Ögeler etikete göre görüntüleniyor: Uyum Yasaları

Almanak 2006TCK 301. maddesinin ünü neredeyse eskilerin TCK 141. ve 142. maddelerinin ününü aştı. AB’ye uyum sürecinde 765 sayılı TCK’ nun 159. maddesi yerine 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni 5237 sayılı TCK'nın 301/1. maddesi esas olarak Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak, Perihan Mağden vd. bu maddeyi ihlal ettikleri gerekçesi ile gündeme geldi. 301. maddenin eleştirisine geçmeden önce, önceli 159. maddeye kısaca bir göz atmakta yarar var.

1926 yılında yürürlüğe giren 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, İtalya’da 1930 yılında kabul edilen yeni ceza kanununa göre tadil edilmiştir. TCK’ya faşist Mussolini’nin ceza kanunu ilham vermiştir.

  1. 159. madde TCK’nın ikinci kitabının Devletin Şahsiyetine Karşı Cürümler bölümünün ikinci faslında yer alan Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler kısmındadır.

765 sayılı TCK’nın 159. maddesi şöyledir. “Türklüğü, Cumhuriyeti, Büyük Millet Meclisini, Hükümetin manevi şahsiyetini, Bakanlıkları, Devletin askerî veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya Adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler bir seneden altı seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır (Bu fıkradan yargılananlar Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanır).

Birinci fıkrada beyan olunan cürümlerin irtikâbında muhatap sarahaten zikredilmemiş olsa bile onlara matuŞyetinde tereddüt edilmiyecek derecede karineler varsa tecavüz sarahaten vukubulmuş addolunur.

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına veya Büyük Millet Meclisi Kararlarına alenen sövenler 15 günden 6 aya kadar hapis ve 100 liradan 500 liraya (para cezaları daha sonra güncellenmiştir) kadar ağır para cezası ile cezalandırılır (Bu fıkradan yargılananlar Asliye Ceza Mahkemelerinde yargılanır).

Ek bilgiler

  • Yazar Kamil Tekin Sürek
  • Yıl 2006
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 20051980’li yıllarda, küresel düzeyde yeni liberal politikalar ekseninde devlet/piyasa dengesi, piyasa lehine değiştirilmeye başlanmıştır. Toplumsal ihtiyacın karşılanmasında devletin düzenleyici rolünü köklü biçimde değiştiren bu politikalar, toplumsal çıkarların piyasa merkezinde yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Üretimin yeniden yapılanması sürecinde ise küçük üretime dayalı üretim organizasyonlarının toplaştığı yerel/bölgesel alanların hızla uluslar arası piyasalara entegrasyonu
gerçekleşmesiyle birlikte küçük ve orta büyüklükteki işletmeler (KOBİ’ler) ve yerelliğe özgü dinamiklerle biçimlenen ağ türü örgütlenen üretim alanları önem kazanmıştır. Böylece dünya ölçeğinde sermaye birikim sürecine etkinlik kıldığı biçimde yerel ve bölgesel alanlar (mekansal ölçekler) yeniden ve yeni kurallara göre tanımlanmaya başlamıştır.

Bu kapsamda çalışmamızda yerelin yeniden yapılandırılması, Bölgesel Kalkınma Ajansları (BKA) ve KOBİ temelli bölgesel/yerel dinamikler arasındaki ilişki bütünlüklü
olarak analiz edilmeye çalışılacaktır. Çalışmamızın ilk kısmında yeniden yapılanmanın tarihsel gözlemi ortaya konulurken; ikinci kısımda ise küresel kapitalizmin taşıyıcı
unsurları olan uluslar üstü kurumların (IMF, DB, OECD, BM, AB vb) yerelin yeniden yapılandırılması ve KOBİ temelli bölgesel/yerel dinamiklerin etkinlik kazandırılmasına
ilişkin uygulamaları irdelenmeye çalışılacaktır. Son kısımda ise küresel kapitalizme eklemlenmeye çalışan Türkiye’de yerelleşmeye yönelik düzenlemelerin ardında yatan olguları ve üretim alanlarının etkinleştirilmesine yönelik çabaları, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu alanların etkinleştirilmesinde esas belirleyici olan özgün koşullar ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Ek bilgiler

