Bilgi sorunu olarak Kıbrıs
“Küçük annem! Kimler açıklayabilir çocukların olarak bizi?” Köklerimizin ne kadarı sende, ne kadarı artık o uzak ve belirsiz yerlerde? Sen bizim 'garibimiz', biz senin bazan yoluna ölen, bazan da ‘sütsüz’ çocukların değil miyiz? (Öz çocukların mı, piçlerin mi, melezlerin miyiz?). Hangi toprak senin anne kucağı sıcaklığını sundu bize? Bize bir ‘insan kazıbilimcisi’ gerek; herhalde gene kendimiz olmalıyız kendimizin ‘kazıbilimcisi’! Kimler açıklayabilir çocukların olarak bizi?” (Fikret Demirağ, “Limnidi Ateşinden Bugüne”).
Bu yazıyı, Kıbrıs’ın yakın ve uzak tarihine ilişkin kronolojik bilgi ve biraz da analiz üzerine kurgulamıştım. Ne ki, yazının sonuna bazı kaynak kitaplar ekleyerek, meraklısının bu kitaplara ulaşmasını düşünerek, yazıyı “bilgi verme” ekseninden çıkararak yakıcı gördüğüm sorunlar üzerine yoğunlaştırdım. Türkiyeli sosyalistlerle Kıbrıslı sosyalistlerin ilişkilerinde temel kırılma noktalarından biri Kıbrıs’a ilişkin bilginin-bilincin ve pratiğin beklenenden geri noktalarda seyretmesidir. Burada bilgiden kasıt, Kıbrıslı muhaliflerin, akademisyenlerin, karşı tarih yazıcılarının farklı perspektiflere sahip oluşturdukları Kıbrıs’a ait en temel bilgilere Türkiyeli muhaliflerin ilgisizliğidir. Ortalama yurttaş açısından bu sorun, resmi tarihin, okullardan itibaren öğrettiği bilgilerin, o bilgiler üzerinden yükselen, “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır”, “Ya Taksim Ya Ölüm”, “Kıbrıs Barış Harekatı”, “anavatan”, “yavru vatan”, “kurtarma-kurtarılma” gibi kavramların, ailede, okulda, evde ve toplumsal hayatta çoğaltılmasından ibarettir. (Şiir yoluyla söylersek, “Dünyada geçirdim çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar” M. Cevdet Anday) Sol siyasal kültürün etki alanında yaşayanların pek çoğunun da temelde, (bazen son tahlilde, bazen ilk tahlilde), resmi tarihin içinde düşündüğü veya kritik eşiklerde, resmi tarihin argümanlarına çok yaklaştığı söylenebilir. Türkiyeli muhalif partilerin, örgüt veya geleneklerin, -kişisel çabalar ve meraklıları hariç- bu ülkeye dair bir bilgilenme isteği, programı ve kanalı yoktur. Dünyanın başka ülkelerine ilgileriyle malul Türkiyeli sosyalistlerin enternasyonalizmle çelişen bu tuhaf ilgisizliğinin nedenleri ciddi bir araştırma konusudur. Kıbrıs’a, “merkez-çevre” veya “anavatan, yavru vatan” ikilemlerinden bakma alışkanlığının bilinçaltında sürmesi, sosyalist sloganları, taktik ve stratejilerin alt alta dizilmesinin bilgi ve analiz sayılmasının bu nedende ne denli ağırlık taşıdığı merak konusu. Türkiyeli sosyalistler açısından, Kıbrıslı sosyalistler ve muhalifler karşısında kendini bilgi-bilinç, teori ve pratik olarak iktidarda gören ve adalı sosyalistlerden ileri sayan bir ideolojik yaklaşımın varlığının altını çizmek bizleri kızdırmak yerine nedenlerini düşünmeye ve kendimizle yüzleşmeye itmeli. İşin kolayına kaçarak sosyalizme dair stratejik genellemelerin tekrarının bilgi/bilinçle “Sosyalist Kıbrıs” sloganının yeterli görüldüğü, varsa Kıbrıs’taki kardeş parti, dergi, dernek veya kişilerle ilişkinin yeterli görüldüğü, tarihsel ve güncel bilginin çoğu zaman es geçildiği bir ilişkinin sorunlu olduğunu kabul ederek yeni bir kapı aralanabilir. Abartarak söylemek gerekirse, ortalama bir sosyalistin bu ülkeye ilgisi çoğu zaman, “İki, toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı federasyon çözümdür,” “Kıbrıs işgal altındadır” cümlesini veya “Sosyalizm gelecek her şeyi çözecek!” sloganını geçmiyorsa ortada sosyalistler açısından da yakıcı bir “Kıbrıs sorunu” var demektir.
İkinci kırılma noktası ise, sosyalistlerin tarihleri boyunca, (Adaülke’ye ilişkin sloganların doğruluğu yanlışlığı bir yana, pratik tutumlarıyla) Türk resmi tarihinin temel tabu ve tapularını aşan bir pratik politika oluşturamamalarıdır. Bunun en riskli yanı, Türkiyeli sosyalistlerin özellikle kritik eşiklerde, temel bilgilerden ve ilişkilerden yoksun oldukları için, sosyalist retorikten hızla kayarak, sistemin düşünsel-politik hegemonya alanlarına girme eğilimidir. Özetle, içimizi acıtarak söylemek gerekirse, Kıbrıs sorunu, çok derinde resmi tarihin kavramlarıyla düşünülmekte, Kıbrıs’ın, Rumlar, Türkler, Maronitler, Ermeniler gibi halklardan oluşan bölünmüş, ayrı bir ülke olduğu “teorik” olarak kabul edilse bile, bir tarih bilinci ve siyaset teorisi olarak sindirilerek bilgi ve bilince dönüşmediğinden çoğu kez “pratikte” başka sularda kulaç atılmaktadır. Bunun politik tezahürü ise, Türk resmi tarihinin oluşturduğu teorik, pratik tabulara, pratikte esastan karşı çıkılmaması geleneğinin varlığıdır. Teorik bir geleneği olan Türkiyeli sosyalistlerin, Kıbrıslı Türkleri Kıbrıslılığa içkin ayrı bir tarihsel kategori olarak ele alamayışları, “biz” dendiğinde Türkiyeli Türklerin parçası bir “biz” tahayyül etmeleri böylece onların yüzyıllar içinde kazandıkları ayırt edici kültürel, siyasal, etnik özellikleri görememeleri bir sorun olarak sürüyor. Tarihten, siyasetten bakiye bir diğer sorun ise, Türkiyeli sosyalistlerin, bir zamanlar kendi geleneklerinde rahle-i tedris etmiş Kıbrıslı sosyalistleri (TKP, Devrimci Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu, Vatan Partisi [Hikmet Kıvılcımlı geleneği] vb.) hâlâ bir zamanlar kendi geleneklerindeki “öğrenciler!” olarak görmeleri, Kıbrıs’ın ayrı bir ülke, ayrı bir dinamik olduğunu atlamaları, böylece “Abi ulus! Abi parti” yaklaşımını gizli bir sol resmi öğrenme olarak sürdürmeleridir. Kendini coğrafi, politik, teorik “merkez!” olarak görme ve Kıbrıslı sosyalistleri “ötekileştirme!” hali çok ciddi bir kırılma noktasıdır. (Bu nedenle, on yılı aşkın bu ülkenin siyasetini ve edebiyatını öğrenmeye çalışan, yirmi Kıbrıslı Türk ve Rum ile sözlü tarih çalışması yapan benim için her Kıbrıs yazısı, bir yüzleşme pratiği olarak özeleştiri olmaktan öteye, dünya tasavvuru olan bir komünistin Kıbrıs halklarından özür dileme duygusudur). Bu bilgi, duygu ve moral kırılma hali, Kıbrıslı yazar ve sanatçılarla, Türkiyeli sanatçıların ilişkilerinde de sıkça rastlanan “estetik-edebi” bir kırılma noktasıdır. Kemalist aydınlanmacı paradigmayı aşamayan Türkiyeli yazar ve sanatçıların, Kıbrıs’a gidiş-dönüşlerinde, resmi siyaseti ve özel olarak da Rauf Denktaş’ı güzelleyen yazıları bu kavrayışın izdüşümüdür. Türkiyeli sanatçıların Kıbrıslı sanatçılarla bir arada olduklarında kırdıkları milliyetçi siyasi gaflar(!), “sanat ve milliyetçilik”, “şair ve milliyetçilik” gibi başlı başına bir inceleme konusudur. Öte yandan, Kıbrıslı Türk muhaliflerin, “Bu Memleket Bizim” platformuyla sokaklara dökülerek, 1974 sonrasında oluşan verili sistemi zorladığı günlerde, Türkiye’de açılan ve BBP ve İP’nin başını çektiği “Denktaş’a destek” imza kampanyalarına katılan veya mitinge destek veren Aykut Oray, Cahit Berkay, Cem Karaca, Çolpan İlhan, Erol Evgin, Esin Avşar, İbrahim Can, Müjdat Gezen, Müşfik Kenter, Nejat Uygur, Nejat Yavaşoğulları, Oktay Kaynarca, Özdemir Erdoğan, Selçuk Yöntem, Süleyman Turan gibi sanatçıların gerçekte daha çok olduklarını bilmekte yarar var. Müzisyen kariyerinin yanı sıra ilerici-demokrat, barışçı kimliğiyle tanıdığımız Cahit Berkay’ın, “Orada yaşananların, verilen uğraşların, yapılan savaşların unutulmaması gerekiyor. KKTC’de yaşayanların can güvenliğinin sağlandığı bir ortam oluşturmak gerekiyor. Onların hayatını tehlikeye atacak bir gelişmeye izin verilmemelidir. Ben bu anlamda Denktaş’a katılıyorum, onu destekliyorum” sözleri, bilgisizliğin ötesinde nesnel ve öznel olarak resmi tarih içinden bir demeçtir. Öte yandan, romantik bir Kemalist imajı çizen “muhalif” olarak tanınan “Bulutsuzluzlu Özlemi”nin solisti Nejat Yavaşoğulları’nın “Kıbrıs’taki durum şu anda çok dikkat edilmesi gereken bir durum. AKP hükümetinin Denktaş’ı zor durumda bırakmasıyla zor bir evreye girdi. Kıbrıs’ta Venezuella’dakine ve Şili’de Salvador Allende’ye karşı yapılana benzer mitingler düzenlendi. O yüzden Denktaş’ın da yalnız olmadığını göstermek için bu mitinge katılmak gerekiyor” sözleri, bilgisizliğin ötesinde, Kıbrıs’ta sokağa dökülen on binlerce muhalifi, Arjantin’deki karşı devrimcilere benzeten trajikomik bir cahillik örneği olarak tarihe geçti. Öte yandan anti-sömürgeci gelenekten gelen yazar Öner Yağcı’nın “Denktaş’a destek” metinlerine imza atması tekil bir örnek olmaktan çok, “ulus devlet” paradigması içinde işleyen bir ideolojik zihniyetin ürünü olarak pek çok sanatçının halini de “temsil” eden bir haldir.
