2003 yılı boyunca ve ardından gelen 2004 yılında dünyanın ve içinde bulunduğumuz bölgenin en önemli gelişmeleri Irak’ın işgali, bu işgalin gerek emperyalistler ve gerekse bölge ülkelerinde yarattığı etki ve tepkiler oluşturmuştur. Bu nedenle son derece önemli olayların gerçekleştiği Ortadoğu coğrafyasında yaşayan sosyalistler olarak siyasal ve toplumsal hayatımızı derinden etkileyen bu gelişmelerden kaynaklanan olgular üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü, bugün yüz yüze bulunduğumuz devrim ve sosyalizm mücadelesinin temel sorunları ve mücadele perspektifleri bu olgulardan kaynaklanmaktadır.
EMPERYALİZMİN YENİ DÖNEMİ
Emperyalizmin niteliği ve yeni dönemi üzerine söylenecek çok şey var. Ancak, bu yazımızın sınırlarını aşmadan birkaç noktanın altını çizmek gerekirse özetle şunlar söylenebilir.
Haziran ayında İstanbul’da NATO Zirvesi toplanıyor. ABD emperyalizmi dünya egemenliği arayışında NATO’yu Büyük Ortadoğu bölgesinde seferber etmeyi planlıyor. Bu Kuzey Afrika’dan Pakistan’a; Basra Körfezi’nden Kafkaslar’a merkezinde bulunduğumuz bölgede savaşlar, gözyaşı, işkenceler demek.
Bu süreçte hepimize Türkiye’deki en geniş kesimlerle birlikte tüm dünyaya, “bu ülkede anti-emperyalistler var, bu ülkede savaş karşıtları var, bu ülkede ABD’nin saldırgan politikalarına direnmeye karar alanlar var” mesajını vermek sorumluluğu düşüyor.
“Başka bir dünya” arayışı, savaşsız, sömürüsüz bir dünya mücadelesinde şimdi en önemli görev, barışa sahip çıkmaktır. Enternasyonalizm bugün “küresel adalet” anlayışımızı “evrensel barış” talebinde somutlaştırmayı gerektiriyor.
ABD emperyalizmi yeni bir ortak düşman arayışı içerisinde, dünyanın hem enerji kaynakları, hem de jeo-stratejik konum açısından en kritik bölgesinde gerçekleştirdiği işgali genişletmek istiyor. AKP hükümetinin NATO, IMF, DTÖ gibi emperyalizmin kurumlarının direktiflerine kayıtsız şartsız riayet etme biçiminde kendini gösteren teslimiyetçiliği biliniyor. Kendi tabanını da “yeni Osmanlıcılığın” ihyası hayaliyle peşinden sürükleyerek Türkiye’yi BOP’ a dahil etme planlarını teşhir etmek hayati önemdedir. ABD ergeç yenilecek, tası tarağı toplayıp bölgeyi terk edecektir. Türkiye’nin “bölge gücü” olma ham hayaliyle bu maceranın ortasına atılması önlenmelidir.
Bu anlamda bizler açısından, NATO’nun tarihsel misyonunu anlatabilmek, BOP’un gerçek amacını deşifre edebilmek çok önemlidir.
*Yeni Dünya Düzeni, 1990'ların başında, "evrensel barış", "uluslar arasında adalet", "demokrasinin bütün dünyaya yayıldığı", "refahtan herkesin pay aldığı", başlıca çelişkileri çözülmüş bir dünya olarak tarif edildi.
* Yeni Dünya Düzeni'nin ekonomik temelinin; "serbest piyasa ekonomisi" olacağı gerekçesiyle; bu doğrultuda uluslar arası sermayenin tüm dünyada serbest dolaşımı önünde tüm engellerin kaldırılması için harekete geçildi. KİT'lerin ve kamu hizmetlerinin tümüyle özelleştirilip piyasaya açılması, eğitim, sağlık, iletişim, belediye hizmetleri, sosyal güvenlik başta olmak üzere tüm hizmetlerin piyasa koşullarında verilir hale getirilmesi, bütün ülkelere dayatıldı.
* Klasik serbest piyasacılık, neoliberalizmin emek düşmanı tutumuyla birleştirilerek, emeğin değer yaratmadığı; tek değer yaratan etkenin sermaye, üretici olanın sadece kapitalistler ve toprak sahipleri, işçilerin, tüm emekçilerin tüketici olduğu ilan edildi. İşçi sınıfının toplumun varlığı için zorunlu olmadığı, asıl devrimci sınıfın burjuvazi olduğu bir ideoloji düzeyine yükseltilerek emeğe, emeğin kazanımlarına karşı savaş ilan edildi. Emek mücadelesinin, sosyalizmin izlerinin kaldırılması için ekonomide, siyasette, idarede bir karşı reform kampanyası başlatıldı.