  • Yazar Berna Güler Müftüoğlu
  • Yıl 2005
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 2005Bilindiği gibi kamu yönetiminin yeniden yapılanma ihtiyacı içinde olduğu düşüncesi, planlı kalkınma döneminden beri zaman zaman gündeme getirilmektedir. Fakat özellikle
1980 sonrası Türkiye’de ekonomi politikalarında gerçekleşen değişim sonucu serbest piyasa ekonomisine geçiş ile birlikte bireyci, pazar yönelimli, rekabeti esas alan bu ekonomi politikasının yönetim politikalarına da yansıdığı görülmektedir. Artık refah devleti geride kalmıştır, yeni devletin adı minimal ve düzenleyici devlettir. Kamu yönetimi anlayışı değiştirilmiş, kamu yönetiminin işletme yönetiminden farklı olmadığı ve onun da işletme yönetiminde olduğu gibi kâr/zarar mantığı ile işlemesi gerektiği ileri sürülmüştür.

Özellikle 1990’lı yıllardan bu yana bir yandan Kamu İktisadi Kuruluşları özelleştirilerek diğer yandan devletin bir kısım yetkileri düzenleyici ve denetleyici kurullara devredilerek devlet mümkün olduğunca küçültülmüştür. Devletin minimal olması yeterli görülmeyerek ona, düzenleyici bir rol verilmiş ve bu rol çıkarılan yeni yasalarla somut hale getirilmiştir. 

Böyle bir bakış açısı ile hazırlanarak Türkiye gündemine Nisan 2003’te giren Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarı Taslağı da, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında görev, yetki ve sorumluluk paylaşımını yerel lehine düzenleyerek, merkezi yönetimin görev ve yetkilerini kısıtlamayı amaç edinmiştir. Bu yazıda ele alınan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün (KHGM) kaldırılması yönündeki ilk yasal düzenleme önerisi de sözü edilen Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı ile yapılmıştır. 5227 sayılı Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun1 (KYTK) Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği için Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün kaldırılması bu tarihte mümkün olmamış ve yasama organı KHGM’nün kaldırılmasını ayrı bir kanunla gerçekleştirmiştir.

Ek bilgiler

  • Yazar Sabrina Kayıkçı
  • Yıl 2005
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 2005“Sosyal Güvenlik Reformu” adı altında sunulan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 31 Mayıs 2006 tarihinde TBMM’de ikinci kez görüşülerek kabul
edildi. İlgili yasa, Cumhurbaşkanı Sezer’in kimi maddelerini veto etmesine rağmen değiştirilmeksizin aynen benimsendi.

Öncelikle bu “reforma” yol açan anlayış ve gelişmeler üzerinde durmak gerekir. Neoliberal anlayışın gereği, 1980 sonrasında sosyal devletin giderek tasfiyesine yönelik adımlar atılmaya başlandı. Bu çerçevede eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanının piyasaya açılması istendi.

Kapitalist sistem, krizini aşma amacıyla devletin bu alanlardan elini çekmesini ve sermayenin bu alana giderek yerleşmesini öngördü. Nitekim bu amaçla Dünya Bankası ve IMF tarafından reçeteler hazırlandı. Son olarak Türkiye’de de TBMM’den geçen yasa, AKP iktidarının yeni bir programı olmayıp aslında Dünya Bankası tarafından önerilen bir program özelliğine sahipti. Yasanın teorik çerçevesine ve gerekçesine esas alınan ve Çalışma Bakanlığı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nca hazırlanan 29 Temmuz 2004 tarihli “Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform Önerisi” başlıklı raporda, Dünya Bankası’nın katkısından açıkça söz edilmektedir.

