Kapitalizm; sermayenin yapısı ve üretim ilişkileri alt-yapısı üzerinde yükselen üst-yapı ile şekillenen bir sosyo-ekonomik yapıdır. Böyle bir yapının hukuksal, ahlâksal, dinsel vb hemen tüm sosyal kurumları alt-yapı üzerinde yükselir. Her ne kadar alt-yapı ile üst yapı arasında karşılıklı etkileşim de söz konusu ise de, başat doku alt-yapıdır. Alt-yapıyı oluşturan başat doku niteliğindeki sermaye, doğal kaynakların emek marifetiyle çeşitli alanlarda kullanım değeri kazanacak biçimde şekillendirilmiş halidir. Böyle bir yaklaşımla ele alındığında sermaye; doğal kaynakların zaman içinde ölü emek birikimi olarak ortaya çıkmış olan yapay üretim faktörü olarak görülür. Daha doğru bir yaklaşımla, sermaye emeğin üretim kapasitesini ve gücünü yükselten yapay üretim faktörüdür. Bu faktörün mülkiyet biçimi, bilindiği gibi, toplumların uyguladığı ekonomik sistemin niteliğini belirler. Söz konusu sermaye ünitelerinin toplum tarafından kolektif mülkiyet biçiminde sahiplenilmesi ve kullanılması durumunda sosyalist veya ileri aşamada komünist sistemden, sermayenin özel kişilerin ya da kurumların mülkiyeti altında bulunduğu durumda ise kapitalist sistemden bahis edilir. Sosyalist toplumlarda ekonomik faaliyetler ve üretim, plânlama çerçevesinde, toplumsal gereksinmeler doğrultusunda gerçekleştirilir. Buna karşın, kapitalist sistemde plânlama söz konusu değildir ve üretim toplumsal gereksinim için değil, piyasa için yapılır. Bu nedenle, kapitalist sistemlerde piyasaların daima canlı tutulması, ekonomik faaliyetlerin canlı tutulması için kaçınılmazdır. Kapitalistin kazancı, satış gelirleri ile maliyetleri arasındaki fark olarak ortaya çıktığından dolayı, kazancını arttırmaya yönelik olarak sermayedarın tavrı, satış hasılatını yükseltmek ve maliyetlerini kısmak yönünde belirir.
Piyasaların canlı tutulması gayretleri, kapitalist dinamikler arasında temel savaş nedeni olarak görülmüştür. Zira, savaşlar silâh sanayiine ve diğer alanlara olan harcamaları arttırır. Böylece, piyasaların daraldığı ortamlarda savaş harcamalarının yükseltilmesi, ekonomiye destek verdiği sürece, oldukça yüksek toplumsal gerekçe üzerine oturtulmuş olur. Savaşları izleyen dönemlerde uygulamaya koyulan restorasyon projeleri de yatırımcılar için önemli bir piyasa avantajı sağlar. Irak saldırısını tasvip etmeyen bazı Batılı ülkelerin de savaş sonrası imar faaliyetine katılma arzuları, savaşların nasıl bir ekonomik araç olarak kullanıldıklarını açıkça ortaya koyabilmektedir.
Savaşların ekonomik canlanmaya olan katkısını gerçekleştirebilmek için, bizzat ilgili ülkenin savaşa girmesi de gerekmemektedir. Günümüzde çok net olarak görüldüğü gibi, gelişmiş kapitalist ekonomilerin çoğu gelişmekte olan ülkeler arasında çeşitli manevralarla çatışma çıkarmaları, onların silâh sanayiine olan talebin kamçılanmasına yol açmaktadır. Fakirlik sınırında yaşamlarını zorla sürdüren kalkınmakta olan ülkelerin zarurî harcamalarından dahî kısıntı yaparak silâh alımına yönelmeleri, gelişmiş ülkelerin politikalarının başarı kanıtıdır.
