Kimilerinin “yanıt”ladığı(!) “7 Haziran 2015 Seçimleri’ne Dair -GerekçeliTavrımız” başlıklı yazımızın ardından, şimdi 8 Haziran’a (ve sonrasına) ilişkin bir değerlendirme “farz” oldu.
Turgut Uyar’ın, “Gülü çiğdemi filan bırak/ Sardunyayı karidesi filan bırak/ Acıyı ve ölümleri bırak/ Oy pusulalarını ve seçimleri bırak/ Evet/ Seçimleri özellikle bırak/ Çünkü açlık çoğunluktadır,” dizelerinden hareketle, hemen vurgulayalım: biz bu seçim sonuçlarını “zafer” olarak değerlendirenlerden değiliz; ancak bu, radikal demokrat HDP’nin başarısının altını çizmemize engel değildir. Bu koşullarda, Karl Marx’ın “Toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler benim kitabımı okumasınlar; hem ben, ona hiç el sürmemelerini alışkanlıklarına uyarak eserimi yanlış anlamalarına yeğ tutarım başlamalıyız,” uyarısını anımsatarak başlayalım yazacaklarımıza...
Yazdıklarımız ve yazacaklarımız “toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler”e ters gelecek olsa da, “Ex ore parvulorum veritas/ Hakikât çocuğun ağzında” vurgusuyla, “İnsanlar gerçekliğe ilişkin eleştirel bir anlayıştan yoksunsa ve gerçekliği, bütünün birbiriyle karşılıklı etkileşim içindeki kurucu öğeler olarak görmedikleri kesitler hâlinde kavrıyorlarsa, bu gerçekliği gerçek anlamda tanıyamazlar,” deriz; Paulo Freire gibi...
Türkiye’de ilk kez gizli oy açık tasnifin yapıldığı çok partili seçimlerin yer aldığı 1950 seçimlerinden bugüne 16 kez milletvekili genel seçimleri oldu. Son seçim, 12 Haziran 2011 tarihinde gerçekleşti. 50 milyon civarında kayıtlı seçmenin bulunduğu, 14 partinin ve bağımsızların yarıştığı ve seçmenlerin yüzde 86.7’sinin sandık başına gittiği seçimlerden AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) yüzde 49.94’lük oy oranıyla birinci çıkarken ikinci sıradaki CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) yüzde 25.94 ve üçüncü MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) yüzde 13.3 oranında oy almış ve bağımsızların oy oranı ise yüzde 6.61 düzeyinde kalmıştır. Buna göre daha önceki iki seçimden de birinci çıkan AKP, 326; CHP, 135; MHP, 54 ve bağımsızlar da 35 milletvekilliği kazanmıştır. Toplam 81 ilin 66’sında AKP sandıktan birinci parti olarak çıkmıştır. AKP Türkiye çapında sadece üç ilde (Hakkari, Iğdır ve Tunceli) milletvekili çıkaramamıştır. Seçimde ikinci sırada olan CHP sadece yedi ilde (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, İzmir, Aydın, Muğla ve Tunceli) birinci sırada çıkarken, üçüncü sıradaki MHP yalnızca Iğdır’da sandıktan birinci parti olarak çıkmıştır. Seçimlere yüzde onluk baraj nedeniyle parti olarak değil, bazı sol kökenli partilere mensup kişilerin de dahil olduğu 61 bağımsız adayla katılan BDP’nin 35 adayı daha çok doğu ve güneydoğudaki illerden aldıkları oylarla meclise girmeye hak kazanmıştır. Bu sonuca göre AKP, daha önceki iki seçimde (2002 ve 2007) aldığı oy oranlarını (%34 ve %47) artırarak üçüncü kez hükümeti kurma hakkını elde etmiştir.
2007 seçimlerine ilişkin yapılacak değerlendirmeler, kuşkusuz çok yönlü toplumsal, siyasal, ekonomik analizleri de içermek zorundadır. Bu verileri içermeyen ve gözetmeyen kritikler yüzeysel kalacağı gibi, yanıltıcı da olabilecektir.
Hatırlanacağı gibi, 2007 genel seçimlerine, AKP’nin kitle desteğini büyük oranda koruduğu, bunun karşısında toplumsal muhalefetin yeterli oranda oluşturulamadığı ciddi bir güç dengesizliğiyle gidildi. Egemenliğe ve iktidara dönük talepler AKP ekseninden bakıldığında neo-liberal politikaların sürdürülmesi çerçevesinde belirirken, DTP dışındaki muhalefet partilerinde ise genel olarak “vatanın bölünmezliği” söylemi üzerinde şekillendi. Böylelikle bir yanda küresel sermayenin istekleri doğrultusunda şekillenen bir siyasal hat oluşurken, öbür yanda ise ulus-devletin inşası sırasında oluşmuş ayrıcalıklı kesimlerin statükoyu korumaya dönük reaksiyonlarının belirlediği bir siyasal hat oluştu.