Ek bilgiler

  • Yazar Atilla Özsever
  • Yıl 2005
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 2004“bundan sonra bizim devlet mantığımızda küçülme var.

biz devlette obezite istemiyoruz.

o devri kapatıyoruz.

biz küçülüyoruz, küçüleceğiz ve..

hizmet alımı yapacağız.

niçin yatırımı biz yapalım?

özel sektör yapıyor zaten. biz onlardan kaliteyi, hizmet satın almak suretiyle alalım.”

  1. R. Tayyip Erdoğan- İftar Yemeği Konuşması/30.10.2004

 

Devletin ekonomik, sosyal yaşamdaki düzenleyici ve yatırımlardaki öncü rolünün tamamen bittiğini ilan eden bu sözler tabii ki AKP Hükümeti’ne özgü bir devlet anlayışı olarak algılanamaz. Özellikle de kapitalizmin yeniden imar ve inşa döneminin yaşandığı 2000’li yıllarda!

Hatırlanacağı gibi teknolojik gelişmelerin itici gücünün sınırlılığı ve hammadde ve petrol fiyatlarındaki artış 70’lerin başı itibariyle karların artış hızını olumsuz etkilemeye başlamıştı (Mandel 1980). Karların artış hızının düşmesi sermaye birikiminin istikrarını bozmuş; kapitalizmin yeniden yapılanma sürecine girmesi zorunluluk halini almıştı. Aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi gelişmiş ülkelerdeki safi kar oranlarındaki gerileme 1968’le birlikte iyice belirginleşmiş; 1973-74 petrol kriziyle birlikte daha da hızlanmıştır.

Ek bilgiler

  • Yazar Türkel Minibaş
  • Yıl 2004
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 2004AKP Hükümeti koskoca bir ceza yasasını birkaç gün içinde, çoğunluğuna dayanarak TBMM’den geçirdi. Yetmiş sekiz yıllık Türk Ceza Kanunu yetmiş sekiz saat dahi tartışılmadan değiştirilmişti.

Basının yönlendirmesi ile kamuoyunda yeni ceza yasası değil, AKP’nin bu yasaya eklemek istediği zina suçu tartışıldı.

AKP zina suçunu yeni TCK’ya koymakta kararlı imiş gibi görünmesine rağmen, AB’nin sert tepkisi üzerine bu kararından geri döndü.

Yeni ceza yasası AB’nin çeşitli sözcüleri tarafından ve AB yanlısı Türkiye medyası tarafından “bir devrim”, “büyük bir demokratikleşme adımı” vb. nitelendi.

Yasanın yürürlüğe girmesine çeyrek kala ise, medya yeni TCK’da basına getirilen ağır yaptırımları fark edip feryat etmeye başladı.

Yeni ceza yasası gerçekten “devrim” ya da “demokratikleşme için büyük bir adım” olarak nitelenebilecek değişiklikler getirdi mi? TBMM gerçekten ceza yargılaması alanında ileri bir adım atmak için mi bu yasayı kabul etti?

Yeni Ceza Yasası’nın hazırlanış sürecine ve içeriğine baktığımızda bu iddiaların içi boş olduğu kolayca görülüyor.

Türk Ceza Kanunu’nun değiştirilme ihtiyacı yeni değildi. Yani, AB’ne girmek için ya da ceza hukuku alanında büyük bir reform yapmak için TCK değişikliği ele alınmadı.

Mevcut TCK hem biçim, hem de içerik açısından eskimişti. Günün ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Bu nedenle yirmi senedir ceza hukukunun yenilenmesi siyasi iktidarların gündeminde idi.