Kıbrıslı Türk kadınların, ilerici, barışsever olarak kendilerini tanımlayan Türkiyeli kadınlarla toplantılarda yaşadıkları çok olumsuz deneyimler de “bilgi-bilinç” sorunu ile iç içe “güvensizlik” bağlamında aynı sorunsalın parçalarıdır. Türkiyeli, Kıbrıslı ve Yunanistanlı kadınların toplantılarında Türkiyeli kadınların, tabu bir konu olan Kıbrıs’ı es geçerek Türk-Yunan ilişkilerinde pozisyon tutmaları bir kez daha bir erkek ideolojisi olarak da milliyetçiliğin, çoğu kendini muhalif olarak tanımlayan kadınlar arasında da ne denli güçlü olduğunun işareti. Viyana’da yapılan bir toplantıda, Türkiyeli “muhalif” kadınlardan birinin, Kıbrıslı Türk bir kadına, “Siz iki yüz bin kişisiniz, altmış beş milyon için kendinizi feda etmeniz gerekir” mealindeki sözleri resmi tarih içinde devinmenin küçük bir örneğidir. Kıbrıslı Türk kadınların Kıbrıs’ın Kuzey’inde yaşadıkları acıları onlara aktardıklarında ise, “Bunları neden Yunanlıların yanında anlatıyorsunuz, ayıp değil mi? Atölye çalışmasından önce bizi bir odaya çekip söyleseydiniz mesele yoktu ama Yunanlıların önünde böyle şeyleri nasıl söylersiniz, söyleyebilirsiniz?” cümlesi, genel kavrayışın dramatik bir özeti olarak okunabilir. Bu davranış kalıbı, “ötekinin acısına bakamamak,” ötekinin bilgisini algılamamak ısrarı olarak, sadece o toplantının öznesi Türkiyeli kadınlara özgün değil, genel bir hal olarak yürürlükteyse Kıbrıs sorununun genel olarak Türkiyeliler açısından temelde bir “bilgi” ve “bilinç” sorunu olduğunun altını bir kez daha çizmekte yarar var. Bu bilginin kaynağı, resmi tarihin dolaşımda olan resmi bilgileridir. Alternatif bilgileri edinme çabalarının cılızlığı ise ortadadır. Soruna, bilgi-bilinç diyalektiği olarak baktığımızda somut olarak Kıbrıs’a ilişkin, resmi tarih dışındaki tarihsel ve güncel bilgi üzerinde şekillenmeyen politik analizlerin en iyi durumda bile propaganda-ajitasyondan öteye geçmediğini biliyoruz.
Kıbrıs’la ilgili alternatif bilgiler iki temel kaynaktan edinilebilir. Bunlardan biri, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta yayımlanan resmi tarih dışı yayınların okunarak, zihinlerde yer eden resmi bilgilerin dışlanmasıdır. Kıbrıs’ta çıkan, muhalif yayınların, kitapların Türkiye’de dolaşımının yok denecek kadar azlığı gibi “teknik” sorunlara sığınmadan bu bilgiye ulaşmanın kanallarını açmak gerekir. Devrim, sosyalizm gibi büyük iddialar içinde olan partilerin öteki Kıbrıs’ın öteki bilgilerine, bilgilere ulaşmak için kitlesel, kadrosal hevesinin cılızlığı, Türkiye solunun kendini “cevap anahtarı” olarak görmesiyle de ilgilidir. Hal böyle olunca, Marksizm’in “somut şartların somut tahlili” yöntemiyle bilgi edinme arasındaki ilişki bu sorunda da işletilmemekte, sosyalist teori ve pratiğe ait genel doğrular bilgi ve analiz yerine geçirilmekte veya adalı muhaliflerden edinilmiş birkaç cümle kalıbının çoğaltılması, adada kendimize yakın birkaç ilişkinin olması enternasyonalizm için yeterli görülmektedir. Genel olarak sosyalizmin temel argümanları üzerinden soyutlamaların yapıldığı bir Kıbrıs bilgisinin, ne kadar “bilgi” olduğu oldukça tartışmalıdır. Oysa, olgu olarak Kıbrıs, sorun ve soru olarak Kıbrıs sorununun cevap olarak Kıbrıs’a dönüşmesi bilgi edinme biçimimizin sorgulanması gerekiyor. Ama “bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz” döneminde olduğumuzdan ve resmi tarihin hazır bilgileriyle işin kolayına kaçarak Kıbrıs’a baktığımızdan bir türlü bu bilgi kaynaklarına ulaşmak mümkün olamıyor. Her yıl TÜYAP kitap fuarındaki resmi kitapların yanı sıra muhaliflerin kitaplarının da belli oranda sergilendiği KKTC standına sol ilginin azlığının yapısal nedenleri olmalı? Yine, Kıbrıs sorununun en yoğun tartışıldığı dönemde TÜYAP’ta yapılan pek çok ünlü gazeteci ismin katıldığı panelin üç-beş kişi izleyici olduğundan ertelenmesi de rastlantı olmasa gerek. Sosyalist grupların propaganda bölümlerinin Kıbrıs’a ilişkin ciddi bir bilgi arşivlerinin olmadığını düşünenlerdenim. Oysa, analizlere temel olabilecek tarihsel bilgilere ulaşmak için Lefkoşa’da alternatif yayıncılık yapan Galeri Kültür ve Işık Kitapevleri ile ilişkilenmeleri yeterlidir. “Bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz” cümlesi Kıbrıs için daha da fazla geçerliyse, özellikle 12 Eylül 1980’den sonra Kıbrıs, önce okumanın, sonra öğrenmenin ve düşünmenin durduğu bir sosyalist hareketin bilgi alanı içinde değilse sorun var demektir.
Fiili ilişkilerin sıfır noktası
“Biz iki Tarafta da olamayız/ Çünkü ikisiyiz ve başka biriyiz/ İnanmak istemedin / Biz yalnızlığın kendisiyiz” Mehmet Yaşın
Kıbrıs sorunu, sömürgeler sorunsalı içinde halklar arasında bir eşitlik ve güven sorunudur. Güven sorunu, komünistler açısından, sınıfsal temele dayalı bir tarih anlayışını içerir. Bu nedenle “güven” ve “eşitlik” sözcükleri, “biz Türkler,” “biz Rumlar” soyutlamalarının ve “kimlik” söylemlerinin ötesine geçen bir kavrayışı imler. Milliyetçilerin bu soruna yükledikleri anlam, kendilerini mutlak mağdur ve mutlak haklı olarak görmeleridir. Barışseverler, sivil toplum örgütleri, iki toplumlu sanatçılar, iki toplumlu koro, sınırı aşan eller gibi kadın grupları, bazı siyasi partiler “güven” sözcüğünün anlamını milliyetçilik ötesine taşırmak istedilerse de, iki toplumu kuşatan milliyetçi zemin nedeniyle azınlıkta kaldılar. Daha da kötüsü, “güven” kavramı, “çözümsüzlük çözümdür” sloganıyla politik bir diplomasi içinde iyice kirletildi. Oysa güven ve eşitlik, sistemin radikal biçimde demokratikleşmesi ve ortak vatan kavramı içinde bile, Kıbrıslı halkların fiziksel, moral, siyasi, edebi olarak direk ve organik temasları üzerinde şekillenecek pratiktir. Milliyetçilerin sürekli olarak, çözümsüzlüğün, argüman olarak kullandıkları “Güven ve eşitlik” sorununun, nitelik olarak başka bağlamda da olsa, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk muhaliflerle, Türkiyeli ve Kıbrıslı Türk muhalifler arasında da sorun olmaya devam ediyor olması düşündürücü.
Kıbrıs’taki muhalif partilerle Türkiyeli muhalif partilerin ilişkisi de başından itibaren sorunludur. Bunun temel nedeni olarak Türkiyeli sosyalistlerin bu ilişkiyi enternasyonal temelde görememe, Kıbrıslıların ise siyaseten kırılarak içe büzülerek araya mesafe koymalarıdır. Bu temel soruna, bilgisiz analizleri, fiili-pratik ilişkisizliği ve Türkiye’de sistemin Kıbrıs politikalarına alternatif bir politika üretip, pratiğe geçirememeyi de eklersek, Kıbrıs ile kurulan ilişkinin, “ben/biz” merkezci bir ilişki olarak “orda bir ülke var uzakta!” ilişkisi olduğu söylenebilir. Kıbrıs’ta bugün aktif siyaset içindeki muhaliflerin çoğunun, ’68 ve ’78 kuşağından olması da ilişkiyi (veya ilişkisizliği) okumamız açısından önemli bir veridir. Çünkü, Kıbrıslı Türk solu, 1965’lerden itibaren ilk politik eğitimini daha çok Türkiye sosyalistleriyle ilişkiler zemininde edinerek adaya taşıdı. 1968 kuşağının aktivistleri içinde, dönemin Türkiyeli sosyalistleriyle birlikte bedeller ödemiş pek çok Kıbrıslıtürk sosyalistin olduğu bilinmelidir. 1974 sonrasında ise Türkiye’de yükselen toplumsal mücadeleye önderlik eden kolektifler (TKP, Devrimci Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu, Vatan Partisi (Kıvılcımlı ekolü) vs.) içinde çok sayıda Kıbrıslıtürk yer alarak ülkelerine döndüler. Kıbrıs’ta kurulan Dev-İş, Halk-Der vb. örgütlenmeler döneminde ilişkilerin görece “üretkenliğinden,” hiç olmazsa ses alıp ses verildiği bir dönemden söz edilebilir. Özel olarak incelenmesi gereken bu ilişki, özellikle 12 Eylül 1980 sonrasında neredeyse “mutlak” olarak koptu ve bilgi, güven temelinde enternasyonal temelde yeniden kurulamadı. Kıbrıslı muhaliflerin kendi yollarında, Türkiyeli muhaliflerin de kendi yollarında yürüdükleri süreç doğal olarak ilişkileri neredeyse sıfır noktasına taşıyarak, iki ülkenin sosyalistleri, muhalifleri arasında, yeni bir duygusal, siyasal, moral bir parçalanmaya, bilinç yarılmasına neden oldu. Abartarak söylersem, Türkiyeli, Yunanistanlı, Kıbrıslı (Rum, Türk, Maronit vs.) sosyalistlerin ilişkileri teorik, politik ve pratik düzlemde tarihin “sıfır” noktasındadır. ÖDP, CTP, Sinospismos, AKEL, YBH, son zamanlarda KKE, TKP gibi kolektiflerin “kardeş parti” çabalarının “protokol” bir ilişkinin ötesine geçip, halklar arasında gerçek bir ilişkiye denk düştüğünü söylemek zor. Öte yandan, Kıbrıs’ta çıkan Sosyalist Gerçek gibi dergilerle, Türkiye’deki geleneklerin geçmişten bakiye sürdürdükleri ilişkiler ise, dergi-dernek ilişkileri boyutunu aşamadı. Daha da önemlisi, Kıbrıs’ın Kuzey’inde, daha 1970’lerden itibaren çok güçlü bir muhalif öğretmen/memur hareketi olmasına karşın, (KTÖS vs) günümüzde, KESK, Eğitim-Sen gibi kuruluşların bunlarla ilişkileri de “protokoldür.” Oysa bu ilişkinin, resmi tarihin hegemonyasını kırmaya yönelik karşılıklı demeç ve ziyaret ritüelini aşarak her iki ülkeye ilişkin temel bilgilerin tartışıldığı, Kıbrıs sorununun temel argümanlarının Türkiyeli öğretmenlere aktarıldığı bir tartışmaya hizmet etmesi gerekir(di). Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs versiyonunun eğitim kurumlarında öğretildiği düşünüldüğünde, KESK ve Eğitim-Sen’in tabanlarındaki görece daha az politik çalışanlar içinde Kemalist ideolojinin ve resmi görüşün yaygınlığı veri alındığında ilişkinin bu halinin halkların aleyhine olduğu açıktır.
Tüm bunlar, karşılıklı teorik, politik bir ilişkinin kurulamadığını, aslında tarafların böyle bir dertlerinin olmadığının, olduysa başarılamadığının kanıtı veya işareti sayılabilir. Hal böyle olunca, Türkiye resmi politikasının temel tabularından biri olan Kıbrıs sorunu üzerinden geliştirilen ve halkların mücadelesine zarar veren milliyetçiliğe karşı birlikte davranmanın bilgisinin, bilincinin ve ortak pratiğinin yaratılamadığı ve bunun siyasal-moral bir kırılma olarak yaşandığı bir ortamdayız demektir. Milliyetçi politikalar dışında, ötesinde ve karşısında, bir üçüncü bölgede sosyalist politikalar üretilemeyişinin nedenleri ise iki ülkenin sosyalistleri, muhalifleri arasında organik bir tartışma gündemi değildir (Her iki ülke muhaliflerinin ortak çıkaracakları, çoğulcu bir siyasi-kültür dergisi, bu ihtiyaçların bir kısmını ortadan kaldırabilir…). Kıbrıslı Türk sosyalistlerin tarihsel ve güncel halinin tarafımdan görünüşü bu yazının konusu değil (Etik olarak da benzer konuları onların yazmaları gerekir…). Ama çok genel olarak, Kıbrıslı sosyalistlerin, milliyetçi kuşatma altında “zorunlu kötülüğün” içinde devindikleri, sosyalist mücadelenin kurucu kavramlarının gölgelendiği bir siyasal mücadeleye “mahkum” oldukları, “barış,” “çözüm,” “kimlik,” “federasyon” kapitalizm içi kavramlar etrafında bir mücadeleye kilitlendikleri söylenebilir.