Silâh sanayiinin geliştirilmesi teknolojinin geliştirilmesi açısından da çok önemlidir. Teknoloji üretimi, hem yoğun kaynak tüketen hem de sonucu belli olmayan bir alan içinde gerçekleştirilir. Silâh sanayi iki açıdan teknoloji üretimi için fevkalade elverişli bir alandır. Bir defa, silâh sanayiinde fon kullanımı, ulusal güvenlik vb gibi ulusalcı görüşlerle, oldukça serbesttir. İkinci olarak da, silâh sanayii fonları çok büyük bölümü itibariyle kamu kesiminden ya da, yukarıda izah edilen politikalar çerçevesinde, dış ekonomilerden gelmektedir. Böylece araştırma-geliştirme faaliyetlerinin maliyeti sermaye üzerine oturtulmamış olmaktadır. Nihayet, bir başka ve çok önemli neden de, silâh sanayiinde üretilen teknolojilerin, teknoloji hırsızlığından saklanabilecek kadar gizli ve güvenli bir ortamda korunabiliyor olmasıdır.
Küreselleşme; tüm ulusların kültürlerini ve ekonomilerini birleştirdikleri ve zengin bir kültürel mozaik içinde ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirdikleri gibi bir algılama ile kulağa hoş gelen bir kavramdır. Oysa, işin esası, maalesef, böyle değildir. Bir defa, küreselleşme kavramı özel amaçla seçilmiş, yanıltıcı bir kavramdır, çünkü bu kavram, karşılıklı iradelerin eşit düzeylerde ortaya çıktığı bir tür gönüllüğü ifade etmektedir. Oysa, yaşadığımız küreselleşme ortamında karşılıklı iradeler eşit olmadığı gibi, gönüllülük de yoktur, tam tersine, küreselleşme uygulamasında zorlama vardır. Bu nedenle, gerçekliliği açıklayan kavram “küreselleşme” değil, “küreleştirme” ya da “kapitalist-tektipleştirme” olmalıdır. Kapitalist-tektipleştirme projesine piyasa ortamında uymayan, direnen ülkeler silâh zoruyla tektipleştirilmeye çalışılmaktadır, çalışılacaktır. Bu trajedinin en son örneğini Irak saldırısı oluşturmaktadır.
Küreleştirme projesi, merkezde bulunan gelişmiş kapitalist ülke sermayelerinin içine girdiği derin krizi aşma projesidir. Sermaye, emek üzerinde uyguladığı sömürü mekanizması ile birikim yaparak, teknoloji boyutunu yükseltirken, aynı anda bizzat kendi birikim sürecinin de önünü kesmiş olmaktadır. Sermayenin teknik boyutu geliştikçe, yâni doğa kaynakları ile birleşen ölü emek bileşimi artıp, diri emek oranı azaldıkça, bir yandan emek üzerinden gerçekleştirilen sömürü havzaları daralmakta, diğer yandan da oluşan işsizlik nedeniyle ürün piyasaları sıkışmaktadır. Başka bir ifade ile, sermaye üzerine yapılan birikime bağlı olarak sermaye olgunlaştıkça, yâni sermaye içindeki ölü emek birikimi arttıkça, satış hasılâtı gerilemekte, emek üzerindeki sömürü kaynakları ise küçülmektedir. Böylece oluşan ve gerileyen kâr hadleri olarak beliren sermaye krizi, ekonomik kriz olarak ortaya çıkmaktadır.
Oluşan ekonomik krizi aşmaya çalışan sermaye, ücretleri baskılayarak ve sendikaları çökerterek emek kesimine; vergi avantajı sağlayıp ucuz kredi alarak devlete; oligopolistik ya da monopolistik yapılar oluşturarak tüketicilere saldırıya yönelmektedir. Bu krizi aşmanın ekonomik yolları, bir yandan tüketici piyasalarını, diğer yandan da girdi piyasalarını genişletmektir. İşte, ürün piyasalarını ve girdi piyasalarını genişletebilmek için, olgunlaşmış sermayenin ülke sınırlarını aşarak, yer yüzünde uygun gördüğü tüm alanlara yayılma faaliyeti, küreselleşme olarak bilinen, aslında tüm ülkeleri küreleştirmeyi veya tektipleştirmeyi amaçlayan politika uygulamasından başka bir şey değildir. Ülke dışına çıkarak çevreye küreleştirme dayatması yapan olgunlaşmış merkez sermaye, bu uygulamasında karşısına çıkan engelleri de temizlemeye çalışır. Söz konusu engel temizleme operasyonları arasında, çevresel konumlu ekonomilerin tüm korumalardan arındırılarak tam anlamı ile serbest piyasa ortamına çekilmesi, devletlerin ekonomiye müdahale araçlarının ortadan kaldırılması, milli ekonomileri koruyabilecek ve dışarıdan gelecek sermaye önünde ciddi bir engel oluşturabilecek kamu iktisadî kuruluşlarının özelleştirilmesi gibi ekonomik ve idarî önlemler sayılabilir. Merkez sermayenin bu tür dayatmalarına ayak uydurmayan çevresel konumlu ekonomiler IMF veya Dünya Bankası marifetiyle bazı dayatmalarla karşı karşıya getirilerek, zorunlu olarak ciddi politika değişikliğine de itilebilmektedirler. Böylesi dayatmalara verilebilecek uygun bir örneği de, 2000 yılı başından beri IMF denetiminde stand-by uygulamaları dayatmaları ile karşı karşıya kalmış olan Türkiye oluşturmaktadır.