Ek bilgiler

  • Yazar Kamil Tekin Sürek
  • Yıl 2004
Yayınlandığı kategori Avrupa Birliği

Almanak 20042004 yılı Kamu Yönetiminde ve özellikle yerel yönetimler temelinde “reform” gerekçesi ile ardarda gelen yasaların TBMM’den geçtiği bir yıl oldu.[1]  İçerik ve düzenlemeleri nedeni ile kamuoyunda uzun uzun tartışılan bu yasaların biri (5216 sayılı Büyükşehir Yasası) dışında hepsi Cumhurbaşkanı tarafından veto edilerek TBMM’ye tekrar görüşülmek üzere geri gönderildi. Varolan Kamu Yönetimi yapısını, görev ve yetki alanları başta olmak üzere değiştirmeyi hedefleyen bu yasa tasarıları bir yandan merkez yönetiminin yetkilerinin kısılması ve yerelin önünün açılması ve dolayısı ile demokratikleşme olarak değerlendirilirken, öte yandan yönetimde yetki kargaşası yaratması, kamu yönetim yapısının  ters yüz edilmesi, üniter devlet yapısının yok edilmesi vb. kaygılara zemin hazırladı.

Konunun bir başka boyutunu ise yapılan bu düzenlemelerin AKP iktidarının tasarrufları olarak ele alınması ve bir siyasi çizginin ürünü olarak değerlendirilmesi oluşturdu. Bu açıdan bakıldığında ise düzenlemelere karşı çıkmak hükümete karşı siyasi bir tavır almanın bir parçası olarak algılandı ve yaşama geçirildi.

Oysa, tüm Türkiye’de konu ile ilgili çevrelerin çok uzun bir zamandır dile getirdiği ve üzerinde birleştikleri bir nokta ‘merkezi yönetimin’ aşırı güç sahibi olması idi. Merkezi yönetimin bu gücü, yerel yönetimler üzerindeki katı vesayet uygulamaları, ‘demokratikleşmenin’ önünde önemli bir engel oluşturuyor, yerelin katılımını ve hizmetin yerelde örgütlenmesini sınırlıyordu. Bu noktadan bakıldığında kamu hizmetlerine ilişkin yetkilerin merkez yönetim ile yerel yönetimler arasında paylaşımı konusunda bir sorun vardı. Bu sorunun çok önemli bir ayağını da yerel yönetimlere daha fazla yetki ve kaynak verilmesi gerekliliği oluşturuyordu.

2004 yılında bir paket halinde sunulan Kamu Yönetimi Reform Yasaları, hazırlayan ve sunanlar açısından tüm bu sorunları çözen, yerele inisiyatif tanıyan, demokratikleşme doğrultusunda önemli açılım sağlayan bir içerik taşımaktaydı. Değişimin yanı sıra verimliliği, performansı, yönetimde şeffaflığı, hesap verebilirliği, yönetime katılımı, yerel kaynakların yerel hizmetlerde kullanımını ve yerelde denetimi, vb. birçok düzenlemeyi birden getiren bu reform paketine neden karşı çıkılıyordu?

Ek bilgiler

  • Yazar Atilla Göktürk
  • Yıl 2004
Yayınlandığı kategori Avrupa Birliği

Almanak 2003TRT’nin 3 Ağustos 2002 tarihinde çıkarılan yasanın anadilde yayın hükmünün gereğini yaklaşık iki yıl sonra yapması, demokrasi ve insan hakları açısından önemli bir başarı olarak değerlendirildi.

TRT ile RTÜK kafa kafaya verdi ve bu yasanın nasıl işletilmemesinin yolunu-yordamını bulmaya çalıştı; yayın için ortak hazırladıkları yönetmenliğe rağmen, yasanın uygulaması 7 Haziran 2004’e kadar geciktirildi.

Birlikte hazırladıkları yönetmenlik bile, Danıştay’da dava konusu oldu.

TRT’nin ana dilde yayına hazırlandığı denildiği bir dönemde, yönetmenliğin gereğini yerine getirmeyerek Danıştay’a, Genel Müdür Yücel Yener’in önderliğinde bu durum Anayasa’ya aykırı diyerek, 17 Şubat 2003’te dava açtığını ve bunu da, ancak RTÜK’ün savunma vermesiyle dört ay sonra öğrenebildik (Radikal, 16 Haziran 2003).