Genel fotoğrafı biraz daha yakından görmek gerekirse; AKP bürokratik devletçi elite karşı, kamusal temsilden yoksun bırakılmış tabanın değişim ve demokrasi taleplerini arkasına alarak toplumsal planda ciddi bir umut ve beklenti yaratmıştı. Toplumsal konsensüs, ülkeyi geriye götüren statükocu rantçı yönetim tarzının değiştirilmesi, gerekli demokratik değişimin sağlanmasından yanaydı ve AKP bu konuda kitleye umut vermeyi başarmıştı. Türkiye siyasal tarihinde yer yer görülen ve geleneksel siyaset anlayışı karşısında hemen taban bulan liberal açılımın yeni bir dalgası olarak AKP, muhafazakârından, liberaline, emekçisinden orta sınıfına kadar yaygın bir kitleye hitap etti.
2007’de seçimleri olağandan erkene çeken gelişmeleri, AKP hükümetinin temsil ettiği dinci-gerici yöneliş ile egemen güçlerin laik denilen kesimleri arasındaki karşı karşıya geliş belirlemişti.
Aradan bir yıla yakın bir süre geçtikten sonra bu karşı karşıya gelişin varlığını biçim değiştirerek sürdürdüğünü ve yeni bir erken seçimin gündemin eşiğinde durduğunu görüyoruz. Sadece bu kendi kendini tekrar etme durumu bile söz konusu düzen içi mücadelenin sınırları hakkında kimi sonuçların altının çizilmesini yeterli kılmaktadır.
Aydınlanmasız, halksız, solsuz laikliğin Fiyaskosu
Yalın göstergelerden başlarsak; 2007’de seçim öncesi belirleyici konu olan cumhurbaşkanlığı seçimlerini hatırlamak gerekir. Burada, temsil ettikleri laisizm anlayışının içeriğini, daha doğrusu temsilcilerinin laik sıfatını ne ölçüde hak ettiklerini bir kenara bırakarak, bu adlandırmayla anacağımız kesimler, AKP’nin cumhurbaşkanını kendi kadroları içinden seçtirmesinin Türkiye Cumhuriyeti açısından bir dönüm noktası anlamına geleceğini savunuyorlardı. Meclis cumhurbaşkanlığı seçimini hukuki açıdan fazlasıyla su götürür bir yorumun kuşatması altında tamamlayamadı ve seçimlere gidildi.
Seçimlerden kısa bir süre sonra AKP aynı adayı kolaylıkla cumhurbaşkanı olarak seçti. Meclis yeter sayısı konusunda çıkartılan engel 22 Temmuz seçimlerinin sonucuyla aşılmıştı. 2008’de bu kez anayasa değişikliği girişimi benzer bir kilitlenmeye neden oldu. Yaptığı kısmi anayasa değişikliği anayasa mahkemesi tarafından iptal edilen AKP hakkında açılan kapatma davası, çok büyük olasılıkla yeni bir seçimin önünü açacak.
22 Temmuz seçimlerine olağan koşullarda gidilmediği ve bu seçimin parlamenter sisteme özgü başka benzerlerinden farklı bir seçim olarak biçimlendiği artık herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu seçimlere, bir “iktidar ipi”ni ele geçirme/elde tutma çekişmesi sürecinde ve böyle bir çekişme içinde gidildiği, hâlâ sürmekte olan aynı çekişmenin günümüzde kazandığı boyutlar göz önünde tutularak bakıldığında, herhalde tartışılması gerekmeyen bir veri durumundadır.
Bugün artık Ergenekon iddianamesi ve davasının konusu olan bombalamalar ve geri kalan silahlı illegal örgütlenme ve eylemlerinin yanında -en azından henüz- iddianamelere geçmeyen ve bir kısmınınsa geçmeyeceği/geçmesinin düşünülmediği ortada olan Ayışığı ve Sarıkız adlı darbe girişimleri de içinde olmak üzere daha iddialı girişimlerle, önceden üstü kapatılan fiemdinli davasında olduğu gibi hesaplaşmanın Kürt sorunu üzerinden sürdürülmesini de kapsayan, çoğu zaman “laikçi-şeriatçı” kavgası olarak sunulan ve halkı buradan bölmeyi ve yedeklemeyi hedeşeyen “iktidar ipi”ni sahiplenme çekişmesinde taraşar, bir yanda “ulusalcı” denilen odakla diğer yanda da AKP olarak oluşmuştu.