Durumu tersine çevirecek ve enternasyonal bir tahayyül ve pratik ise ufukta görülmüyor. Her şeyden önce, aritmetik olarak “Kardeş partilerin” temsilcilerinin “temsili” ilişkisinden değil, toplumsal tabanların gerçek ilişkisinden söz ediyorsak, “tarihin sıfır noktası” hâlâ geçerlidir. Bu konuyu tartışmaya açan yazıların okunmadığı, politikaya tercüme edilmediği de gerçek. Gerçek bir ilişkinin dinamiklerinin oluştuğu tarihsel dönemlerin siyasi olarak değerlendirilemediği ortada. Örneğin, “Bu Memleket Bizim” platformu döneminde, resmi görüşe ve onun öznelerine karşı Kuzey’deki muhalefetin, sokaklarda sürdürdüğü kitlesel eylemi Türkiyeli sosyalistlerin “seyrettiği,” söylemek acı ama gerçek. Öte yandan, başta AKEL olmak üzere Kıbrıslı Rum solcuların, çözüm yanlısı muhaliflerin de bu kitlesel hareketi, siyasal ve moral olarak okuyamadığını, barış ve yeniden birleşme için yeni bir ilişkinin olanağı olarak değerlendirilemediği ve eş zamanlı eylemler örgütleyemedikleri söylenmelidir. Dahası, CTP’yi iktidara taşıyan bu eylemi, Kıbrıslı Türk solcuların da neden ve sonuçlarıyla derinliğine analiz ettiğine dair kanıtlar da henüz ortada yok. CTP açısından maksat hasıl olduğu için (iktidar!), bir daha böyle bir kalkışmaya zaten gerek yoktur! CTP dışındaki muhalifler ve dinamikler açısından ise, sorun “hayıflanma, yazıklanma!” ötesine geçebilmiş değildir.
Sosyalist terminolojiyle ilişkili bir tarihten gelen, muhalefette kitleselleşmek ve iktidara gelmek için reel politika yapan, iktidarda bunu pekiştiren CTP ve AKEL gibi “ilerici, solcu” partilerin “sisteme dönmeleri!” de bu güvensizliği artıran politik olgulardan biridir. Bu partilerin, “barış,” “çözüm,” “ortak vatan,” “Kıbrıslılık” gibi kavramları kapitalist-emperyalist dünyanın sistematiği içinde algılayarak ve giderek sosyalizmle bağlantılarını kopararak sisteme dönme süreçleri derinleşerek sürmektedir. Bu hayal kırıklığının adada yeni siyasal dinamiklere yol açabileceğine dair, “çıkmazın güzelliği” denebilecek ip uçları ise henüz ortada yoktur. CTP’nin “evet,” AKEL’in “Oxi/Hayır” dediği referandum travmasından sonra, iki partinin giderek birbirinden uzaklaşması, kendi “ulus devlet!”lerinin milliyetçi politikalarıyla eklemlenmelerinin yarattığı hayal kırıklığı da aşılabilmiş değil. Bu duruma, Kıbrıs’ta, Yunanistan’da ve Türkiye’de sosyalistlerin enternasyonalizmin, teorinin ve pratiğin sıfır noktası olan halleri de eklenince, adanın uzun bir süre daha, barıştan, adaletten ve çözümden uzak bir geleceğe yazgılı olacağı, sosyalizmin esamisinin okunmayacağı düşünebilir. Kıbrıslı şair Hakkı Yücel’in bu sorunu dert ederek yaptığı şu saptama önemlidir: “Bu anlamda, yıllardır hem coğrafik ve hem de bilinç ve vicdan olarak sakinlerinin ciddi bir bölünmeyi ve onun dramatik etkilerini ve sonuçlarını yaşadığı Kıbrıs’ta; tam da her türlü bölünmeyi ortadan kaldırması ve her alanda da yeni bir gelecek adına ‘ortaklık’, ‘paylaşma’, ‘karşılıklı saygı’ ve ‘anlayış’ temelinde ilişkilerin oluşturulabilmesi ve yaşatılabilmesi için yeni bir Sol başlangıca ihtiyaç olduğunu söylemek ise mesnetsiz bir zorlama gibi görünmüyor.” (Birikim, Haziran 2004, sayı: 182).
Sosyalistlerin yerel ve evrensel yenilgilerinin dibe vuran bu trajik ilişkisizliğin nedeni olarak gösterilerek sorunu zamana havale etmek de bir başka sorun. Türkiye’li ve Kıbrıs’lı sosyalistlerin giderek bir tür siyasal mazoşizme dönüşerek sosyalistlerin elini kolunu bağlayan bu tutuculuğu aşıp, mümkünse eşzamanlı (veya artzamanlı) olarak, yeni bir sol tahayyül için kolları sıvayarak Marx’ın deyişiyle, “tarihin önümüze koyduğu sorunları çözmeyi” üstlenmeleri gerekiyor. Hem sosyalist, hem de devrimci kalmanın diyalektiği içinde, eski teorik, politik ve pratik referanslarımızla yüzleşmek, sosyalistlerin kişisel ve ulusal ölçekte baş edebilecekleri bir sorun değil. Sosyalizmin bir döneminin yenilgiyle kapanması, sosyalist birey ve kolektifleri ulus devlet sınırları içine daha çok hapseden bir sonuç oluşturdu. Bu kötülüğün anlamı, sosyalist teori ve pratiğin, enternasyonal özünün, daha çok ulus devlet içine çekilmesi, aklın ve vicdanın işleyiş mekanizmasının daha çok ulusçu olması ve giderek milliyetçiliğe eklemlenen bir sosyalist algının “kurtuluş!” olarak halklara sunulmasıdır. İlk ve son tahlilde, sosyalist düşlerin ulus devlet kimliğine eklemlenmesi, ideolojik ve felsefi olarak ise, milliyetçiliğin sosyalist teori ve pratiğin sızmasına izin veren bu durum sosyalist teori-pratiğin yeniden inşası önünde en büyük engeldir. Değişik kavramlar altında, geleneksel sosyalizm referanslarına eklemlenen ulus devletçi milliyetçiliğin yeniden üretilen ve giderek hem felsefi, hem de politik olarak faşistlerle örtüşmelerinin Türkiye’deki sonuçları, Yunanistan ve Kıbrıs’a göre çok daha görünür ve çarpıcı. Kapitalizm “küreselleşme!” demagojisi bir yana, “ulus devlet” sistematiğinin ideolojik-siyasi araçları olan milliyetçilik-ırkçılık zeminini insanlığa dayatırken sosyalistlere düşen buna teslim olmak değil, ulusal kimliklere hapis olmadan daha çok enternasyonal olmak, daha çok dünyadaki benzerlerimizi arayarak başka bir dünyanın mümkün olduğunun militanlığını yapmaktır. Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’da (ve elbette dünyada) sosyalistler açısından da en büyük tehlike, milliyetçiliğin-ırkçılığın ideolojik, siyasi hegemonya alanında politika üreterek sisteme teslim olmaktır. (Tuz-tarih dostum Kıbrıslırum film yönetmeni Panikos Hrisantu’nun sözlü tarih çalışmasında söylediği, “Çevremdeki eski arkadaşlarımın çoğu milliyetçi oldular. Dileğim, insanlığımı yitirmemek… Dileğim, insanlığımı yitirip milliyetçi olmamak…” cümlesiyle kendi hayatlarımıza, ilişkilerimize bakıp, bir fotoğraf çıkarabiliriz…).
O halde, birbirimize ezbere saygı duymak, ezbere övmek, ezbere yermek yerine, birbirimizle gerçek bir ilişki kurmanın aklını ve araçlarını yaratmak için “hemen şimdi” düşbaşı yapmamız gerekiyor. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkilerinin hüküm sürdüğü hayatta ezilen ve sömürülenlerden yana olmayan, dünyanın diğer halklarıyla ve birbirimizle ilişkilerde sahiciliğini yitirmiş bir sosyalistlik, muhaliflik giderek tarih dışı olmaya yazgılıdır. Adorno’nun, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” soyutlamasından el alarak, devrimci olmayan hayatlardan devrimci politikalar, partiler çıkmaz, milliyetçi akıllardan, enternasyonal bir dünya tasavvuru ve pratiği çıkmaz, demek istiyorum.
Kısaca anlatmaya çalıştığımız bu ilişkisizlik özünde bir “güven sorunudur.” Kıbrıs halklarının barış ve çözüm sürecinde sıkça dillendirilen “güven artırıcı önlemler!” kavramı, Türkiyeli sosyalistlerle, Kıbrıslı sosyalistler için de kullanılabilir! Çünkü ortada somut olarak, Türkiye sosyalistlerine karşı derin bir “güvensizlik” vardır. Bu güvensizliğin tarihsel, güncel, torik ve pratik nedenleri bu yazının konusu değil. Bir cümle içinde toparlamak gerekirse, güven sorununun temelini, Türkiye sosyalistlerinin enternasyonal görevler bir yana “demokrat” görevlerini pratikte yapamamaları gerçeği oluşturmaktadır. Irak’ın işgali dahil, her konuda belli duyarlılıkları olan Türkiyeli muhaliflerin Kıbrıs söz konusu olduğunda, basın açıklamasının, demeç vermenin ötesine geçememeleri düşündürücüdür. Bu mecalsizlik veya tasarlanmış “politikasızlığın!”, sadece tabulara dokunmanın riski veya “korku” ile açıklanamayacak kadar derin nedenleri olmalı.
1960 Cumhuriyeti
“Bir ara Lefkoşa’dan Boğaz’a gelen bir arkadaş şöyle demişti bana: ‘Lefkoşa’da cümbüş var cümbüş!’ ‘Hayrola’ dedim... ‘- Bakanlıkları paylaşamıyorlar. Hele de İçişleri Bakanlığı galiba vuruşmaya kadar götürecek işi. Herkes, Yorgacis’e bakarak İçişleri Bakanı olmak istiyor. (…) Sen uyursun bunun üstünde. Herkes bir ölçü koymuş hizmete... Kim daha çok adam öldürmüşse o en haklı diyorlar. Onun için Lefkoşa’da sicil tutmaya başladılar. Filan şu kadar, falanca bu kadar adam öldürdü, diye... Ve yazılırken, biri bir ara, ‘yahu filan filanı unutmayın’ deyince ötekisi, ‘beş kişi filana, on kişi de falana yazın bulunsun’ dedi. ‘- Şakanın bu kadarı da yeter yahu! Lefkoşa'dan gelmişken ne var ne yok doğru dürüst söyle...’ (..) ‘- Sen şimdi bulunduğun görevde bulunmamalıymışsın.’ ‘Sebep?’ ‘-Adam öldürmemişsin sen... Adam öldürmeyen böyle bir görevde bulunamazmış.’ ‘- İyi ya, gelsin alsınlar. Kızmaya ne gerek var...’ - Garagözlüğe çevirdiler yeyenim bu işi da. Ve başımıza haller gelecek bu gidişle. Ona kızarım ben…” (Arif Hasan Tahsin, “Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar”).
