Türkiye’de 1999’dan itibaren hayata geçirilen sosyal güvenlik reformu konusundaki girişimler, 2008 yılında nihai şeklini aldı. Bunun üzerine emek platformu, sendikalar, sivil toplum örgütleri yaptıkları etkinliklerle geniş ölçüde bu reformun neye/kime hizmet ettiğini deşifre etmişlerdir. Bu bağlamda bu yazıda 2008 yılında kabul edilen, 2010 yılında yeni değişikliklerle tamamlanan Sosyal Sigortalar Sağlık ve Sosyal Güvenlik Kanunu ile sosyal güvenlik sisteminde yapılan değişiklik ile sosyal güvenlik reformunun ve bunu dayatan neo-liberal politikaların yaşlanmayla ilgili gerekçeleri ve bu reformun yaşlılara etkisi ele alınmaktadır.
İlk başta Sosyal Güvenlik reformunun yaşlılarla ilgisinin ne olduğu sorusu akıllara gelebilir. Ömrün son aşaması olarak yaşlılık, emek piyasasından çekilme, emek piyasası açısından değersizleşme dönemidir. Dolayısıyla devletlerin karakteri ve tutumu düşünüldüğünde üretim ve bölüşüm açısından yaşlıların en az ilgiye değer kesim olarak görüleceği açıktır. Durum böyleyken Şziksel, sosyal koşullar ve sağlık açısından ise yaşlılık, ömrün diğer dönemlerine göre daha çok bakım ve özen gösterilmesi ve yaşam koşullarının düzenlenmesi gereken dönem olmaktadır. Böyle bir ikilem olguları doğru değerlendirecek toplumcu ve insani yaklaşımların gizlenmesine ve yaşlılığın neo-liberal bir bakış açısıyla değerlendirilmesine neden olmaktadır.
Son on yıllık süreçte sosyal güvenliğe ilişkin gerçekleşen yapısal dönüşüm ve sonucunda vücuda gelen Sosyal Güvenlik Kurumunu nasıl anlamlandırılmalıdır? Sosyal güvenliğin yapısal dönüşümü devletin yapısal dönüşümü ile nasıl ilişkilendirilebilir? Bu çalışmanın eğilimi bu sorulara yanıt arama yönündedir. Sosyal güvenlik olgusu, hem üretim alanı içinde hem de dolaşım alanı içinde ele alınması gereken bir olgudur. Fakat burada temel olan şu ki üretim alanının dolaşım alanı üzerindeki öncüllüğü esastır. Çünkü üretim, artı-değerin ve dolayısıyla sermayenin yeniden üretiminin ve genişlemesinin tek kaynağıdır (Holloway 2007, s. 152). Sosyal güvenlik gibi bir sorunsal, devlet bağlamında ancak üretim ilişkileri ve işbölümü çerçevesinde ele alınabilir. Mevcut hali ile sosyal güvenlik sistemi, yasal ve kurumsal olarak bütünüyle dönüşüme tabi tutulmuş haldedir. Sosyal güvenlik/güvence olgusu kapitalist ilişkilerle organik bağı olan bir olgudur. Bu olgu, kapitalist süreçlerin birçok yerinde açığa çıkar.
1990’lı yılların ortalarında bütçeden sosyal güvenlik kurumlarına (özellikle bağ-kur ve emekli sandığı) aktarılan kaynaklar bütçenin kara deliği olarak adlandırıldı. Aktarılan kaynağın önemli bir oranı emeklilik sigortasınaydı. Bunun içsel burjuvazi açısından kara delik olarak algılanması manidardır.1 Sosyal güvenlik kurumlarının açıklarının kara delik olarak adlandırılmasının içsel burjuvazi açsından meşruiyeti, açıkların üretken yatırımlara engel oluşturduğu şeklindedir. ATO başkanı Sinan Aygün açıkları “Erdemir'in 2 milyar 770 milyon dolara, Türk Telekom'un 6.55 milyar dolara, TÜPRAŞ'ın ise 4.14 milyar dolara” satıldığını hatırlatarak, "Sosyal kara delik; 30.4 Erdemir, 12.8 Türk Telekom, 20.3 TÜPRAŞ yuttu" şeklinde değerlendirmiştir. İçsel burjuvazinin sosyal güvenliğe ilişkin bu değerlendirme biçimi, 1990’lı yılların ortalarından itibaren farklı yoğunluklarla dile getirildi. Sosyal güvenliğin yapısal dönüşümü, başlangıçta bu kara delik argümanına dayandırıldı. Fakat 2000’li yıllara doğru uluslararasılaşan ulusal sermaye; sosyal güvenliği, uluslararası alanda rekabet edişini engelleyen emek maliyetlerinin yüksekliğinin nedeni olarak dile getirdi. 2000’li yıllardan sonra sosyal güvenliğin yapısal dönüşümü rekabet unsuruna dayandırıldı. Bu alan, sermaye birikimi olanaklarını artıracak şekilde yeniden düzenlendi.