Kuşkusuz ki; 22 Temmuz 2007 seçimini etkileyen en önemli şey; bu seçimlerin üç ay erkene alınmasını zorlayan askerin Cumhurbaşkanlığı seçimini bahane ederek 27 Nisan Muhtırasıyla politikaya müdahalesi olmuştu. Bilindiği gibi müdahale; 2005 Newroz’unda “bayrak provokasyonu”yla başlatılan linç girişimleri, cinayetler, provokasyonlar, Şemdinli çetesi üzerinden yapılan müdahalelerle gelişen politikaya askerin müdahale çizgisinin muhtıraya dönüşmesi, laikçi çağrılarla modern yaşama dair talep ve özlemleri istismar edilen yüz binlerce kişi sokaklara dökülerek partiler sisteminin yeniden biçimlendirilmesine yönelinmesi ve Anayasa Mahkemesi devreye sokularak cumhurbaşkanı seçiminin bir krize dönüştürülmesine kadar varmıştır. Bu çekişme ve zorlamaların 22 Temmuz seçimlerini olağan bir seçim olmaktan çıkardığı açıktır.
Eşitlik (egalite), özgürlük (liberte) ve kardeşlik (fraternite) kavramlarının bütünü ile özetlenebilecek burjuva demokrasisi dünya halklarının gündemine Fransız Burjuva Devrimi (1789) ile birlikte girdi. Bu devrimin tüm dünya halklarını derinden etkilemesinin temel nedeni, Fransız büyük burjuvasının, Fransız aristokrasinin uzlaşmaz tutumu yüzünden (dönemselde olsa) küçük burjuvazi ve emekçilerle işbirliği yapması ve bu kitlelerle işbirliği yaptığı ölçüde de onların isteklerini kontrollü bir şekilde karşılamasından gelmektedir. Fransız Burjuva Devrimini ileriye doğru iten, en önemli gücü köylü ve kentli emekçiler oluşturmuştur. Fransız devriminde emekçilerin önemli bir güç olarak ağırlıklarını hissettirmeleri diğer dünya halklarını önemli ölçüde etkilemiş ve bu yüzden Fransız devrimi, burjuva demokrasilerinin başlangıcı kabul edilmiştir. Fransız devriminden daha önce gerçekleşen ve Magna Carta’ya kadar uzanan İngiliz burjuva devrimleri ise büyük burjuvazi ile aristokrasinin uzlaşması ile sonuçlanmıştır. Jean Jaures’in deyimi ile “Fransız devrimi geniş anlamda burjuvadır ve demokratiktir. İngiliz Devrimi; dar anlamda burjuvadır ve tutucudur.1
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimler, ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından Türkiye tarihinin en ilginç seçimlerinden birisi oldu. Bu seçimlerin ardından 22. Dönem Parlamentosu'nun yüzde 90'ı yeni isimlerden oluştu. Parlamentoya 1954'ten sonra ilk kez sadece iki parti girebildi. Bu sonuçla, oyların yüzde 45'i parlamentoda temsil şansına sahip olamadı. Oy kullanmayanlar da hesaba katıldığında 41 milyon 333 bin seçmenin yalnızca 16 milyon 850 bini Meclis'te temsil edilmeye hak kazandı. Seçmenlerin yüzde 60'ının iradesi ise Meclis'e yansımadı.
Geçen dönem seçimleri sonucunda Meclis'e girmeyi başaran beş parti de - DYP-DSP, ANAP, FP, MHP- Meclis dışında kaldılar.
TBMM'ye girmeye başaran iki parti ise, AKP ile daha parlamento dışında kalan CHP oldu. AKP, 1988 yılında kurulan Özal hükümetinden sonra 15 yıl koalisyonlarla yönetilen Türkiye'de, yüzde 34 oy olarak tek başına hükümet kurma olanağı yakalayan parti olurken, geçen dönemde siyasi arenada bulunmayan Cem Uzan'ın Genç Partisi de yüzde 7.25 gibi, gelecek seçimlerde barajı zorlayabileceğini hissettiren bir sonuç aldı.
Bu sonuçlarla, ülke yönetiminde daha önce Başbakan olarak görev üstlenen DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ile ANAP'tan istifa ederek DYP'ye katılan Yıldırım Akbulut Meclis dışında kaldı.