Bu alıntı Kıbrıs’tan… Öğretmen hareketinin önderliğini yapan ve resmi tarih, resmiyet muhalifi olarak tarihte yerini alan eski bir TMT’ci Arif Hasan Tahsin, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonraki siyasi manzarayı böyle özetliyor hatıralarında. Yani, tarih boyunca ulus devlet olamamış Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar, tarihin emri siyasetin kavliyle, kendi öz güçleri ve iradeleri dışında “ortak cumhuriyet” kurduklarında, işe girme referansının Rum ve Türk öldürmek olduğu bir trajik ortam, bugün her iki toplumda yaşatılmaya çalışılan TMT ve EOKA ruhuyla, adalet korkusuyla yakından ilişkili… Tarih boyunca ulus devlet kuramamış Kıbrıslı Türkler ve Rumlar açısından Kıbrıs Cumhuriyeti ortak bir ulus devlet yaratmaya yöneldi. İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin garantörlüğünde devlet kurulmuştu ama ortada onu sahiplenecek ulus(lar) yoktu. Bu devlet tarihe “yurttaşı olmayan bir cumhuriyet,” yurttaşsız devlet olarak geçti. Makarios, “anlaşmalar bir devlet yaratmıştır bir ulus değil” dediğinde ona ilk katılan “Makarios doğruyu söylüyor” diyen Rauf Denktaş’ın olması ironiktir. Kliridis’in, uğruna ölünecek tek bir yurttaş olmadığı için, Kıbrıs bayrağını dünyanın “en iyi!” bayrağı ilan etmesi de rastlantı değildi. Sözlü tarih çalışmalarımda Kıbrıslı bir Rum’un söylediği, “Bu devlet sanki uzaklarda, Kıbrıs’ın ve Kıbrıslıların dışında bir yerde, kurulmuştu” sözleri de Cumhuriyet’in neden taammüden bozulduğunun da ipuçlarını taşımaktadır.
Bir tür “atama” ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı, ne halklar, ne yurttaşlar, ne de aydınlar düzeyinde bir bağlanma, aidiyet oluşmaması tüm zamanlarda, halkların ortak devlette karşılıklı bağımlılık içinde yaşamalarını değil, sürekli ayrılık üzerine bir siyaset inşa etmelerine de neden oldu. Bu bağlamda Kıbrıs, milliyetçilerin “etnik kimlik” hapishanesine dönüştü. Yakın zamanlara kadar etnisiteyi aşarak, Rumluk veya Türklük üzerinden değil “Kıbrıslılık” üzerinden kimlik edinmek ve ortak devlet/vatan tasavvur etmek suç, ihanet sayıldı. Çünkü, sözcük olarak “bağlanma” anlamına gelen siyasi olarak Yunanistan’a bağlanmayı içeren Enosis ile “Kıbrıslılık” teori ve pratiği iki ayrı siyasi-toplumsal tasavvurdu. Kıbrıs halkları arasındaki farklığın zenginlik değil “düşmanlık” olarak algılandığı, kilise tarafından örgütlenen ve giderek milliyetçiliğin de “siyasi din” olduğu Kıbrıs’ta, Enosis’in, bir tür tanrı buyruğu olarak içselleştirilmesi Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin “kültür ve din” temelli politikalarıyla da ilgilidir. Bu nedenle, 1951’lerden itibaren kendine yer açan, “Bütün insanları, ama en çok da Yunan ulusunu, hür görmek isteyen Tanrı’nın isteğine karşı gelmeyin!” temel söyleminin politik ifadesi olan Enosis ile 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti pratiğiyle çelişmesi doğaldı. Buna, Üçüncü Dünyacı bir kahraman imajı yüklenen gerçekte bağnaz bir Rum milliyetçisi olan, retorik kazındığında anti-Türk ve iflah olmaz bir anti-komünist olan Makarios’un bir toplantıda söylediği, “Kıbrıs’ı örnek bir devlet yapacağız. En büyük tutkumuz, Kıbrıs’ı Tanrı tarafından yönetilen bir ülke, bir Tanrı-devleti yapmaktır” cümlesini de eklersek, sadece tarihi değil, bugünü de okuyabiliriz. Tüm bunlara, Papadopulos’un kiliseyle birlikte sürdürdüğü politikaları, bir Rum anarşist sosyologun, “AKEL laik kilisedir” cümlesiyle birlikte okursak, tarihin belli dönemlerinde kilise ile yarışarak “Enosis yalnızca Enosis” tezi üzerinden politika yapan AKEL’in tarihi hataları ve neden Papadopulos’u başkan seçtirdiği anlaşılabilir.
Öte yandan, Türkiye’ye bağlanma anlamına gelen Taksim tezi için de aynı şey geçerliydi. “Kan ve soy temelli” ırkçı bir kimlik siyaseti güden Türk milliyetçileri açısından da ortak yaşam, tarihen ve siyaseten mümkün değildi. Bu noktada, Rauf Denktaş’ın, “Kıbrıs kültürüymüş, Kıbrıslı Türk’müş, Kıbrıslı Rum’muş, Ortak Cumhuriyetmiş, hepsi boş laflar. Onların Yunanistan’ı bizim de Türkiye’miz varken, neden aynı cumhuriyet çatısı altında yaşayalım? (…) Bazıları yapay olarak Kıbrıslılar varmış, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Rumları varmış gibi kültür edebiyatı yapıyorlar. Kıbrıslı Türk de yoktur Kıbrıslı Rum da, Kıbrıslı da yoktur. Sakın ola ki bizlere ‘Kıbrıslı mısınız?’ diye sormayın. Bu bir hakaret olarak algılanabilir ve yanlış anlamalar çıkabilir. Neden mi? Nedeni Kıbrıs’ta yaşayan bir tek Kıbrıslı vardır, o da Kıbrıs eşeğidir.” cümlesi üzerine düşünmekte yarar var. (13 Kasım 1995 Ortam gazetesinden aktaran Niyazi Kızılyürek, “Doğmamış Bir Devletin Tarihi/ Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”).
1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumlar açısından, siyasetin tarihe haksızlığı olarak algılandı. Eşit olmayan iki halkı eşitlediği için ilk fırsatta bozulmalıdır. Zaten Makarios’un ve EOKA’dan sonra kurulan EOKA-B’nin tarihi fonksiyonu bu noktadan okunabilir. Öte yandan tarihsel ve dinsel olarak Helen milliyetçiliği kendini Enosis ile özdeşleştirdiği için Cumhuriyet Yunanistan ile birleşmeye de engeldir… 1958 çatışmalarından itibaren fiilen Taksim fikrine yoğunlaşan Türkler açısından ise, Cumhuriyet, Taksim planının önünde engeldir. Bu nedenle TMT ve Türk yönetimi de Rumların hatalarını kollayarak cumhuriyeti bozmak için fırsat beklemektedir. Zaten daha sonra 1963 çatışmalarıyla bu fırsat ele geçecek, karışık köylerde yan yana yaşansa da, aynı devlet çatısı altında birlikte yaşamanın olmazsa olmazlarından “ortak bir kamusal alanın cılızlığı,” var olan cılız ortak yaşamın da giderek “korku” (TMT, EOKA) ve rıza ile (din, kültür, Türklük, Rumluk ideolojisi) en aza inecek ve iki toplum bir anlamda fiziki ve moral olarak bölünecektir.
Bugün Kıbrıs sorunu etrafında yapılan tartışmaların, sürekli başa dönerek Kıbrıs Cumhuriyeti’ne odaklanması, milliyetçilerin siyasi-tarihsel bakiye hesaplarını orada yapıp mutlak haklılıklarının sağlamasını yapmaya çalışmaları rastlantı değildir. Kıbrıs Cumhuriyeti aslında, iktidar odaklarının yeniden mevzilenmesinden başka bir şey olamadı. “İkili iktidar” sözünün bile yeterli olmadığı, emperyalist sömürgeciler dahil, legal-illegal pek çok güç odağının kıyasıya mücadele ettiği, küçük bir coğrafyada toplumların kendi içlerine ve dışlarına dönük siyasi cinayetlerin sürdüğü bir siyasal zeminde Cumhuriyet ancak üç yıl dayanabildi. Böylece, 16 Ağustos 1960 günü ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti, Arif Hasan Tahsin’in, “Ama olmadı... Ve bir taraftan özendirilen ve hayıflandırılan Rumlar. Öte yandan biz, canına okuduk Cumhuriyet'in üç yılda...” dediği trajediyi yaşadı. 1963 çatışmalarının ardından Türklerin ortak kurumlardan ayrılmasıyla, tarafların o gün bugün üzerinde siyasal demagoji yaptıkları bir araç olageldi.
1974 travması: Adanın bölünmesi
O kanlı Yazda içimizdeki çığlık şuydu:
“Kaç, tavşan! Ölüm ok gibi fırladı yaydan!/çiğnedi yüreği korkunun ağır tankları!/ kaç, tavşan! İşte gene gökte bir uçak delirdi,/ yerde tetik çeken parmaklar delirdi, kaç, tavşan/ Asker oldu Aşk’ı yazan! Asker oldu aşkı yazan!/ Kaç, tavşan! Kaç! çevrildi sayfası ‘bahar’ın!/ Kaç, tavşan! Sen burda ölürsün!/ Bir keder bombası dönüyor içinde yüreğimin!/ Kaç, tavşan! Gene mayına bastı hayat!/ Kaç, tavşan! kaç, tavşan! Kaç!/ Gene idam kütüğüne yatırdılar ‘yarım barış’ı!” (Fikret Demirağ, Lefkoşa, 1974).
1974 yaz ayında yaşananlar Kıbrıs halkları açısından tarihinin en büyük trajedisi-travmasıdır. 15 Temmuz 1974’te, Nikos Samson’un Makarios’a karşı yaptığı Yunan Cuntası’nın desteklediği darbe, ardından Türkiye’nin “garantörlük” anlaşması gereği, Resmi söylemle “Kıbrıs Barış Harekatı” ile adaya çıkması ve 20 Ağustos’taki ikinci çıkarmadan sonra adanın fiilen bölünmesi, Kıbrıs sorununu bugüne kadar taşıyan en büyük toplumsal-siyasi ve insani kırılmadır. Aslında 1974 ve onu oluşturan nedenlerle Kıbrıs sorunu arasında doğrudan ilişki söz konusudur. Kıbrıslırumlar için, 1974, Birinci Paylaşım Savaşı’ndaki “Küçük Asya yenilgisi”nden sonra tarihsel bilinçlerinde yaşadıkları (ve yıllardır bilinçaltlarında yaşattıkları) büyük bir siyasi yenilgi, travmaydı. Kıbrıslırumlar o gün bugün, Enosis ideallerini suya düşüren ve adanın Yunanistan’a bağlanmasıyla değil, fiilen bölünmesiyle ve Türkiye ordusunun yerleşmesiyle son bulan bu sürecin neden ve sonuçlarıyla bir bütün olarak yüzleşemedi. Tersine, toplumsal-kişisel trajedilerini “işgalci” olarak nitelendirdikleri Türkiye’ye karşı toplumsal bilinçaltında büyük bir öfke (ama aynı zamanda çaresizlik) biriktirerek yaşadılar. “İşgal,” “ilhak” gibi kavramların Kıbrıs özelinde tarihsel-siyasal anlamlarının tartışılmasından bağımsız olarak söylersek, Rumlar “işgal” sözcüğü etrafında bir retorik oluşturarak, bu kavramın gölgesinde kendi tarihleri ve hataları ile yüzleşmekten sürekli kaçındılar. 1974’te olanların, adanın bölünmesinin ve Türkiye’nin çıkarma yapmasına neden olan suçun ilk yıllarda Yunan Cuntasına ve Samson ekibine de yüklenmesi Enosisci ve ırkçı Helen milliyetçiliğinden görece uzaklaşmayı ve Kıbrıslılığa, “Ortak Anavatan Kıbrıs” fikrine doğru yönelmeyi getirdiyse de bu politikada yönlendirici güç olmadı, olamadı. Politika sosyolojisi açısından ise, Kıbrıslırumlar 1974 ile toplumsal ve kişisel olarak, “ötekinin acısını” da tanıma eğilimi içine girdiler. Tarih boyunca sadece kendi acıları, varlıkları ve mutlak haklılıkları üzerinden bir tarih-siyaset kurmaya çalışan Rumların, özellikle 1963-67 yıllarında Türklerin yaşadıkları acılar ve mağduriyetler üzerine düşünmeye başlamaları genel siyasal bir yüzleşme olmasa da önemli bir gelişme, kırılma eğilimi olarak yaşandı. Zaten bu yüzleşme, “Türklerin acılarına bakmak” ve varlıklarını anlamaya çalışmak sorunsalı daha sonraki barış ve çözüm görüşmelerini zorlayan partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve sanatçı ve kadın inisiyatiflerinin de temel motivasyonu oldu.