Ve 2003 haziran ayından 2004 haziran ayına kadar, resmen bir traji komik yaşandı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “TRT’de anadilde yayın sakıncalıdır” derken, bir diğer bakan Beşir Atalay ise, “Hem kamu hem de özel televizyonlarda yayın uygundur” (Radikal, 18 Haziran 2003) ifşaatında bulunurken, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu da, “Kürtçe yayın yapan özel televizyonlar olmalı” (Hürriyet, 10 Haziran 2003) değerlendirmesi yaptı.

Ek bilgiler

  • Yazar Nevzat Onaran
  • Yıl 2003
Yayınlandığı kategori İnsan Hakları

Almanak 2003Toplumların ve ülkelerin dil, din ya da sair sosyal alanlarda birbirlerini  etkiledikleri ve birbirlerinden etkilendikleri bilinmektedir. Bu tür etkileşimlerin insanlar ve toplumlar arasındaki bağların güçlenmesi açısından pozitif sonuçlar doğurması da olumlu bir gelişmedir. Medeniyetler arası alış verişlerle medeniyetler ve kültürler arasında yakınlaşmalar oluşmaktadır. Belki de siyasal egemenlik alanları olarak devlet yapıları ortaya çıkmamış olsa idi, söz konusu yakınlaşmalar daha hızlı ve bütünleştirici bir biçimde gelişiyor olabilirdi. Böyle bir savın geçerliliğinin, içinde farklı sosyal dokuları barındıran imparatorluk tipi yapıların tarihsel gelişim ve dağılım süreçlerinin irdelenmesi ile kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir olduğu düşünülürse de, 17. yüzyılın ortalarından itibaren tarih sahnesine çıkmaya başlamış olan “ulus-devlet” yapıları, çok yönlü çevresel etkileri ile, böyle bir laboratuar deneyimini olanaksızlaştırmaktadır. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu ya da Sovyetler Birliği deneyimleri, ulus devletlerin olmamış olduğu durumda nasıl bir sonuca gidilmiş olacağı hakkında anlamlı bir test ortamı oluşturmamaktadır.

Ek bilgiler

  • Yazar İzzettin Önder
  • Yıl 2003
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 2003İnsan haklarının korunması ve gerçekleştirilmesi açısından 2003 yılı önemli bir yıl oldu. 2002 Kasım ayı milletvekili genel seçimlerinde tek başına iktidar olanağı bulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin göstereceği performans nasıl olacaktı? Soru buydu. Seçimlerin hemen ardından AKP hükümeti, Avrupa Birliği ile ilişkilere önem vereceğinin ve gelişmekte olan sürece paralel bir tutum takınacağının işaretlerini vermeye başladı. 58. hükümet Abdullah Gül başkanlığında kuruldu. Ecevit hükümeti döneminde 3 paket yürürlüğe girmişti.

Abdullah Gül döneminde 4. uyum paketi hazırlandı ve 4778 sayılı bu kanun 2 Ocak 2003 tarihinde kabul edildi ve 11 Ocak 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun adı, “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” idi. 39 maddelik bu paketle, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Vakıflar Kanunu, Basın Kanunu, Damga Vergisi Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, Milletvekili Seçimi Kanunu, Dernekler Kanunu, Mahalli İdareler İle Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun, Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Kanunu, Adli Sicil Kanunu, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ve Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak İlave Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun, Türk Medeni Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklikler yapılıyordu.

23 Ocak 2003 tarihinde 5. uyum paketi ile 4793 sayılı Kanun kabul ediliyor ve Kanun 4 Şubat 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giriyordu. Kanun, 7 maddelik bir paketti. Kanunla; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda, Dernekler Kanunu’nda değişiklikler yapılıyordu.