TKP Merkez Komitesi 22 Aralık toplantısında son aylardaki gelişmelere ilişkin Siyasi Büro değerlendirmesini tartışarak, hazırlanan rapora nihai şeklini verdi. Toplantıda Irak'a dönük olası bir ABD operasyonuna karşı partinin alacağı tavır da bir kez daha gözden geçirildi ve parti örgütlerine aktarıldı. MK'nın AKP hükümeti, Kıbrıs ve AB sürecine ilişkin raporunu Komünist okurlarına sunuyoruz.
1. AKP burjuvazinin kalıcı bir seçeneği değil, "kirli işler" hükümetidir.
AKP hükümetinin ve bu partinin çoğunluk oluşturduğu meclisin, 1950 DP ve 1983 ANAP dönemlerine benzer bir köklü değişim rüzgarını temsil ettiği yaklaşımı, kuşkusuz son derece abartılı bir bakışı yansıtıyor. AKP'nin ne ideolojik karakteri, ne kitleler nezdinde sahip olduğu otorite ve prestij, ne de kadro kaynakları böylesi bir yöne işaret ediyor.
AKP'nin yükselişi de seçmen kitlelerin belirli bir ideoloji ve program etrafında harekete geçmelerinin ürünü olmamıştır. Düzenin diğer partileri, geride kalan dönemlerin vebaliyle özdeşleşmiş durumdayken AKP yoksullara acil bir kurtuluş kapısı gibi görünmüştür. Açıktır ki, hükümetin bu yöndeki kitle beklentilerini tatmin etmesi mümkün olmayacaktır. Kapıda bekleyen ekonomik kriz ve emekçiler üzerinde artması kaçınılmaz basınç, 3 Kasım'da bu partinin buluştuğu desteğin geçici olacağını teyit etmektedir.
1. GELECEĞE TOSLAMAK
Bu deyimi Alvin ve Heidi Toffler, Sovyetler Birliği’nin çöküşü için kullanıyorlar. Bu deyim Türkiye için de geçerli. 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti sanayi devrimine toslamıştı.
Bu yazıyı hazırlarken bir Almanak’a baktım. İçinden birkaç başlık seçtim. Önce onları okuyucularla paylaşmak istiyorum:
01.01.2002: Yeni Medeni Kanun yürürlüğe girdi.
13.01.2002: Ankara ABD’ye Irak konusundaki görüşünü bildirdi.
14.01.2002: Bahçeli Kemal Derviş’le el sıkışmadı.
28.01.2002: Liderler –Ecevit, Bahçeli, Yılmaz- Uyum Yasasında anlaşamadı. Bahçeli toplantıyı terketti.
10.05. 2002: Kemal Derviş seçim istedi.
19.05. 2002: Doktorlar, “Ecevit hastahanede immobilize” dediler.
Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin geleceğe tosladıktan sonra çağa yetişmek için yaptığı atılımdır.
I - DÜNYA
Irak savaşı askeri, politik, ekonomik ve kültürel anlamda tek süper güç olan ABD’nin hegemonyasını dayatması anlamına geliyor. Petrol kaynaklarının ve taşıma yollarının kontrolü ya da durgunluk içinde bulunan Amerikan ekonomisinin askerileştirme yoluyla harekete geçirilmesinden öte bir anlam taşıyor. Bu operasyon 21.yy dünyasının kontrolünün sağlanması mücadelesinde önemli bir kilometre taşı olarak değerlendirilmelidir.
ABD için en kritik nokta hiçbir ülkenin kendini “küresel güç” olarak tanımlayarak dünyanın efendisine kafa tutmayı denememesidir. ABD’nin hegemonyasını kabul etmek ve stratejik çıkarlarına uygun davranmak şartıyla, her ülkeye bir yaşam ve manevra alanı tanınabilir, o ülke yeni ve esnek koalisyonlara dahil edilebilir.
ABD’nin hegemonyasını dayatırken önüne çıkan, “ulusl ararası topluluk” kurum ve düzenlemelerini kaale almadığının vurgulanması çok önemliydi. George W.Bush’un başkanlığı devralmasıyla birlikte küresel ısınmaya karşı Kyoto Protokolü’ne imza koymayı reddetmesi, Anti-Balistik Füze Anlaşması’nı tek taraflı iptali, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı çıkması, kara mayınlarının ve biyolojik silahların yasaklanması anlaşmalarını hiçe sayması hep bu yönde atılmış adımlardır.