Kıbrıslıtürkler açısından ise, 1974 her şeyden önce başlangıçta Samson darbesinin Türklere de yönelmesi ihtimaline karşı bir çaresizlik, var olduğu kadarıyla öz savunma psikolojisi ve hazırlığı olarak gelişti. “İşgal,” “(Mutlu) Barış Harekatı,” kavramlarının hangisinin doğru veya yanlış olduğundan bağımsız, objektif olarak şu söylenebilir; Türkiye’nin adaya birinci ve ikinci çıkışı, “garantörlükten” kaynaklanan uluslararası yasal hakkın ötesinde genel olarak Kıbrıslıtürklerin siyasal ve toplumsal vicdanlarında “meşru” bir harekat olarak kabul gördü. Türkiye’nin adaya çıkarmasını Kıbrıslı Türklerin sevinçle karşılamaları, sadece “can güvenliği” bağlamında okunamaz. Her ne kadar 1958’de (bir görüşe göre 1957) Ankara’nın taammüdüyle kurulan TMT’nin (Türk Mukavemet Teşkilatı) örgütlenmesi içinde, “Türkiyeli Türkler,” “Kıbrıslı Türkler” çelişkisi yaşansa da, toplum olarak Türkiye ile ilişkilerin genel olarak “normal” seyrettiği, 1974’e kadar çok ciddi siyasal-toplumsal kırılmaların yaşanmadığı, tersine kritik eşiklerde, Türkiye’nin yardıma gelmeyişine ilişkin hayal kırıklıklarının yaşandığı, böyle bir kurtarıcı “anavatan” imgesinin, kültürünün “Taksim” planına bağlı olarak güçlü bir kabullenme olduğu söylenmelidir. (TMT içinde, Türkiye’nin işleri yoluna koyduktan sonra, inisiyatifi tümüyle Kıbrıslı Türklere bırakıp adadan çekileceğine, çekilmesine dair bir siyasi tartışma ve çatışmanın olduğu biliniyor. Sürecin, Kıbrıslı Türklerin ada üzerinde temel inisiyatif kuramadığı, temel özne olmasına izin verilmeyen, adalı Türklere reva görülen açık ve gizli zorun yürürlükte olduğu, polis, merkez bankası vb. gibi bazı kuruluşların direkt Ankara’ya bağlılığının ortaya çıkardığı tarihsel-siyasal gerilim Kıbrıslı Türkler lehine çözülmüş değil. Öte yandan, “Gelen Türk, giden Türk” politikasıyla açık ve gizli vatandaşlık operasyonlarıyla Kuzey’e Türkiye’den siyaseten Türk taşınmasıyla Kıbrıslı Türklerin nüfus olarak da neredeyse azınlığa düştüğü bir politikayla taçlandırıldığı ortada).
Türkiye’nin ilişkilerinin, adadaki varlığının giderek daha boyutlu tartışılmaya başlaması, ordunun adadan çıkmasının Kıbrıslı Türklerin çıkarına olduğuna dair bir siyasi kültürün ortaya çıkardığı çatışma bugünkü siyasetin gerçeklerinden biridir. 1967-74 arasında Kıbrıs Türk toplumundaki yeni siyasal dinamiklerle, paramiliter gizli bir örgütlenme olan TMT içindeki askeri çatışmalar bir kenara, 1974’lere kadar Öğretmen Hareketi’nin ve 1968 kuşağının Türkiye’de okumuş Kıbrıslı öğrencilerin bazı çıkışları, resmiyete temel itirazları, “kurtarıcı anavatan” imgesiyle çatışarak yeni arayışların işaretleri olarak okunabilir… Ama, 1974’ün belki de siyaset sosyolojisi açısından en önemli özelliği, adanın Kuzey’inde, Rum mallarından oluşan ve “ganimet” olarak adlandırılan rantiye bir hayatın ortaya çıkmasının milliyetçili güçlendirdiğidir. Türkiye’yi arkasına alan çözüm karşıtı milliyetçi partilerin tümünün üzerinde yükseldiği bu “ekonomi dışı zorun sağladığı” rantiye zemin, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün temel dinamiklerinden biridir. Bir bütün olarak Kıbrıs’ta, işçi sınıfının cılızlığı, sömürme-sömürülmeye dayalı politikaların, çatışma ikliminde tali kaldığı ve giderek sönümlendiği, güncel hayatın kimlik, barış, çözüm politikalarına sıkışması sonucu sosyalist kavramlarla düşünmenin, bu temel sorunların sosyalizm perspektifiyle de ele alınmasının rafa kaldırılmasını birlikte getirdi. Buna bazı sosyalist sektörlerin, “Sosyalizm her şeyi çözecek!” indirgemeci yaklaşımı da eklenince, hem düşünsel, hem pratik planda sosyalizm değer kaybederek, sosyalistlerin toplumda tuttuğu yer giderek en aza indi. Eğer Kıbrıs sorununun çözümsüzlük dinamikleri üzerine ciddi bir tarihi araştırma yapılacaksa, bunun çok temelde, milliyetçiliğin, emperyalist müdahalelerin yarattığı travmaların yanı sıra, mülkiyet ideolojisi, sömürü (emek-sermaye), ezme-ezilme (kadın-erkek) ile ilişkili olduğu bilinmelidir. Bu zemin, sosyalistler açısından olmazsa olmaz bir zemindir. Sosyalistler, kimlik, barış, çözüm, eşitlik ve adalet gibi kavramların ortaya çıkardığı pratikleri, toplumsal dinamikleri, psikolojik şekillenmeleri küçümsemeden, onların içinde yer alarak ama, sosyalizm ile bunlar arasında diyalektik bir ilişki kurarak yeniden ayağa kalkma şansını uzun erimde yakalayabilirler.
Provokasyonlar ülkesi olarak Kıbrıs
“Limasol'da enteresan işler oluyordu. Bir gün bir Türk vurulur, ertesi gün de bir Rum. Her birisi vurulduğunda da ‘örfi idare’ konurdu kasabalara. Ve, sokağa çıkma yasağı kaldırıldı mıydı, öldürme sırası kimde idiyse, öldürüverirdi ötekisini... Türk öldürücü kim idiyse, öldürdüklerini tek mermiyle öldürürdü her seferinde... Ve, 38’lik toplu (tekerlekli) bir tabancaydı kullandığı silah... Öyle diyordu radyo her seferinde... Belki 'adam öldüren de merak edilir mi?’ denecek ama, ben, bu her seferinde tek mermiyle adam öldüreni merak etmiştim epey zaman... Aslında şimdi de anımsadıkça merak ederim ‘bu adam nasıl bir adam?’ diye... Bir ara, yine 7 Haziran 1958 sonrasında, Kaymaklı Polis Karakolu’nun hemen ilersindeki Rum kahvehanesine baskın yapan TMT’li ekibin içinde yer alan ünlü bir ‘vurucu’ya sormuştum Limasol’da tek mermi ile adam öldüreni... Ve, aslında tanıştıracaktı da bizi ama, olmadı... Şimdi de sağ mıdır, değil midir veya bu ülkede midir de bilmiyorum. Ve, ünlü ‘vurucu’ arkadaş şöyle demişti Limasollu için: ‘Çok böyük bir suikastçidir be arkadaş...’ Aslında, iki türlü merak ederim bu ve bunun gibi insanları... Ama, şimdiki merakım şu: Aç mıdırlar, tok mudurlar?” (Arif Hasan Tahsin. Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yere Varamazlar).
Kıbrıs bir provokasyonlar ülkesidir. Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan, İngiltere, ABD derin devletlerin ve TMT, EOKA gibi yan örgütlenmelerin rahle-i tedris ettiği bir ülke… Özellikle Lübnan İçi Savaşı sonrasında, derin devletlerin adada yoğunlaştığı, siyasal çalışmalar bir yana, eroin ticareti ve kara para aklama işlerinin trafiğini de yönettiği bilinir. Bizim konumuz olan Kıbrıs sorunu açısından, daha İngiliz sömürge döneminden beri derin devlet ve derin işler pratiklerinin bu küçük adada yoğunlaşması, adanın bir provokasyon olmasının da nedenlerinden biridir. Ömerge ve Bayraktar camilerine atılan bombalar, TMT’nin Türk nüfusu içinde, EOKA’nın Rumlara arasında taammüden “Casus, hain!” ilan ederek öldürdükleri ve günümüzde hâlâ aklanmalarına izin verilmeyen ilerici, demokrat, sosyalist insanlar… İngiliz gizil servisinin, her iki örgütlenme içindeki provokasyon çalışmaları. Aynı servisin, Kıbrıslı Türkleri ve Rumları birbirlerine düşürmek için örgütledikleri olaylar… Bugün özellikle Türkçe’ye yeni çevrilen, “EOKA: Karanlık Yön” kitabından anladığımız kadarıyla, İngiliz servislerinin bu örgüt içinde çok yoğun çalıştığı ve pek çok provokasyonu bizzat örgütlediği gerçeğidir.
İşleyişe ilişkin küçük bir örnekle devam edelim: 7 Haziran 1958 akşamı Lefkoşa’daki Türk Haberler Merkezi’ne bomba konur. Çatışmalar başlar ve 13 Kıbrıslı ölür. Türk ve Rum kesimleri tellerle ikiye bölünür. Türk Haber Merkezi'ne konan bombayla ilgili kanıtlar, bombanın Türkler tarafından konduğu doğrultusundadır. Buna rağmen Türkiye ertesi gün önlem almadığı gerekçesiyle İngiltere’yi protesto eder. Rauf Denktaş bu fiili överken provokasyonu ifşa eder: “1958 Haziran olaylarının Türkiye tarafından tertiplendiği iddiası mesnetsiz bir iftiradır. Fakat bunu Kıbrıslı liderlerin emrivakileriyle Türkiye'yi harekete geçirmek istemelerinin bir misali olarak görenler ‘Aman, aynı şeyi yine yapmasınlar’ korkusu ile, 1960-63 devresinde her söylediğimizi şüphe ile karşılayacak ve bize inisiyatif adına hiçbir şey bırakmayacaklardı. Bu yanlış teşhisin cezasını da 1963-65 yıllarında milletçe çekecektik... Herhangi bir Rum istedikten sonra buraya bomba koyabilirdi. Cemaati harekete geçirmek isteyen herhangi bir Türk de bunu yapabilirdi.... Bomba olayından bizim haberimiz ve bu olayda bir duhulümüz asla yoktur. O günler heyecanlı günlerdi sık sık Türkler öldürülmekteydi. Gerilim yüksekti. İngilizlerin bir ‘oyun yaparak’ Taksim'den vazgeçmelerinden korkanlar vardı. Bombayı kim koymuşsa koymuştu.” (Aktaran Ahmet An, Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar, R. Denktaş. Milliyet Gazetesi. Kıbrıs Cumhuriyeti Nasıl Kuruldu?)