* Ekonomide, siyasette, idarede, ideolojik alanda girişilen yapılandırmaya "dünyanın serbest piyasa temelinde küreselleşme"si adını verdiler. Bu amaçla oluşturulan politikalara da "küreselleşme politikaları" denildi. Bu politikalarla varılacak amacın "herkesin çıkarına" olduğu ilan edildi.
Partimizin- DEHAP (Demokratik Halk Partisi)- dayandığı tarihsel, toplumsal ve siyasal zemin Türkiye Emekçi Halkıdır. Kökleri ülke, demokrasi, kardeşlik, özgürlük ve barış mücadelelerinin derinliklerinden boy atmakla beraber, on beş yıla yakın bir zamandır yürüttüğümüz çalışmalar; bu kök ve zeminin amaçlarını gerçekleştirmeye dönüktür...
Ülkenin temel problemlerini bilimsel siyaset yöntemleri ve halkın bizzat yürütücüsü olduğu tarzda çözmeyi esas alan partimiz, gerek kurucuları, gerek çalışanları, gerek üyeleri ve gerekse yüz binleri aşan destekleyenleri boyutuyla emekçi özlü ve karakterli siyasal bir organizasyondur.
Bu başat özelliğine ve gerçekliğine karşın emek alanlarıyla ilişki düzeyinin sınırlılığı bizim yetmezliğimize işaret ettiği kadar, emekçi dünyanın mesafeli, uzak duruşunu da göstermektedir. Denebilir ki, hem partimiz hem işsiz, işçi, kamu emekçisi, sendikalı- sendikasız toplumsal kategorilerin buluşamamaktan kaynaklanan, örtük ama sonuçları bağlamında iki tarafa da kazandırmayan bir ilişki / ilişkisizlik durumu yaşanmaktadır.
TKP Merkez Komitesi 22 Aralık toplantısında son aylardaki gelişmelere ilişkin Siyasi Büro değerlendirmesini tartışarak, hazırlanan rapora nihai şeklini verdi. Toplantıda Irak'a dönük olası bir ABD operasyonuna karşı partinin alacağı tavır da bir kez daha gözden geçirildi ve parti örgütlerine aktarıldı. MK'nın AKP hükümeti, Kıbrıs ve AB sürecine ilişkin raporunu Komünist okurlarına sunuyoruz.
1. AKP burjuvazinin kalıcı bir seçeneği değil, "kirli işler" hükümetidir.
AKP hükümetinin ve bu partinin çoğunluk oluşturduğu meclisin, 1950 DP ve 1983 ANAP dönemlerine benzer bir köklü değişim rüzgarını temsil ettiği yaklaşımı, kuşkusuz son derece abartılı bir bakışı yansıtıyor. AKP'nin ne ideolojik karakteri, ne kitleler nezdinde sahip olduğu otorite ve prestij, ne de kadro kaynakları böylesi bir yöne işaret ediyor.
AKP'nin yükselişi de seçmen kitlelerin belirli bir ideoloji ve program etrafında harekete geçmelerinin ürünü olmamıştır. Düzenin diğer partileri, geride kalan dönemlerin vebaliyle özdeşleşmiş durumdayken AKP yoksullara acil bir kurtuluş kapısı gibi görünmüştür. Açıktır ki, hükümetin bu yöndeki kitle beklentilerini tatmin etmesi mümkün olmayacaktır. Kapıda bekleyen ekonomik kriz ve emekçiler üzerinde artması kaçınılmaz basınç, 3 Kasım'da bu partinin buluştuğu desteğin geçici olacağını teyit etmektedir.
1. GELECEĞE TOSLAMAK
Bu deyimi Alvin ve Heidi Toffler, Sovyetler Birliği’nin çöküşü için kullanıyorlar. Bu deyim Türkiye için de geçerli. 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti sanayi devrimine toslamıştı.
Bu yazıyı hazırlarken bir Almanak’a baktım. İçinden birkaç başlık seçtim. Önce onları okuyucularla paylaşmak istiyorum:
01.01.2002: Yeni Medeni Kanun yürürlüğe girdi.
13.01.2002: Ankara ABD’ye Irak konusundaki görüşünü bildirdi.
14.01.2002: Bahçeli Kemal Derviş’le el sıkışmadı.
28.01.2002: Liderler –Ecevit, Bahçeli, Yılmaz- Uyum Yasasında anlaşamadı. Bahçeli toplantıyı terketti.