2009 yılı sosyal güvenlik ve sağlık sisteminde gerçekleştirilen dönüşümün sonuçlarının dolaysızca hastalara ve sağlık çalışanlarına yansıdığı bir yıl oldu. Sağlık hizmeti giderek kamusal hizmet olmaktan çıkarılırken, sağlık hizmetleriyle birlikte sağlık çalışanları da piyasanın işleyişine teslim edilmekte.
Yeni düzenlemelerle, katkı payından eczanelerdeki uygulamalara kadar muayene, ilaç ve tedavi aşamaları hastanın üzerinde bir yük haline getirildi. Örneğin, 1 Ekim 2009 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Tedavi Katılım Payının Uygulanması Hakkındaki Tebliğe göre hasta katkı payı resmi sağlık kurumlarında 2 ile 8 lira arasında, özel hastanelerde ise 15 lira oldu.
İzlenenen politikalar sağlık çalışanlarının çalışma koşullarını da olumsuz etkilemekte. Özel sağlık işletmelerinde olduğu gibi kamusal sağlık kurumlarında da çalışma koşulları ağırlaşıyor, güvencesiz işler yaygınlaşıyor. Yaşanan dönüşüm, sağlık çalışanlarında hak kaybı, çalışan ve toplum sağlığında bozulma gibi sonuçlar doğurmakta.
Türkiye’de son on yıldır sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik sistemi yeniden yapılandırılıyor. Getirilen düzenlemelerle kamu kurumlarının payı küçültüldü, sermayeye bireysel emeklilik ve çeşitli sağlık kurumları biçiminde yeni değerlendirme alanları açıldı ve çalışanların katkısı artırılırken kazançları azaltıldı.
Dönüşümün ilk adımları 2000’li yılların hemen öncesinde atılmıştı. İlk olarak 1999’da İşsizlik Sigortası kuruldu. Sonra, 2001 yılında sosyal güvenlik reformunun önemli ayaklarından biri olarak kabul edilen ve gönüllülük esasına dayanan Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi oluşturuldu. Ardından 2008 yılında Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası yürürlüğe girdi.
AKP döneminde çıkan Sosyal Güvenlik Yasası ya da resmi adıyla 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunu’nun üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. Bu çalışmamızda, sosyal güvenlik kavramının ortaya çıkışından başlayarak kapitalist sistemin krize girmesi ve bu alandaki neoliberal dönüşümü kısaca ortaya koyup 5510 sayılı yasanın sonuçlarını incelemeye çalışacağız. Makalemizin ana iskeletini “Sosyal Güvenlikte ‘Karşı Reform’ Süreci” başlıklı yazımız oluşturmaktadır.1 Bu çalışmamızda, o yazıda eksik olan sosyal güvenlik kavramı ve gelişimi ile SSGSS Kanunu’nun bir yıllık sonuçlarının değerlendirilmesi yer almaktadır.
Bilindiği gibi Sanayi Devrimi ile birlikte 19. yüzyılda işçilerin çalışma koşullarının ağırlaşması, hastalık, iş kazası, işsizlik gibi çeşitli risklerle karşı karşıya kalması emekçileri bu risklere karşı önlem almaya zorlamıştır. 1800’li yılların başında işçiler kendilerini korumak için yardımlaşma sandıkları oluşturmaya başlamışlar ve bu sandıklar sendikal örgütlenmeye dönüşmüştür.
18 ve 19 yüzyılda sendikaların bünyesinde hastalık, işsizlik, cenaze yardımı gibi konularda sandıklar kuruldu. 1890’lı yıllarda İngiltere’de sendikalar, yardım sandıklarıyla iş kazası, hastalık, ölüm risklerine karşı üyelerini koruma kapsamına aldı. 1901’de Belçika’da sendikalar bünyesinde işsizlik fonu oluşturuldu. Yine İsveç’de 20. yüzyılın başlarında sendikalar tarafından işsizlik sigortası kurulup işletildi.