İngiliz ITV Granada televizyonu tarafından hazırlanan ve 5 Temmuz 1984 akşamı BRT (Bayrak Radyo Televizyon) tarafından da gösterilen “Kıbrıs: Britanya'nın Hazin Mirası” adlı belgeselde Denktaş, bombayı koyanın “kendisine çok yakın bir arkadaşı olduğunu” açıklar. Bombayı patlatmaktaki amaç, “o dönemde Kıbrıslı Türklerin siyasi tansiyonunu yükseltmektir.” (a.g.e. s. 86) Denktaş, Kıbrıs Postası yazarlarından Şener Levent'e de şöyle der: "...dolayısıyla Enformasyon Bürosu'na bomba atıldığı an 'Rumlar yaptı' inancının derhal yayılacağı aşikardı. Netekim de öyle oldu....” (Aktaran Ahmet An. a.g.e. s.86).
Ve “cami bombalanmaları” da bir Kıbrıs provokasyon klasiğidir. 24-25 Mart 1962 gecesi Lefkoşa’daki Bayraktar ve Ömerge camilerine bomba yerleştirilir. Günün gecesi Cumhuriyet gazetesinin sahibi ve yazarları olan Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Mustafa Hikmet öldürülür... Kıbrıs’ta olup bitenleri açığa çıkarmak için, “Aynı Yolu Yürüyenler Ayrı Yere Varamazlar” isimli anı-tarih çalışmasıyla gizlenen gerçeklerin kapısını aralayan öğretmen ve gazeteci, Arif Hasan Tahsin’in başına gelenler ise tecrit ve cezaevidir.. Kıbrıslılığı savunan dönemin Yeni Kıbrıs Partisi’nin kurşunlanması, genel başkanı Alpay Durduran’ın ve sosyalist muhaliflerden Hürrem Tulga’nın otomobilinin bombalanması aynı zincirin halkalarıdır. Denktaş’ın eski mesai arkadaşı, “sır katiplerinden” gazeteci Kutlu Adalı’nın, yolları ayrılınca ve Kıbrıslılık-barış üzerine muhalif yazılar yazmaya başlayınca, 6 Temmuz 1996 tarihinde “faili meşhur” bir siyasal cinayetle öldürülmesi, Avrupa ve sonrasında Afrika gazetesinin başına gelenler, Şener Levent’in ve bir arkadaşının “casus!” diye tutuklanmaları, şimdiki Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın konutunun bombalanması vb. provokasyonlar adada zorun tuttuğu yeri göstermektedir. Henüz kesin dökümler ortaya çıkmasa da, ilginç bir başka olgudan da söz etmeliyiz. İngiliz sömürgecilere karşı mücadele temelinde kendini tarif eden, bir aşamadan sonra Türklere karşı da mücadele eden EOKA’nın öldürdüğü Rum sayısı neredeyse Türklerden fazladır. Tersinden EOKA’ya ve Rumlara karşı mücadele için kurulan TMT’nin öldürdüğü Türk sayısının neredeyse Rumlardan fazla oluşu, “iç düşman”, “hain!” kategorilerinin ne denli acımasız işletildiği okumak açısından çarpıcı bir Kıbrıs klasiğidir.
Edebiyat eleştirmeni Orhan Koçak’ın, Diyarbakır Sanat Merkezi’inde sunduğu “Tragedya ve Adalet” tebliğinden bir cümleyle Dünya’yı, Türkiye’yi ve Kıbrıs’ı düşünerek, bu bölümü noktalayalım: “Trajik dediğimizde zihnimizde bulanık bir biçimde canlanan ve aslında bütün büyük tragedya yapıtlarının içerdiği bazı şeylere bakalım: Şiddetli, kavurucu ruhsal acı var; kader veya alınyazısı nosyonları var; kozmik ya da ilahi yasalar ve bunları çiğnemeye yeltenen bireyler var; bir yanda yüksek ihtirasları ve idealleriyle öte yanda intikamcı ve kısıtlayıcı tanrılar arasında sıkışan ve parçalanan kahramanlar, çok da anlayamadıkları birtakım güçler ve yasalara kurban edilen kahramanlar var; erdemli insanların bir anda canavara dönüşmesi, talihlerin birden bire ters dönmesi var; kirlenme ve arınma var.” Tarihin düzüne dönerek, “ödleriyle öten kuşlar gibi” olan dünyanın, adalet ve barış dünyası olması için alternatif politikalar üretmek, egemenlerin zoruna teslim olmamak gerekiyor.
“Adalet korkusu” ve Kıbrıs
“Adalet, kendi karşıtından, haksızlıktan bağımsız olarak düşünülemez. Hatta adaletsizlik adaletten önce gelir. Adalet dediğimizde, daha önce bir adaletsizliğin gerçekleşmiş olduğunu varsayarız. En soyut terimlerle tarif edersek, bazı haklar çiğnenmiş, evrenin veya tanrıların yasaları ihlal edilmiştir ve adalet de bu ihlalin düzeltilmesidir. En azından her zaman bir adaletsizlik ihtimali olmalıdır ki, buna karşı bazı kurallar, bazı yaptırımlar getirilmiş olsun…” Orhan Koçak
Şimdi, çok somut olarak, bu cümlelerle Kıbrıs’a ilişkin tarihsel ve güncel hayatları gözümüzün önüne getirelim: 1958 çatışmaları ve adalet… 1960, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve adalet… 1963 çatışmaları ve adalet… 1974 Kıbrıs’ın bölünmesi ve adalet… 2005 referandum ve adalet… Bu örneklerin her iki toplumda çözüm ve barış yolunu açacak köklü bir yüzleşme ve adalet duygusu yarattığı söylenemez. Milliyetçi şiddetin bütün zamanlarda, Kıbrıslıların yaşamını belirlediğini anlamak, tragedyaların “insan yaşamının en temel gerçeğine yok edici şiddete bakıyor” oluşu gerçeğini hesaba katarak anlaşılabilir. Bu bakımdan Kıbrıs’ın özellikle de 1955’lerden sonraki tarihine (tragedyalardan da esinlenerek), “Başlangıçta milliyetçi şiddet vardı” diye de bakabiliriz. (Komşudan iyilik almaya gidilen dönemleri unutmadan… Ama, Arif Hasan Tahsin’in kitaplarında sıkça altı çizilen, Kıbrıslı Rumların kiliseden döndükleri pazar günleri, altı gün birlikte oldukları Türklerle ilişkilerini bir günlüğüne “askıya” almalarının tarihi, dini, sosyolojik nedenlerini de unutmadan… Aynı takımda futbol oynayan iki arkadaşın, EOKA, TMT karşıtlığı içinde düşman olarak karşı karşıya gelip savaştıklarını unutmadan… 16 yaşındaki oğlunun biri EOKA-B’ci tarafından öldürülen, diğer oğlu 15 Temmuz 1974 günü Türkler tarafından öldürülen Papa Lazoros gibi tüm acısına rağmen kinini halklara değil emperyalistlere yönelten bir AKEL üyesi “Kızıl papaz” gibilerini de unutmadan… Rum arkadaşlarımı utandırırım diyerek Mücahit elbisesi giymeyen, bir Rum’a, karşılık bir Türk’ün, bir Türk’e karşılık bir Rum’un öldürüldüğü dönemlerde, en yakın Türk ve Rum arkadaşlarını kaybeden, 1967’de evine Rum mevzilerinden atılan havanla udu ölen, taş plakları ağır yaralanan, “bu savaş benim savaşım değil!” diyerek seksen yaşına direk dayayan, 1974’ten sonra Akdeniz kirletildi diyerek denize girmeyen, tavır olarak ut çalmayan Aytotorolu Salih’i unutmadan… Annesine, sınıra ilk gidişinde, kendisi gibi Rum çocukları görünce, annesine “Bana bir Rum kardeş doğurabilir misin” diyen sekiz yaşlarındaki Kıbrıslı Türk çocuğun, cümlesindeki kıssadan hisseleri unutmadan… Sınırda, milliyetçilerin adını “Yiğitler Burcu Parkı” olarak değiştirdiği mekanda, bir yandan örgü örerken öte yandan, Güney’deki Rumlara eski komşuluklar hatırına el sallayan, “Anneleri aynı güneşe çamaşır serip kurutanlar düşman olamazlar” diyen Kıbrıslı Türk nineyi unutmadan…).
Milliyetçi çatışmalarla şekillenmiş toplumların tarihsel-siyasi suçlarıyla yüzleşmeleri hep sorun olageldi. Toplumların ve bireylerin geçmişleriyle yüzleşememe hali, genel olarak dünyanın özel olarak tüm sömürge ülkelerin ortak sorunu. Milliyetçi çatışma pratiklerinin en özgün deneyimini yaşayan Kıbrıs’ta da “adalet ve yüzleşme korkusu” sürüyor. (Meraklısı için not: Kıbrıslı şairlerin (Türk, Rum) şiirleri yüzleşme ve adalet bağlamında da okunabilir). Bu hal, barış ve çözüm sürecine engel olmanın ötesinde, yeni bir Kıbrıs imgesinin oluşumuna da olanak tanımıyor. Emperyalistlerin örgütlediği ve yerli işbirlikçileri üzerinden gerçekleştirdikleri milliyetçi çatışmaların ortaya çıkardığı durumla yüzleşip bunu bir insanlık tecrübesine dönüştürmek Kıbrıslıların önünde duruyor. Son yıllardaki tarih ilgisine bakarak, gidiş-gelişlerin görece rahatlamasından sonra “Kıbrıs’ın içinin açıldığından, adalıların suskunluklarını kırarak konuşmaya başladıklarından ve belli bir yüzleşme süreci başladığından” söz edilebilirse de hem toplumsal, hem de siyasal düzeyde “tarih ve adalet korkusunun” sürdüğü açık. Adalıların, toplumsal ve kişisel tarihleriyle yüzleşerek acılarıyla, travmalarıyla baş etme biçimleri olarak işlevsel mekanizmalar geliştiremedikleri ortada. Yüzleşmek, sorunu ilk elden “Tarihe bak anlarsın?” cümlesini akla getiriyorsa da, Kıbrıs halklarına reva görülen milliyetçi travmaları anlamak, anlamlandırmak için geçmişe başka bir tarihsel siyasi perspektifle bakarak, tarihin, insanın ve coğrafyanın içini açmak gerekiyor. Ne ki insanın içini açmak onu sadece politik özne olarak kavramak değildir, tersine Marx’ın, “İnsana dair hiçbir şey bize yabancı değildir” cümlesindeki ana fikir üzerinden sürekli bir yüzleşme çabası dünyada, Türkiye’de olduğu gibi Kıbrıs’ta da temel sorunlardan biridir. Bu ise ilk ve son tahlilde, sistemin dışına çıkarak söylemeyi ve eylemeyi, resmi tarihle ve tabularla yüzleşmenin risklerini “göze almayı” gerektiren bir fiildir. Sistemi demokratikleştirecek çabaların kıymetini bilerek ama bunun ötesine geçerek söylemek gerekirse, iki tarafın milliyetçilerinin ve egemenlerinin, sömürgeci devletlerin yüzüne karşı konuşmak için resmi tarihin dışında bir tarih teorisine ihtiyaç var. Kıbrıs, yıllardır “örgütlenmiş suskunluk!” ülkesi gibiyse, siyasetteki söz fazlalığı bu suskunluğu yeniden üretiyorsa, içe konuşma, sırlarını mezara kadar taşıma hali sürüyorsa, muhalifler, travmalarıyla baş etmek için anlatmaya kendilerinden ve yakınlarından başlayarak inisiyatif almak yerine, tarih boyunca suçlu olan egemenlerin ve çatışmalarda temel rol oynamış bazıları “kahramanlaştırılmış” aktörlerin konuşmasını bekliyorlarsa, ortada ciddi bir sorun var demektir. Kıbrıs sorunu, sadece siyaseten çözülemeyecek kadar karmaşık bir adalet, vicdan, yüzleşme sorunudur. Yıllar süren siyasi görüşmelerin halklarda ayrı bir travma olarak yaşandığı Kıbrıs’ta, siyasetin ötesinde, halkları, kişileri yüzleşmeye örgütleyecek sivil inisiyatifin, politik dinamiğin olmayışı Türk ve Rum egemenler açısından verili durumun devamı, “kötülük toplumu”nun, yüzleşmeme halinin sürmesi, milliyetçilerin her iki tarafta örgütlediği “güvensizliğin” kabul görerek statünün devam etmesi anlamına geliyor. Her iki tarafta, politik olarak öğretilmiş bir “susma eğitiminin” gözle görülür sonucu, iç kanama ve adaletsizlik ve giderek; Deluze’nin “Kendi dilinde bir yabancı gibi konuşmak” diye tanımladığı durumun kalıcılaşmasıdır.