15 Temmuz 2003 tarihinde 6. uyum paketi ile 4928 sayılı Kanun kabul ediliyor ve Kanun 19 Temmuz 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giriyordu. Kanun 23 maddelik bir paketti. Kanunla; Türk Ceza Kanunu, Vakıflar Kanunu, Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun, Nüfus Kanunu, İdari Yargılama Usulü Kanunu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun, İmar Kanunu, Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu,, Adli Sicil Kanunu, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklikler yapılıyordu.

30 Temmuz 2003 tarihinde 7. uyum paketi ile 4963 sayılı Kanun kabul ediliyor ve Kanun 7 Ağustos 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giriyordu. Kanun 37 maddelik bir paketti. Kanunla; Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama Usulü Kanunu, Sayıştay Kanunu, Çocuk Mahkemelerinin Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’da, Dernekler Kanunu’nda, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda, Yabancı Dil Eğitim ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğretilmesi Hakkında Kanun’da, Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu’nda değişiklikler yapılıyordu.

Bütün bu değişikliklerin, belli başlı insan hakları kategorileri açısından karşılıkları, yaşam hakkı, işkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, inanç özgürlüğü, kültürel haklar gibi haklardır. Tüm değişikliklerin ardından, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal ve yasal çerçevesine bakarak, ‘Türkiye demokratik bir ülkedir’ demek mümkün değildir. Ancak kabul etmek gerekir ki, demokrasiye doğru evrilme sürecini yaşamaktadır Türkiye. Daha pek çok alanda, en başta anayasada, hukuki değişiklikleri gerçekleştirmek gerekir. Uygulama ise, başlı başına bir sorundur. Demokratikleşmeye, güvenlik bürokrasisi ve hukuk kurumları direnç göstermektedir. Yalnız bununla da sınırlı değil bu. Dil kursları ve radyo ve televizyonlarla yayın örneğinde olduğu gibi, devletin çeşitli kademelerinde görev yapan bürokrasinin direncini görmek gerekir. Zihni değişim kolay gerçekleşmiyor.

2003 yılı uygulamaları içersinde, İHD, işkence pratiğinde yeni unsurları tespit etti. Bir kere, işkenceyi şikayet ve hak arama bilinci açısından toplumda büyük bir cesaret oluştuğunu gözlemledik. Örneğin, doğu ve güneydoğu için yaptığımız bir çalışmada, şikayet başvurularının yüzde elli artış gösterdiğini saptadık. Bu artışın ihlallerdeki artışla değil, yurttaşların hak arama bilinci ile doğrudan ilgisini saptadık. Bu olumlu gelişmeye karşın, işkence konusunda güvenlik birimlerinin yeni taktikler geliştirdiklerini de saptadık. İlki, artık falaka, elektrik işkencesi ve Filistin askısı nadiren başvurulan bir işkence yöntemi haline getirilmiştir. Bunun merkezi bir emirle sağlandığı çok açık. Örneğin bütün bir güneydoğuda 505 kişinin işkence gördüğü bir ortamda, bir kişiye falaka, dört kişiye Filistin askısı, 5 kişiye elektrik işkencesi yapılmış. Ankara’da bu üç yöntem hiç uygulanmamış. İstanbul’da bir kişiye falaka, bir kişiye elektrik işkencesi tatbik edilmiş. İzmir’de bir kişiye elektrik işkencesi uygulanmış, Filistin askısı ve falaka işkencesi uygulanmamış. 2003 yılında toplam 1391 kişiye işkence yapıldığını saptadık. Bunlar Türkiye’nin 29 ilinde meydana gelmiş işkence olayları. Bu illerin 16’sı doğu ve güneydoğuda, 13’ü diğer bölgelerde yer alıyor.