Tüm ekonomilerin şöyle ya da böyle merkez sermayenin ekonomik dayatmalarına uygun hareket etmiş olması durumunda da, bu kez de gelişmiş ve olgunlaşmış sermayeler arasında ciddi çatışmalar ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, olgunlaşmış tüm merkez konuşlu sermaye unsurlarının dış dünyaya açılmaları durumunda, hem ürün piyasalarında, hem de girdi piyasalarında birbirleri ile rekabet eder konuma gelmiş olmaları ve bu nedenle dışa açılmanın, yâni küreleştirmenin kendilerine yönelik avantajını en yüksek düzeyde sağlayamamış olmalarıdır. Başka bir deyişle, ürün piyasasını genişletmek için dünya piyasalarına açılan bir sermaye unsurunun karşısına aynı piyasada diğer bir sermaye unsuru çıktığında, her iki olgunlaşmış sermaye unsuru için de avantajlar azaltılmış olmaktadır. Aynı şekilde, girdiler için çevreye yayılmış olan bir sermaye unsuru da, o yörede aynı amaçla gelmiş olan bir sermaye unsuru ile karşılaşırsa, umduğu avantajlardan mahrum kalmış olmaktadır. Bu nedenlere bağlı olarak, sermayeler arasındaki çatışma kızışır ve had safhada silâhlı çatışmaya dahî dönüşüyor olabilir.
Olgunlaşmış sermaye unsurları arasında ortaya çıkan böyle bir sürtüşme, tam çatışma haline dönüşmeden, ara mücadeleler biçiminde şekillenebilir. Bunların başında, ekonomilerin temel girdisi olan enerji kaynakları üzerinde yürütülen mücadeledir. Enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kuran başat ekonomi diğer ekonomilere karşı ciddi bir üstünlük elde etmiş olur. 1974 petrol şokunda, gelişmiş ülkeler arasında en büyük zararı enerji kaynaklarına sahip olmayan ekonomiler çekmiştir. Örneğin, bu dönemde enerji krizini aşabilmek için, üretim maliyetinin yüksek olmasına rağmen, İngiltere kuzey denizde petrol istihracına yönelmiştir. Enerji kaynağı açısından fakir olan Japonya ise, bu dönemde büyük sıkıntılar yaşamıştır. ABD’nin, çeşitli bahaneler uydurarak girişmiş olduğu Irak saldırısının özünde de “Büyük Ortadoğu” adını verdiği, Arap Yarımadası ve Avrasya alanlarını işgal ve böylece Avrupa Birliği ülkelerine ve Japonya’ya karşı enerji alanlarını ve stratejik bölgeleri ele geçirme amacı yatmaktadır. Başka bir deyişle, ABD’nin Irak saldırısı, Irak’a değil, görüntünün aksine, ABD’nin kendisine rakip olarak gördüğü Avrupa Birliği ülkelerine ve Japonya’ya yönelik saldırının bir bölümüdür.
Olgunlaşmış sermaye krizini yaşayan gelişmiş ülkelerin çok önemli bir avantajları da ulusal paralarının tüm dünyada “rezerv para” olarak kabul edilebilir olması nedeniyle, ithalâtlarının bir bölümünü reel üretim yapmadan karşılayabilir olmasıdır. Başka bir deyişle, parası rezerv para olarak işlem gören bir ekonomi tüm dünyadan sıfır maliyetle kredi alabilir konumdadır. Örneğin ABD, Dolar alanının yeryüzündeki genişliğine bağlı olarak, ekonomisinin bir bölümünü veya ithalâtının bir bölümünü sıfır maliyetle kullandığı kredi ile finanse ediyor demektir.
