Yaşayan her canlı gibi insan da hayati fonksiyonlarını devam ettirebilmek için enerjiye, bu enerjiyi sağlayabilmek için de beslenmeye ihtiyaç duyar. İlk insanlar otçul hayvanları izleyerek yenebilecek otları, etçil hayvanları izleyerek de avlanmayı ve etçil beslenmeyi öğrendi. Nüfusun az, doğal gıda kaynaklarının da bol olması bu durumun binlerce yıl sürmesini sağladı.
İnsanoğlu zamanla gıda kaynaklarına ulaşmada zorlanmaya başlayınca bu kaynakları kendi yaşadıkları çevrede yetiştirme yolunu seçti. Öncelikle av hayvanlarını doğal korunaklar içine hapsetti. Ancak, bir süre sonra açlık ve susuzluktan ölmeleri üzerine onlara su ve ot taşıması gerektiğini öğrendi. Her mevsim bulunmamasından dolayı otu çevresinde yetiştirmenin yollarını aradı. Özellikle kuşların toprak altına tohum sakladıkları yerlerden bitkiler çıktığını görerek tohumla bitkisel üretimi öğrendi. Tarımın gelişmesine paralel olarak kentleşme olgusu doğdu ve tarım ürünlerinin takas yoluyla satışı ile de ilk ticaret başladı.
Tarım Devrimi
Toprağı sürekli tarımsal faaliyette kullanan insanlar, zamanla toprağın yorulduğunu fark ederek onu nadasa bırakmayı öğrendiler. Nüfusun artması tarım ürünleri üretiminin artırılması için itici bir güç oldu. Bu amaçla yeni araziler tarıma açılmaya başlandı.
Neo-liberal politikalarla kârın alabildiğine özelleştiği, riskin gittikçe kamusallaştığı küresel kapitalist sistem içerisinde, çevre hareketleri, tüm dünyada yerel ve tematik alanlarından çıkarak, bütünlüklü bir sistem eleştirisi üzerinden daha siyasal taleplerle mücadele etmeye başladırlar. Birbirleri ile daha sıkı dayanışma ilişkisi kuruyor ve halk hareketi niteliği kazanıyorlar. Çevreci hareketlerin merkezi, zengin kuzey ülkelerinden yoksul güneye kayarken, hareketlerin toplumsal tabanında da önemli dönüşümler yaşanıyor. Kapitalizmi ehlileştirmeye çalışarak, sistemin sürdürülebilirlik iddialarına meşruiyet yaratan kentli iyi orta sınışarın hobisi olmaktan öteye geçemeyen çevreciliğin yerine; yeni dönem çevreci halk hareketleri, toplumun diğer ezilen kesimleri ile bir araya geliyor. Çevresel adalet hareketlerine dönüşerek, ezilenlerin mücadele deneyimleri ile binlerce yıldır zenginleşen uygarlığımızın, tarihsel birikimini de arkasına alıyor. Ekolojik krizin en büyük mağduru olan dünyanın kırlarında yaşayan köylülerle, yeni dönem sınıf hareketinin inşasında büyük rol oynayacak, yeni bir tür çevre hareketi, sınıf hareketinin parçası olarak tarih sahnesindeki yerini alıyor.