10.05. 2002: Kemal Derviş seçim istedi.
19.05. 2002: Doktorlar, “Ecevit hastahanede immobilize” dediler.
Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin geleceğe tosladıktan sonra çağa yetişmek için yaptığı atılımdır.
I - DÜNYA
Irak savaşı askeri, politik, ekonomik ve kültürel anlamda tek süper güç olan ABD’nin hegemonyasını dayatması anlamına geliyor. Petrol kaynaklarının ve taşıma yollarının kontrolü ya da durgunluk içinde bulunan Amerikan ekonomisinin askerileştirme yoluyla harekete geçirilmesinden öte bir anlam taşıyor. Bu operasyon 21.yy dünyasının kontrolünün sağlanması mücadelesinde önemli bir kilometre taşı olarak değerlendirilmelidir.
ABD için en kritik nokta hiçbir ülkenin kendini “küresel güç” olarak tanımlayarak dünyanın efendisine kafa tutmayı denememesidir. ABD’nin hegemonyasını kabul etmek ve stratejik çıkarlarına uygun davranmak şartıyla, her ülkeye bir yaşam ve manevra alanı tanınabilir, o ülke yeni ve esnek koalisyonlara dahil edilebilir.
ABD’nin hegemonyasını dayatırken önüne çıkan, “ulusl ararası topluluk” kurum ve düzenlemelerini kaale almadığının vurgulanması çok önemliydi. George W.Bush’un başkanlığı devralmasıyla birlikte küresel ısınmaya karşı Kyoto Protokolü’ne imza koymayı reddetmesi, Anti-Balistik Füze Anlaşması’nı tek taraflı iptali, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı çıkması, kara mayınlarının ve biyolojik silahların yasaklanması anlaşmalarını hiçe sayması hep bu yönde atılmış adımlardır.
1970'lerin ortalarında; dünyada sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri rüzgârının kesildiği yıllarda; "neo liberalizme yöneliş", "devletçilikten piyasa ekonomisine ve serbest piyasa ekonomisine dönüş", "ithal ikameci ekonomiden liberal ekonomiye geçiş" gibi; "masum" bir ekonomi-politik yöneliş gibi ortaya çıkan eğilim; İngiltere-ABD merkezli olarak Teacherizm ve Reganizm adı altında doktrinleştirildi. Ve tüm dünyada; ekonomide devletin rolünün küçültülmesi; özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasa koşullarına uydurulması için taşeronlaştırma; esnek çalışma, işçilerin, emekçilerin sosyal haklarının yok edilmesi, eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik gibi başlıca kamu hizmetlerinin paralı hale getirilerek (metalaştırılma) uluslararası sermayenin kâr alanına sokulması; gerçek ücretlerin ve maaşların hızla düşürülmesi, esnek çalışma olarak bilinen kuralların, Toplam Kalite Yönetimi'nin üretim ve hizmetler alanında egemenliğinin sağlanarak sendikalar başta olmak üzere emek örgütlerinin parçalanıp işlevsizleştirilmesi; işçi sınıfının ve öteki emekçi sınıfların mücadele örgütlerinin güç ve itibar kaybederek birer içi boş "sivil toplum örgütü"ne dönüştürülmesi, yığınların uluslararası sermaye güçleri ve onların yerli işbirlikçileri karşısında örgütsüzleştirilmesi, emek güçlerinin dağıtılıp toplumsal bir güç olmaktan çıkarılması olarak ilerlemektedir.
Egemenliğin Etiğinden, Etiğin Egemenliğine Doğru (mu?)
“Sınırlar ve uluslar düşüncesi bana saçma geliyor. Bizi kurtaracak tek şey, Dünya yurttaşı olmaktır.”
J.Luis Borges
Geride bıraktığımız 2002 yılında meydana gelen siyasal koşullara ve olaylara göz atmadan önce, dünyanın ve elbette Türkiye’nin yeni bir yüzyılı hangi koşullarda karşıladığına bakmakta yarar var.
2000’li yıllar insanlığa derin ve büyük acılar yaşatmış bir yüzyılın geride kaldığı yıllar oldu.
Sömürgeciliğin tasfiyesi, dünyanın iki kez yaşadığı yeniden paylaşım savaşı, insanoğlunun kendi soyuna karşı kullandığı nükleer silahların yarattığı acılar ve yıkım, soğuk savaş dönemi hep bu yüzyılda, yirminci yüzyılda yaşandı.
1650’li yıllardan başlayarak, kapitalist gelişme sürecinin siyasal ifadesi ve örgütlenmesi anlamına gelen ulus devletler, bu yüzyılda güçlerinin doruğuna vardılar.