Avrupa Birliği’nin müşterek merkez bankasına ve para birimine geçmesi, ABD ile Avrupa Birliği’ni rezerv para konusunda da karşı karşıya getirmiştir. Irak petrollerinin üretiminde başat firmalar Fransız firmalarıdır. Bu ilişkinin sonucu olarak, Irak petrollerinin dünya piyasalarındaki işlemi Euro üzerinden yapılmaya başlamış bulunmaktadır. Euro alanının genişletilmesi, karşıtı olan Dolar alanının daralması, başka bir ifadeyle, ABD’nin önemli bir finansman olanağının elinden alınması anlamına gelmektedir. ABD’nin Irak saldırısının çok önemli bir nedeni de, Euro-Dolar mücadelesi olduğu çok açıktır. Bu mücadelenin alt dokusunu Irak petrolleri oluşturmaktadır.
Günümüzün gelişmiş ekonomileri arasında perde arkasında sürdürülen kıran kırana mücadele sadece enerji alanları üzerinde hakimiyet kurmak ve rezerv para alanını genişletmekten de ibaret değildir. Gelişmiş ekonomiler ve olgunlaşmış sermayeler arasındaki mücadelenin bir boyutunu da karşıt sermaye unsurlarının devralınması veya piyasadan itilmesi oluşturmaktadır. Borsalarda hisse alımları ile devralınan şirketler dev kuruluşlar olarak karşımıza çıkmakta, böylece oluşan oligopoller ya da monopoller bu kez de fiyatlar üzerinde hakimiyet oluşturarak, tüketicileri sömürüye yönelmektedir.
Rakip firmalar arasındaki çatışmada önemli bir mücadele alanı da araştırma-geliştirme ve böylece geliştirilen teknoloji mücadele alanıdır. Rakip firmalardan hangisi daha üst teknolojiye geçebilirse, karşıt sermayenin ürününü piyasadan silerek, karşıt sermaye değerini değersizleştirme yoluna gider. Böylece piyasada tek kalan sermaye, ürün piyasasında monopol, faktör piyasasında da monopson konumuna geçerek, önemli bir avantaj elde etmiş olur.
* * *
Genel hatları ile vermeye çalıştığım kapitalist savaş dinamikleri, kapitalist üretim ilişkileri yolunda ilerleyen uluslarda savaşın sosyal ve siyasal ayaklarını da oluşturmaktadır.
Kapitalizm bireysel mülkiyet anlayışına dayanmakta ve sistemin ilerlemesine paralel olarak da bu duyguyu pekiştirmektedir. Mülkiyet duygusu, sahip olma ve sahip olunanı koruma duygularını da besleyerek, ucu açık saldırgan bir sosyo-psikolojik oluşum yaratmaktadır. Tarımsal dönemden sanayii toplumuna geçişle toprak üzerinde mülkiyet duygusu zayıflamış olmakla beraber, sermayenin idamesi için etrafa yayılmacı dürtü oluşturması, bir tür yeni emperyalizm politikası geliştirilmesine yol açmıştır. Bunun da ötesinde, sermayenin krizi bireyleri vurduğundan dolayı, bu krizin aşılmasının yolu olarak işaret edilen savaşlar, toplumlardan da destek görmektedir.
Mülkiyet duygusunun yarattığı, eldekileri kaybetme korku ve endişesi, kapitalistlerin saldırganlık dürtülerini kışkırtmaktadır. Kışkırtılmış saldırganlık dürtüsünün uluslararası düzeyde sağaltım yöntemi savaşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu saldırganlık dürtüsünün savaşla tatmin ediliyor olması ve olası bir “kazanım” ile de ulusal düzeyde mutluluk olarak yaşanması, arkası fazlaca sorgulanmadan ulusları savaşa itmede önemli bir etken olmaktadır.