2000’li yılların ortalarından itibaren dünya ekonomisinin merkez ülkelerindeki daralma ve durgunluğun sonuçları, 2007 yılından itibaren özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde konut sektöründe başlayan krizle somutlaştı. Bugünkü krizin temel nedenlerinden biri tüketim açığının kredilerle kapatılmaya çalışılmasıdır. Ücretlerin aşağıya çekilmesi ile genişleyen ve büyüyen sektörler, yine ücretlerin düşük düzeyde olması sebebiyle tüketim açığından kaynaklı olarak krize girmekte ve daralmaktadır.
Uzun süredir Şnansal araçlarla ve spekülatif operasyonlarla ertelenmeye ve törpülenmeye çalışılan krizin temel nedenlerinden biri de tüketim açığının krediler yoluyla kapatılmaya çalışılmasıdır. Ücretlerin aşağıya çekilmesi ile genişleyen ve büyüyen sektörler, yine ücretlerin düşük düzeyde olması sebebiyle tüketim açığına bağlı olarak daralmaktadır. Reel sektörde bir birimlik üretim artışına karşın bu maddi artıştan yola çıkılarak finans ve türev finans piyasalarında yüzlerce birimlik spekülatif işlem yapılmaktadır. Parasal genişleme giderek maddi üretimin zeminini zedeler hale gelmeye başlamakta ve maddi üretim ile parasal taban arasındaki ilişki yapay biçimde tersine döndürülmektedir. Yani maddi üretime bağlı olarak ortaya çıkan türev piyasalar ya da spekülatif işlemler giderek maddi üretimi belirler hale gelmeye başlamaktadır. Paranın toplumsal fonksiyonunda görülen bu değişim, yani paranın basit bir değişim aracı olmaktan çıkarılarak spekülatif bir araca çevrilmesi sermaye kesimine değişik kazançlar sağlamaktadır. Öncelikle spekülasyonla büyük paralar kazanılmakta, bu paralar tüketim için kredi olarak dağıtılarak piyasalar kısmen de olsa canlandırılmakta, dağıtılan kredilerin geri ödenmesi üzerinden toplumsal kontrol mekanizmaları işletilmektedir
1973 ve 1979 yıllarında yaşanan ve ağırlıklı olarak petrol krizinin diğer sektörlere yayılmasından kaynaklı olarak ortaya çıkan uluslararası krizlerin ardından yeni bir sermaye birikim modeli benimsenmiştir. Bu yeni sermaye birikim modeli ile hedeşenen şey özellikle kamu hizmetlerinin büyük ölçüde tasfiye edilmesi yoluyla piyasanın genişletilmesidir. Bu modelin en önemli aracı ise özelleştirmelerdir.
Özelleştirme dalgasının en önemli odaklarından biri de kamu sağlık sistemidir. 1980’li yıllardan itibaren neredeyse tüm ülkelerde IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla kamusal sağlık sisteminin özelleştirilmesine yönelik çeşitli programlar oluşturulmuştur. Türkiye’de de 1980’lerde başlayan 1990’larda devam eden ve AKP Hükümeti döneminde hızlanarak 2006’da son aşamalarına getirilen IMF ve DB dayatması “sağlıkta dönüşüm programı” hayata geçirilmek istenmektedir.
Bu bağlamda Dünya Bankası’nın 1987 yılında hazırladığı “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlığın Finansmanı: Bir Reform Ajandası” başlıklı rapor Türkiye’de sağlıkta neo-liberal reform uygulamalarına temel teşkil etmiş ve katkı payını da ilk kez gündeme getirmiştir. 1990 yılında hazırlanan “Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Projesi” ile sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve piyasalaştırılması için gerekli kredi desteği verilmiştir. Daha sonra 1993 yılındaki “Dünya Gelişme Raporu: Sağlıkta Yatırımlar” başlıklı raporda temel hizmet paketi uygulaması gündeme getirilmiş ve bu uygulama yoksul kesimin sağlık hakkının minimum paketlere sıkıştırılarak devlet tarafından finanse edilmesine dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Bu çalışma 1. AKP döneminde yasalaşan ancak Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı nedeniyle uygulaması 2008 yılı başına ertelenen ve hazırlayanlar tarafından “reform” olarak adlandırılan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun (SSGSSK) gerekçelerini, temel yaklaşımını, hazırlık sürecini, Cumhurbaşkanı Sezer'in vetosu ve Anayasa Mahkemesi’nin iptali gibi önemli aşamalarını de¤erlendirmeyi hedeşiyor. Yazıda yeni sosyal güvenlik düzenlemelerinin teknik-hukuksal ayrıntısı ele alınmayacak “reform” sosyal politika ve sosyal haklar açısından değerlendirilecektir.