Dünya çapındaki bu dönüşümün, Türkiye’de de yaşanmasına, toplumsal muhalefetin bütünlüğü içinde köylü tabanlı, yeni tür bir çevre hareketi açığa çıkmasına rağmen, Türkiye’de alışılageldik çevrecilik, büyük oranda devletin ve sermayenin ideolojik ve mali kontrolünden kurtulamadığından; süreci algılamak, temel karakterlerini görünür kılmak ve örgütlemek zorlaşıyor. Maalesef; Türkiye’deki verili çevreci anlayışlar, 12 Eylül’ün toplumda yarattığı ideolojik savrulma koşullarında şekillendi. 12 Eylül Cuntası ile Türkiye’de var olan bütün toplumsal dinamiklerin kökü kazınmaya; devrimciler, işçiler, köylüler, aydınlar, sendikacılar, üniversiteler sindirilmeye çalışılmış, muhalif hareketlerin her kesiminden insanlar işkence tezgâhlarından geçirilmiştir. Ama aynı 12 Eylül zihniyetinin ürünü olan 1982 Anayasası’yla, sessiz sedasız, hatta Bergamalılar soyunup yollara düşene kadar muhalif kesimlerin bile fark etmediği 56.maddesi ile “çevre hakkı”, anayasal statüye kavuşturuldu. Henüz Türkiye’de bir çevre hareketinin esamesi bile okunmazken, en küçük demokratik hak taleplerinin bile, büyük bedellerle elde edildiği ülkemiz demokrasisinde çevre hakkı, anayasal bir statüye kavuşturuldu. Daha sonraki yıllarda, çevreciliğin Türkiye’deki seyrine bakıldığında, sermayenin tercihlerine göre hazırlanmış bir anayasada, çevre hakkına yer verilirken, yine sermayenin tercihlerine göre şekillenmiş bir çevreci ideolojinin de yaratıldığı görülecektir. Sermayenin ve onun devletinin tarihsel teamüllerine göre, muhalif hareketlerin baskısı karşısında, muhalefeti ehlileştirmek ve sistem içine çekmek için verilen göstermelik ödünlerden farklı olarak, özellikle ANAP hükümetleri zamanında, Türkiye’de -işin daha en başında- sistem içi çevreci akımlar, resmi devlet politikasıyla ortaya çıkarıldı. Toplumsal muhalefetin ezildiği bir dönemde, sistem içi çevrecilik, bütünlüklü bir toplumsal muhalefet anlayışının uzağında, çoğu zaman gerçek sorunların üzerini örten, ekolojik krizin boyutlarını gizleyen hatta 24 Ocak kararları ile ilan edilen neo-liberal talana yeşil bir makyaj sağlayan bir kulvarda rahatlıklı serpilip gelişti. Şimdi; adı da “yeşil” olan sermaye tarafından, kamu işletmelerinin özelleştirilmesinden sonra ormanlarımız, nehirlerimiz ve göllerimiz elimizden alınıp çok uluslu şirketlere satılıyor. Dahası, çevreci hareketler geliştikçe, çevreyi koruyan yasa ve yönetmelikler teker teker budanır oldu. Son olarak anayasa’dan çevre hakkının çıkartılması ve TBMM’deki çevre komisyonun kaldırılması, sermaye çevreleri ve hükümetin(in) gündemine alındı.
“Su sorunu”, metropol kentleri besleyen barajların seviyelerindeki ani ve dramatik düşüşlerle birlikte, nihayet ülkemizde de kamuoyunun gündemine girdi. Çoraklaşmış su alanları, kuruyan göller, çatlamış topraklar TV kanallarının haber bültenlerinin “vazgeçilmez”i oldu apansız.
Evet, “su”, üçte ikisini oluşturduğu gezegenimizde kısa bir sürede bir “nedret” haline geldi. Su tüketiminin XXI. yüzyılda en az altı kat arttığı kaydediliyor. 1950 yılında kişi başına yılda 17 bin metreküp kaynak söz konusuydu. 2005’te 8 milyar insan yılda 5 bin metreküp suyla yetinmek zorunda kaldı. 1.2 ila 1.4 milyar insan içme suyundan yoksundur. Sağlanan suyun yüzde 70’i tarıma gitmektedir. Evlerde tüketilen su ise sadece yüzde 8’dir. Sudan yoksunluk ve atık suların tahliyesi işlemlerinin yetersizliği, yarısı çocuklar olmak üzere günde 25 bin insanın hayatına mal olmaktadır. Doğal felaketlerin yüzde 90’ı suyla bağlantılıdır ve toprağın hoyratça kullanımının sonucudur; ormanların yok edilmesi, büyük sulama projeleri, büyük otlaklar gibi...