Aslında yüzleşememe hali (ne yazık ki, “eleştiri özeleştiri” kavramına karşın sosyalistler de için de), bir dünya tarihsel sorunudur. “Bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur” cümlesinin sahibi ünlü düşünür Thedor Adorno, 1959 sonbaharında “Geçmişin işlenmesi ne demektir” başlıklı önemli bir makale yazmıştı. Adorno’nun kaygısı, “geçmişin işlenmesi” başlığı altında, Alman toplumunun kendi geçmişiyle yüzleşmesi yerine, faşizmin, ırkçılığın sorunlarını bir oldu bittiye getirerek, meşrulaştırmasına itirazdı. Faşizmin, faşistlerin ve hatta mağdurların “ama… fakat…lakin” diyerek bir süreci aklamalarına entelektüel bir etikle itiraz ediyordu. Çünkü toplumun “belleksizlik örgütlenmesi” karşısında, bir muhalifin işaret parmağıyla sorunu gündeme getirmesi gerekiyordu. Almanya’da faşizmin siyasi cinayetleriyle, katliamlarla yüzleşmek ve adalet duygusunu yeniden inşa etmek gerekirken, “sözlü tarih çalışmalarında,” anlatılarda mağdurlar tarafından bile bazen egemenlerin, zalimlerin diliyle konuşulması, açık olarak geçmişi “unutma/unutturma” pratiği asla kabul edilemezdi. Çünkü, faşizmin tarihsel ve siyasal kötülüğünün neden ve sonuçlarıyla esastan ve usulden yüzleşmek gerekiyordu. Faşizmin askeri-politik olarak yenilmişti ama onu var eden kapitalizm varlığını sürdürüyordu, dahası faşizmin kitle temelini oluşturan binlerce Alman yaşıyordu. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonraki on yıl içinde, faşizmin ve her türlü milliyetçiliğin kötülüklerini unutma ve unutturma biçimlerinin gündeme gelmesi bir rastlantı değildi. Adorno’nun kaygısında ne kadar haklı olduğu, milliyetçi çatışmalarla politik ve toplumsal travmalar yaşayan bütün ülkelerin benzer pratikler yaşamasıyla kanıtlandı. Adorno’ya göre sorun, “bir türlü ıslah olamayanların” yeniden kötülük üretmeleri ve siyasal iktidar talep etmelerinden de çok daha derindeydi. Bir toplumun/ulusun/kişinin kendi suçuyla veya tarihsel-siyasal cürümleriyle, kötülükleriyle yüzleşememesinin o toplumun muhalifleri arasında bile az da olsa karşılık bulması şaşırtıcıydı. Adorno’nun Almanya özelinde incelediği, “faşizmin siyasal suçları unutturma kampanyası,” her ülke/ulus/kişi için benzerlikler içeren şeydir. Faşizmin ve her türlü milliyetçiliğin kitle katliamlarının, susarak veya resmi tarihin içinden konuşup “hafifletici nedenler” bularak aklanması sadece egemenlerin ideolojik ve siyasi hegemonya değil mağdurlara da öğrettiği bir kültürdür. Mağdurun, mazlumun, celladını güzellemesi veya aklama çabası politikanın ötesinde, sosyal psikolojinin de inceleme alanıdır. 1945 Nüremberg Duruşmaları’nda faşizmin bir insanlık suçu olarak yargılanması ve bunun dünyaya ilan edilmesi elbette bir gelişmeydi ama, aradan on yıl geçmeden onu aklama mekanizmalarının işlemesi, süreç içinde partilerin bu işlevi kerte kerte üstlenmeleri de bir başka gelişmeydi. Nazi mağdurlarının anıları, sözlü tarih çalışmaları incelendiğinde toplu sürgünler kitle kıyımlarıyla ilgili olarak “hafifletici ifadelerin” çokluğu bir unutturma söylemi/dili oluşturduğunu görülüyorsa, ortada diğer uluslar tarafından da öğrenilen bir sorun var demektir. Susmak, olaylardan, cinayetlerden haberdar olmadığını söylemek, siyasal, kişisel kaygı ve korku ile bir yere kadar cümle kurarak esasta tarihle yüzleşememek en yaygın davranışlardandır.
O halde, her türlü milliyetçiliğin-ırkçılığın, kötülükleri, siyasi cinayetleri, kayıpları, tecavüzleri unutma ve unutturma biçimleriyle mücadelenin aciliyeti ortada. Tarihsel sicillerin “zorunlu kötülük” olarak teorize edilerek toplumsal ve kişisel vicdanda, halkların vicdanlarında aklanmadan silinmesi, sanıkların siyasi-hukuki olarak aklanmasına karşı bir başka etiğin oluşması dışında bir seçenek yok. Bu nedenle, Türkiye ve Kıbrıs gibi ülkelerde, açık ve gizli olarak sürdürülen geçmiş “siyasal suçları unutturma kampanyaları” halklar arasındaki barış ve adaleti berhava ediyor. Geçmişin suçlarının aklama mekanizmalarının mağdurlara veya mağdurlar adına hareket eden siyasal partilere öğretilmesi ise işin bir başka trajik boyutu. Şu günlerde özel olarak yeni bir ırkçı dalganın eşiğinde olan Türkiye’de, bu dalganın üç “kutsal!” sacayağının, Kürtler, azınlıklar ve Kıbrıs sorunu olduğu hatırlandığında, yazgılarımızın birbiriyle ne kadar ilişkili olduğu anlaşılabilir. Türkiye’nin resmi tarihle yüzleşmemekte ısrarı, milliyetçiliğin kurucu söz ve pratiklerinin Kıbrıs’ta da yeniden üretilmesi, birbirini tetikleyen neden-sonuç ilişkilerinin ortasında oluşumuz, muhaliflerin her zamankinden daha çok her ülkede benzerlerini aramalarını ihtiyaç kılıyor. İnsanlık tarihinin, binlerce yılın sonunda ırkçılık-milliyetçilik eşiğinde kilitlendiği düşünüldüğünde, Türkiye’de üretilen her yanlışın, Kıbrıs’ta da yeniden üretildiği düşünüldüğünde bölge halkları arasında organik bir ilişkinin dışında çözüm şansımız yok.
Sınıf mücadeleleri tarihi olan insanlık tarihi, bir başka yanıyla “adalet ve özgürlük” arayışı tarihidir. “Adalet” kavramının sosyalist ve burjuva içeriği bir yana, insanlık, kapitalist adaletin ürettiği adaletsizlikler içinde çırpınmakta. İnsanlığın dünya tarihsel planda ırkçı-milliyetçi bir eşikte kapitalist-emperyalist kıyametini yaşadığını düşünürsek, ulus devletlerin adaletinin, içerde “iç düşman hainlere!”, dışarıda ise ezeli ve ebedi düşmanlara yönelik bir sistem oluşturduğu söylenebilir. Bunun pratikteki anlamı, ulus devletlerin ve ona biat etmiş partilerin, bireylerin “adalet korkusu” içinde oldukları gerçeğidir. Burada “adalet” kavramına yüklenen anlam verili “hukuk,” “suç ve ceza” mekanizmalarının ötesinde etik bir başka adaletin mümkün ve değerli olduğuna dair bir vurgudur. Öte yandan, kişisel-toplumsal vicdan muhasebesinin ortaya çıkardığı adalet duygusunun, mahkemelerde oluşan adaletten daha kıymetli ve işlevsel olduğunun altı çizilmelidir. Bu nedenle, adalet korkusu ve yüzleşme deyince aklıma faşizmin yargılandığı “Nüremberg Mahkemesi,” 1967 yılında Vietnam Savaşı’nda ABD’nin işlediği savaş suçlarını ortaya çıkarıp teşhir etmek ve dünya halklarının vicdanlarında mahkum etmek için kurulan, Jan Paul Sartre’ın başkan olduğu, Türkiye’den de M. Ali Aybar’ın hakim olarak katıldığı “Bertrand Russell Mahkemesi,” bu deneyimden yararlanarak kurulan, Irak’a karşı ABD işgalinin yasadışı, ahlâkdışı olduğu bunun arkasındaki ideolojiyi, işlenen suçları kayda geçirme, teşhir etme ve bu yolla savaşa karşı muhalefeti küresel düzeyde yükseltme ihtiyacından doğan “Irak Dünya Mahkemesi” gibi deneyimler akla geliyor. Ama daha önemlisi, sosyalist bir perspektifi unutmadan, Güney Afrika’da yaşanan ırkçılığın katliamlarla sonuçlanan travmalarıyla baş edip, herkesin çatışmalar sırasında suçlarıyla yüzleşmesini öngören zalimlerin ve mazlumların tanıklıklarına, anlatılarına dayalı “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları” gibi deneylerin Türkiye ve Kıbrıs gibi ülkelerde bilinmesi ve tartışılması gerekiyor.
Resmi tarihiyle yüzleşemeyen Türkiye’nin içinin açılmasıyla, Kıbrıs’ın içinin açılması arasındaki siyasal-toplumsal ilişki yaşamsaldır… Evet, Türkiye’nin içi açılmamıştır… Evet, Kıbrıs’ın içi açılmamıştır… Evet, tarihin ve coğrafyanın içi açılmamıştır… Evet, yeraltının ve yerüstünün içi açılmamıştır. Evet, insanın içi açılmamıştır… Dünyanın tüm ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta muhalif olmak, adalet korkusuyla yüzleşip tarihin içinin açılmasına katkıda bulunmak demektir. Bunun için, hükümetler, devletler, partiler dışı, sivil “vicdan jürileri” veya başka yüzleşme pratikleri hemen şimdi düşbaşı yapmalıdır…
“Sır toplumu” olarak Kıbrıs
“Suçları unutmamalı, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Suçluların ilk işi bunları yok etmektir zaten. Çünkü bu efendiler yalnızca masum katletmezler, hafızayı da maktul ederler. Yeni dünya tiranlığına karşı yükselen muhalefete ilham vermesi için bu kayıtların tutulması şart. Bu aşırı silahlanmış tiranlar askeri ya da iktisadi her savaşı kazanabilirler. Ama kaybettikleri bir savaş var ki, ismine kendileri ‘İletişim Savaşı’ diyorlar. Dünya kamuoyunun desteğini kazanamıyorlar. Gitgide daha çok insan ‘hayır!” diyor. Sonuçta bu, yenilgileri, tiranlıklarının sonu olacak. Ama bu son daha kaç trajedi, istila ve felaketten sonra gelecek? Daha ne kadar yoksullaştıracaklar bizi? İşte kayıt tutmanın, muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan ‘hayır’ diyecek. Çünkü, bugün korumaya niyetli olduğumuz ve sevdiğimiz her şeye ‘evet!’ demenin tek önkoşulu bu…”
(John Berger’in Irak Dünya Mahkemesi’ne gönderdiği metin).
