategori Politika
Ara...