İkinci önemli bulgu şudur: 2003 yılında işkence gören 1391 kişiden 241’i resmi gözaltı merkezleri dışındaki yerlerde işkence muamelesine maruz kalmış. Polis otomobilinde, minibüsünde, bir tarlanın kenarında, bir evde, sokakta ve benzeri yerlerde…

İHD bu gelişmeye 2003 yılında dikkat çekmişti. En üst düzeyde hem reform izleme kuruluna, hem de başbakan yardımcısı Abdullah Gül’e konu aktarılmıştı. Bu arada, 2003 yılı bulgumuzun ne derece önemli olduğunu hatırlatmak için, 2004 yılının ilk üç aydaki verilerinden de söz etmem gerekiyor. 2004 yılının ilk üç ayında işkence görenlerin sayısı 338’dir. 2003 yılının aynı döneminde bu sayı 392 idi. 2004’ün ilk üç ayındaki işkenceler Türkiye’nin 14 ilinde meydana gelmiştir. Yukarıda sözünü ettiğim sapmanın artarak devam ettiğini gösteren durum ise şöyledir: Resmi gözaltı merkezlerinde işkence görenlerin sayısı 2004 yılının ilk üç ayında 98 iken, resmi gözaltı yerleri dışında işkence görenlerin sayısı 139’dur. Bu tehlikeli gelişme, 2003’ten beri sürmektedir.

İşkence yöntemlerindeki değişiklik, işkencenin ortadan kalktığını göstermiyor. Hafiflediğini de. Tümüyle ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Sorunumuz yöntem sorunu değil. Sadece somut bir gelişme olduğu ve kamu otoritelerinin nasıl bir yol izlediğini göstermek için yöntemlerden söz ediyoruz.

2003 yılında gözaltına alınan insan sayısında büyük bir düşme gözlenmiştir. 2002 yılında yaklaşık 30 bin insan gözaltına alınmıştı. Bu sayı 2003 yılında 12 bin 500 civarındadır. Ancak bu gözaltılar konusunda da bir sapmaya işaret etmek istiyoruz ve bu konuda da hükümet yetkilileri tarafımızdan uyarılmıştır. 2003 yılında doğu ve güneydoğuda toplam gözaltına alınan insan sayısı 2794’tür. Bu insanların 908’i, İHD’nin toplumsal olay diye nitelendirdiği, barışçıl nitelikli olaylara polisin müdahalesi sonucu gözaltına alınmıştır. Basın açıklaması yapmak, dilekçe vermek, bir uygulamayı protesto etmek amacıyla bir araya gelen insanlardır bunlar. Toplam gözaltılar içindeki oran yüzde 35’tir. Batı illerinde bu oran yüzde kırklara varmaktadır. Belirtilen durumda, toplanma özgürlüğü gerçekleşmiyor demektir. Zincirleme olarak da, ifade özgürlüğü, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakları, işkence görmeme hakkı ve benzeri haklar ihlal ediliyor demektir.

İHD verileri, uygulamada pek çok alanda ihlallerin devam ettiğini gösteriyor. Hukuki reformlar, makro düzeyde, demokratikleşme sürecinin yaşandığını göstermekle birlikte, yaşam bulmayan hukuki reformlar gerçek bir demokratikleşmenin gerçekleştiğini göstermemektedir. Kaldı ki, hukuki reformlar alanında da izlenen politika, çok sayıda yasanın bazı maddelerini değiştirme biçimindedir. Belli bir bütünsellikten yoksundur. Şimdiye değin, 7 uyum paketinde 46 yasada, 146 maddede değişiklikler yapılmıştır. Türkiye’nin değiştirilmesi gereken mevzuatı bundan ibaret değildir. Bu noktada, Türkiye’nin iç dinamiklerinin demokratik baskılarını siyasiler üzerinde yoğunlaştırması ve süreci hızlandırması, değişikliklerin kapsam ve niteliğini belirlemesi gerektiğini düşünüyoruz. Öteden beri Kant’tan esinlenerek söylediğimiz gibi, ‘hukukun muhatabı olan yurttaşlar, hukukun yazıcısı olmalıdır.’

Ek bilgiler

  • Yazar Hüsnü Öndül
  • Yıl 2003
  • Kurum İHD Genel Başkanı
Yayınlandığı kategori Avrupa Birliği
Ara...