Kapitalist aşamada savaşlar olgunlaşmış sermayenin krizini aşmaya yönelik olarak sürdürüldüğü halde, böyle bir saldırganlığın topluma yansıtılması, bu tür politikaların, aynen geçmiş dönemlerin emperyalist politikalarının pazarlanmasında görülmüş olduğu gibi, insancıl ve demokratik söylemlere bulanması ile söz konusu olmaktadır. Nitekim, son Irak saldırısında da kitle imha silâhları korkusu ve terör dehşeti söylem olarak kullanılarak, bir ulusun altı üstüne getirildi. Bu arada iddia edilenlerin kanıtlanamaması ise, kimseyi sorumlu koltuğuna oturtmamaktadır. Zira, günümüzün savaşları teknoloji-yoğun olduğundan, bu teknolojiye sahip olanlar savaş öncüleri olmakta, kimse bu güce karşı çıkamadığı gibi, bu gücü yargılamaya da cesaret edememektedir.
Savaşlar ulusal orduları ön safa çıkardığı gibi, toplumu meşgul ederek, içte yaşanan krizi perdelemede ve siyasal erkin gücünü tazelemede de çok etkili bir araç olarak kullanılmaktadır. Yine son Irak saldırısına baktığımızda, bu saldırının ABD’nin ciddi bir kriz dönemine rastladığı tesadüf olmasa gerek. ABD’nin kriz dönemlerine kısaca göz atacak olursak, 1970’lerin sonunda yaşanan krizin, Dolar üzerindeki faiz haddinin yükseltilerek “Dolar’a hücum” politikası ile aşıldığını ve böylece Avrupa tasarruflarını çekmiş olan ABD’nin teknolojide Japonya’yı geçtiğini görürüz. 1980’lerin sonlarındaki krizin ise, 1992’de Körfez savaşı ile aşılmasına tanık olduk. Nihayet son krizde de, inanılmaz güzel bir rastlantı olan 11 Eylül olayı ve onun arkasından, “terörle mücadele” söylemi altında ABD’nin tüm dünyaya karşı açmış olduğu saldırıyı izlemekteyiz. Savaşlar esnasında, ulusalcı duyguların işlendiğini ve krizin aşılmasında önemli bir ekonomik araç olan bazı kesimler üzerinde baskı uygulamaları da gündeme gelmektedir. Kısacası, oldukça karmaşık bir örüntü içinde, sermayenin mücadelesi olan kapitalist savaşlar, toplumlara fevkalade güzel pazarlanabilmektedir.
Kapitalizm serveti merkeze yığarken çevreyi yoksullaştırmaktadır. Yoksullaşan çevre bir müddet sonra merkeze rant aktarım işlevini de yitirdikten sonra, merkeze yük olmaya başlamaktadır. İşte bu son safhada, kapitalizm insan itlâfına yönelik politikalarını da çekinmeyerek uygulamaya koyabilir. Zira, sıkışan kapitalizmin merkeze doğru kaynak çekerken, çevreyi merkezden soyutlaması, çevreye karşı saldırgan tavır takınmasını gerektirmektedir.
Savaşlar ordularla yapılır. Ordular devlet örgütlenmesinin bir aracıdır. Merkeze aktarılan servetlerin korunması kadar, sömürü amacıyla çevreye yönelik açılımlar da kesinlikle silâh gereksinimini gündemde tutar. Bu itibarla kapitalizm ilerleyerek bir dünya sistemine dönüşmeye başladıkça, zenginlikler merkezde toplanırken, çevre yoksullaşacaktır. Böyle bir oluşum, merkez devletin bu zenginliği koruma görevi yanında, çevresel devletlerin görevleri de yoksullaşan halklar üzerinde baskı oluşturarak, merkeze yürüyüşü güçleştirmek şeklinde belirlenecektir. Küreleştirme olgusu, bu nedenle devletleri ortadan kaldırmayacak, tam tersine, onları koruyacak, ancak onların konumlarına göre, görevlerini yeniden belirleyecektir. Küreleştirme sonucunda bir tür dünya eyalet sistemine doğru gelişen siyasal yapılanmada merkez devlet başat konumda olacak, çevresel devletçikler ise, merkezin çıkarları ve tercihleri doğrultusunda şekillenen ve politikalar izleyen eyaletçikler konumuna geçmiş olacaklardır. Başka bir deyişle, küreleştirme çağında, merkez devletler de çevresel konumlu devletçikler de saldırgan olacaklardır. Merkez devletin saldırganlığı dışa dönük olacak, çevresel konumlu devletçiklerin saldırganlığı ise içe kendi halklarına dönük olacaktır.