AKP hükümetince IMF’nin talepleri do¤rultusunda hazırlanan ve TBMM’de oldubittiyle yasalaşan sözde sosyal güvenlik reformunun temel gerekçesi, sosyal güvenliğe ayrılmakta olan kaynakların bütçe üzerinde yük oluşturduğu ve makro ekonomik dengeleri bozduğu yönündedir. Bu nedenle “reform”un temel amacı sosyal güvenliğe ve sağlığa ayrılan kamusal kaynakları, bütçe katkısını azaltmaktır. Sosyal güvenlik alanında tam bir “bilgi kirliliği” yaşanmakta, gerçekler tersyüz edilmekte ve çarpıtılmaktadır. Reformun ayrıntıları ancak bu temel yaklaşım göz önünde tutularak anlaşılabilir. İşin bu noktası bu hedeftir. Reformun temel düzenlemeleri (emekli aylıklarının düşürülmesi, emekli olmanın zorlaştırılması, sağlık hizmetlerinde sigortalıdan alınacak prim ve katkı payları, sa¤lık hizmetlerinin bir kısmının paralı hale getirilmesi) devletin sosyal güvenliğe katkısını azaltmak hedefine yöneliktir.
“Sosyal Güvenlik Reformu” adı altında sunulan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 31 Mayıs 2006 tarihinde TBMM’de ikinci kez görüşülerek kabul
edildi. İlgili yasa, Cumhurbaşkanı Sezer’in kimi maddelerini veto etmesine rağmen değiştirilmeksizin aynen benimsendi.
Öncelikle bu “reforma” yol açan anlayış ve gelişmeler üzerinde durmak gerekir. Neoliberal anlayışın gereği, 1980 sonrasında sosyal devletin giderek tasfiyesine yönelik adımlar atılmaya başlandı. Bu çerçevede eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanının piyasaya açılması istendi.
Kapitalist sistem, krizini aşma amacıyla devletin bu alanlardan elini çekmesini ve sermayenin bu alana giderek yerleşmesini öngördü. Nitekim bu amaçla Dünya Bankası ve IMF tarafından reçeteler hazırlandı. Son olarak Türkiye’de de TBMM’den geçen yasa, AKP iktidarının yeni bir programı olmayıp aslında Dünya Bankası tarafından önerilen bir program özelliğine sahipti. Yasanın teorik çerçevesine ve gerekçesine esas alınan ve Çalışma Bakanlığı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nca hazırlanan 29 Temmuz 2004 tarihli “Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform Önerisi” başlıklı raporda, Dünya Bankası’nın katkısından açıkça söz edilmektedir.
“bundan sonra bizim devlet mantığımızda küçülme var.
biz devlette obezite istemiyoruz.
o devri kapatıyoruz.
biz küçülüyoruz, küçüleceğiz ve..
hizmet alımı yapacağız.
niçin yatırımı biz yapalım?
özel sektör yapıyor zaten. biz onlardan kaliteyi, hizmet satın almak suretiyle alalım.”
Devletin ekonomik, sosyal yaşamdaki düzenleyici ve yatırımlardaki öncü rolünün tamamen bittiğini ilan eden bu sözler tabii ki AKP Hükümeti’ne özgü bir devlet anlayışı olarak algılanamaz. Özellikle de kapitalizmin yeniden imar ve inşa döneminin yaşandığı 2000’li yıllarda!
Hatırlanacağı gibi teknolojik gelişmelerin itici gücünün sınırlılığı ve hammadde ve petrol fiyatlarındaki artış 70’lerin başı itibariyle karların artış hızını olumsuz etkilemeye başlamıştı (Mandel 1980). Karların artış hızının düşmesi sermaye birikiminin istikrarını bozmuş; kapitalizmin yeniden yapılanma sürecine girmesi zorunluluk halini almıştı. Aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi gelişmiş ülkelerdeki safi kar oranlarındaki gerileme 1968’le birlikte iyice belirginleşmiş; 1973-74 petrol kriziyle birlikte daha da hızlanmıştır.