Son zamanlarda sürekli olarak suyun tükendiğine dair haberlerle karşılaşıyoruz. Çorak topraklar ya da akmayan musluk görüntülerini boca ediyorlar önümüze. Bu imgelere, günümüzde dünyada yüz yıl öncesine göre altı kat daha fazla su tükettiğimize dair rakam ve istatistikler eşlik ediyor. Yanı sıra nicelik ve nitelik sorunlarından söz ediyor, ve her ikisinin de kaynak kıtlığına açıldığını gösteriyorlar. Yeterli suya sahip bölgelerde kentlerin büyümesi ve bunun sonucu olarak sıvı kullanımındaki artışın doğayı nasıl etkilediğine de işaret ediyorlar; yöneticiler açısından bu yüzyılın en önemli sorununu, su kriziolarak da bilinen su kıtlığı ve kirlenmesi oluşturmakta.
Burada sormak gerekir: gerçekten de bir su kriziyle mi karşı karşıyayız? Yerkürenin esas olarak sudan oluştuğu bir durumda, nasıl olur da su krizinden söz edilebilir? Bu sorunun klasik yanıtı şöyle: “Çünkü bu toplamın yalnızca yüzde 2.5’i insan tüketimine uygundur; geri kalan yüzde 97.5 tuzludur.” Bu yanıt, görünüşte kaynak kıtlığını açıklıyor. Ama bu yüzde 2.5 ne miktarda suyu temsil etmekte? Bu yüzde her hidrolojik çevrimin bitiminde sabit mi kalmaktadır? Bir bardak suyun yüzde 2.5’i ile bir gölünki aynı olmadığı gibi, yağış mevsiminin sonundaki yüzde 2.5 ile başındaki de bir olmadığına göre, bu sorular bizi kaçınılmaz olarak bu çok kullanılmış iddiaları gözden geçirmeye ve ağızlarda sakız olmuş su krizinin anlamını ve onu ortaya çıkartan olası nedenleri daha iyi anlayabilmemize olanak sağlayacak verileri araştırmaya yöneltiyor.
Kapitalizmin temel öğretisi kaynakların kıt insanların ihtiyaçlarının sonsuz olduğu üzerine kuruludur. Bu nedenle kapitalist sistemin insanı, ihtiyaçlarını karşılarken sürekli bir tercih sorunuyla karşı karşıyadır. Bu bazen ekmek ile tank arasında yapılan bir tercihtir, bazen de diş tedavisiyle bir çift ayakkabı!
Kaynaklar kıt olunca insan için sonsuz ihtiyaçlar arasında doğru bir tercih yapmak hiç de kolay değildir. Ne var ki, liberalizmin “insan” tanımı bu zorluğu ortadan kaldırır. Liberalizmde “insan” sözcüğü, çıkarlarını en akılcı (rasyonel) biçimde tanımlayan ve kullanan anlamında kullanılır ve… Bu akılcı insanın kendi bireysel gelişimi de dahil olmak üzere tüm çıkarlarını en yüksek getiri getirecek alanlardan karşılayacağı kabul edilir. Aksi davrananlar ya da bunu başaramayanlar sistem dışına itilirler. Ekonomideki karşılığıyla işas eder, yoksullaşırlar; sağlık, eğitim, emeklilik gibi temel gereksinimlerini dahi en düşük seviyede karşılayacak hale gelirler.
İnsanın rasyonel kararlar doğrultusunda davranacağı ise genellikle elmas-su çelişkisiyle açıklanır. Örnek çöldeki adamın elmas ve su arasında yapacağı tercih üzerine kuruludur. Çöldeki adamın daha önce kentte mi, yoksa hep çölde mi yaşadığı örnekte söylenmez ama… Çöldeki adam için kentte yüksek Şyat ödenerek edinilen elmas ile çöldeki bir bardak su arasında yapacağı tercih tabii ki bir bardak sudan yanadır.