Bir insanın, ulusun veya toplumsal olarak oluşmuş bir kümenin tarihiyle hesaplaşması, sırlar(ıy)la da hesaplaşmasıdır. Milliyetçi-şoven teori ve pratikler, “adalet ve tarih korkusu” ile malul olduklarından, varoluşlarını tarihi ve siyasi “kara kutular” üzerine kurarlar. En açık devletin, demokrasinin aynı zamanda derin ve kapalı olduğunu biliyoruz. Devletlerin aynı zamanda “sır tarihi” ve “sır örgütlenmeleri” olarak günümüzde gladyolarla da varlıklarını sürdürmeleri rastlantı değildir. “Açıklık,” “modern”lik “küresel kurtuluş,” “demokrasi” gibi kapitalist-emperyalist masallar sadece sömürünün değil, zulmün, katliamların da gizlenmesinin ideolojik aygıtları olarak işlemektedir. Devletlerin ve orduların, gladyoların yanı sıra insanın da “sır katibi” haline getirilmesi, milliyetçi suçlara yardım ve yataklığa özendirilmeleri çatışmalı toplumların ortak özelliğidir. Soruna Kıbrıs özelinde EOKA ve EOKA-B tarihi olarak baktığımızda taammüden öldürülen, kaybedilen Rumların (“İçteki düşman!”) ve Türklere (Ezeli ve edebi düşman!) karşı işlenen suçlar hâlâ sırdır. Dahası, AKEL gibi teorik ve tarihsel referanslarını sosyalizmden alan “sol-sosyalist” bir partinin iktidarda olduğu yaşanan süreçte, 2005’in “EOKA yılı” ilan edilmesi, Türklere ve Rumlara karşı işlenen siyasi cinayetlerle yüzleşmek yerine ırkçılığın figürlerinin ve kurucu referanslarının yüceltilmesi sır toplumu olmanın ve yüzleşmemenin işareti olarak okunabilir. Kıbrıs’ta, genel bir “bilgi” olarak bilinen siyasi cinayetlerin, toplu katliamların, kayıpların bir devlet(ler) sırrı olduğu kadar, partilerin, kişilerin ve toplumun ortak sırrı olarak yaşatılması sadece zorla değil, TMT ve EOKA’nın “rıza”ya dayalı susma susturma kültürüyle de açıklanabilir. Güney’de Makarios Drusiodis gibi, sağ gelenekten gelip, daha sonra barış ve çözüm yanlısı olan bir gazeteci yazarın, EOKA ve Kıbrıs Rum milliyetçilerinin siyasal cinayetleri üzerine yaptığı çalışmaların toplumdaki küçük etkisi bu gerçeği değiştirmemektedir.*
Sorun elbette sadece Rum şovenlerinin ve onun paramiliter örgütlenmelerin tarihsel-siyasi suçlarıyla yüzleşmeleri değildir. Aynı sorun, Tasos Papadopulos gibi bizzat Kıbrıs sorununu oluşturan ırkçı nedenlerin beş on siyasi öznesinden biri olan ve tarihiyle yüzleşmemekte ısrar eden kronik ve hastalıklı anti-Türk, anti komünist bir ırkçıyı Cumhurbaşkanı seçtiren, (muhtemelen önümüzdeki dönemde de yeniden seçtirecek) AKEL’in, geçmişte Enosis’i savunarak kilise ile yarışan politikalarıyla görünüşte yüzleşmesi de adalet korkusuna dahildir. Güney’de AKEL, Kuzey’de CTP, milliyetçiliğin ve milliyetçilerin tarihsel suçlarını görmezden gelerek ve sırlarını gizlemelerine olanak veren politikalar izleyerek değil, kişisel yüzleşmelerini de yaparak tarihin önünü açarak tarihte olumlu rol oynayabilirler.
Soruna, Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin siyasal cürümleri ve bunun uygulayıcısı TMT tarihi olarak baktığımızda, taammüden öldürülen, kaybedilen Türk (“İçimizdeki düşman!”) ve Rumların (“Ezeli ve ebedi düşman!”) tarihi de devletin, partilerin ve toplumun sırrı olarak taşınmaktadır. Her şey bir yana, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile birlikte, EOKA ve TMT kadroları içinde özellikle Türk ve Rum öldürenlerin hiçbir yüzleşme, hesaplaşma olmadan herkesin kendi sırlarıyla birlikte devletin değişik kademelerine, yerleştirilmeleri hem “sır toplumu” hem de “tarih ve adalet korkusu” ile ilgilidir. Esas suçluların, emperyalistler ve hiyerarşinin tepesindeki siyasi-askeri kişiler olduğu refleksinin aşılması için gazeteci Sevgül Uludağ’ın onlarca Kıbrıslı Rum, Türk, Maronit ve Ermeni ile yaptığı ve Yeni Düzen’de yayımlanan, tarihi röportajların, politik olarak sahiplenilmesi gerçekleşmezse, barış ve çözümün esas dinamiği örgütlenemeyecektir. Muhalif partilerin reel politika izinde geçmiş cürümleri sorun etmemesi hem adanın, hem de muhalif partilerin en büyük açmazlarıdır. Kıbrıs’ta çözüm ve barış sorunsalı, sadece politikaya, politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi bir toplumsal-siyasi travmalar toplamıdır. Bunun çok temel ayaklarından birini ise “sır toplumu” olmakta ısrar oluşturmaktadır. Hal böyle olunca da, hatıralar yoluyla “Açıl Kıbrıs açıl!” dercesine tarihin kapısını aralayan eski TMT sorumlularından Arif Hasan Tahsin’in, kronolojik tarih yazan araştırmacı Ahmet An’ın, Niyazi Kızılyürek, Mehmet Hasgüler gibi akademisyenlerin vb. yazdıkları bir bakıma “suya yazılmakta,” politikaya tercüme edilememektedir. Özellikle de, her iki toplumun travmalarıyla baş etmeleri için, toplumsal ve kişisel tarihleriyle yüzleşmelerini dert edinen muhalif gazeteci Sevgül Uludağ’ın, Kıbrıs halklarıyla yaptığı röportajların yirmi dört ayar tarih kıymetinde olduğundan çok az Kıbrıslı ve Türkiyeli haberdardır. Her biri resmi tarihi tekzip eden, birer adalet ve yüzleşme izdüşümleri olan bu çalışmanın yakında kitap olarak yayımlanacak olması sevindirici. Çünkü bu tür çalışmalar Kıbrıs halkları için yeni bir bilgi eşiği olmanın, her iki tarafın acılarına ilişkin bilgilerin diğer taraftan bilinmesinin yanı sıra, çözüm ve barıştan sadece siyasi çözümün anlaşılmaması gerektiğine dair önemli kaynaktır. Bu nedenle, iki toplumun sırlarını açıp bununla yüzleşecek bir tarihsel perspektife sahip olmayan genel olarak milliyetçi reel politikalar, kendi tarafının veya ulusunun mutlak haklılığı üzerinden bir çözümsüzlüğü üretmeye devam edecek gibi. Burada altı çizilmesi gereken şey, bir bütün olarak Kıbrıslıların kendi geçmişleriyle yüzleşerek, adalet ve tarih korkusunu yenmesi için Kıbrıs’ın her iki tarafında oluşturulması gereken yeni bir kurucu iradenin varlığıdır. Referandum sonrasında, kişisel ilişkiler ve cılız muhalif dinamikler bir yana, her iki toplumun, partilerin moral ve siyasi olarak birbirinden daha da uzaklaşması bu yeni kurucu iradeyi şimdilik mümkün kılmıyor. Yine de, bütün muhalifler açısından “adalet korkusu ve tarih/geçmiş korkusu” olarak tanımladığım sorun, aktüel taktikler kadar önemli ve ertelenemezliğini korumaktadır. Muhaliflerin temiz toplum, açık politika vaadi, elbette milliyetçilerin “unutmayacağız!” sözünü bir kan davasına çevirmeleriyle temelden farklıdır, olmalıdır. Çünkü, felsefi, teorik ve politik referansları sosyalizm olanlar için “unutmamak” sözcüğünün politik-insani ve etik anlamı, karanlık ve adaletsiz bir tarihle hesaplaşmak ve sorumlu olan aktörleri ve kurumları açığa çıkarıp teşhir etmek ve yok edilen adalet duygusunu yeniden örgütlemektir. Bunun için, “ne olur ne olmaz aritmetiğiyle” gizli ve açık zoru gerekçe göstererek “bilmiyorum, duymuyorum, konuşmuyorum” kültürüyle idare ederek, tarihin sır katipliğine soyunmak etik olarak da politik olarak da sosyalistler açısından da sorunludur.
Bir bütün olarak Rum’u, Türk’ü, Ermeni’si, Maronit’i, Linobambaki’si ile Kıbrıs halklarının “Bir acıya kiracı” olmaları yerli-yabancı egemenlerin çıkarınadır. Kıbrıs ise, Sivas’ta yakılarak öldürülen şair Metin Altıok’un deyimiyle, “Özgür Acılar Cumhuriyeti” gibidir. Kıbrıs’ta, özellikle de iki tarafın muhalifleri, iki tarafın acılarının karşılıklı olarak bilinmesinin ve duyumsamanın öneminden söz ederken haklıdırlar. Sömürgeci tarihin bu küçük ülkede kalıcılaştırdığı şeylerden biri de iç kanamanın ve acının her insanda kalıcılaşmasıdır. Acıların sırra, sırların acılara dönüşmesi ve bunun “dokunulmazlık” olarak kalıcılaşmasını tersine çevirecek bir açıklık, Kıbrıs’ta adalet ve barışın inşası için ertelenemez bir insanlık görevidir. Bu nedenle, barış ve politik çözümün kendiliğinden bir adaleti gerçekleştiremeyeceğini en çok muhalifler bilmek ve ona göre davranmak zorundadır. Çünkü, her iki tarafın birbirinin acılarının bilgisine ve bilincine sahip olmaları, bu acının bilgisinin içeriğiyle ilgilidir. Bu içerik ise ilk ve son tahlilde doğrudan politikanın da ilgi alanındadır. Acının bilgisi ile yüzleşmek, o acıların içindeki nedenlerle de yüzleşmek ve bunu kamu bilgisi haline getirmek iç dökmekten öteye adalet sorunudur. Öte yandan, Kıbrıslı Türklerin kendi sırlarını, Kıbrıslı Rumların kendi sırlarını, “milli sır” olarak saklamaları, geçmişi kurcalamamak gerektiği mantığının daha büyük sorunlara kaynaklık ettiği tarih bilgilerimiz arasındadır.
Kıbrıslı şair Neşe Yaşın, “Hangi Yarısını” isimli “Yurdunu sevmeliymiş insan/ Öyle diyor hep babam/ Benim yurdum/ İkiye bölünmüş ortasından/ Hangi yarısını sevmeli insan” dizelerinden oluşan beş dizelik şiirinde ülkesinin tragedyasının özetini çıkarır gibidir. Girişteki alıntının son cümlesindeki, “Tek başına kalan çocuk oraya oturdu ve ağlamaya başladı.. Hâlâ orada oturmaktadır ve yapayalnızdır..” cümlesinden el alarak bitirmek isterim: Kıbrıs ve Kıbrıslılar Aşkdeniz’in ortasında içi şiir, aşk ve dram dolu tragedya adasında oturmaktadır. Görmek isteyen, öğrenmek isteyen, milliyetçiliğe karşı birlikte mücadele etmek isteyen muhaliflere ve ikinci, üçüncü şahıslara, özel ve tüzel kişilere ilânen duyurulur…
Savaş Zamanı
İçimden konuşurdum işitilmesin diye
Gören de bir bilgelik sezerdi sessizliğimden!
Gizlenmesi gerekirdi çünkü tehlikeliydi Türkçe
Elence desen kesinkes yasak.
Tetikte beklerlerdi birer makineli tüfek gibi
Beni kurtarmak isteyen büyükler
Zaten o zamanlar gönüllü askerdi herkes.
Ve ders kitaplarının ince-bıçak açacağına benzeyen İngilizce ortada dururdu öyle
Zorunlu durumlarda konuşulacak bir dil olarak
Özellikle de Elenler ile.
Hangi dilde ağlayacağımı bile şaşırırdım çoğu kez
Yabancı da değil çeviri bir hayattı yaşadığım
Anadilim başkaydı, anavatanım başka
Ben derseniz bambaşka
Daha o karartma günlerinden görünmüştü
Hiçbir ülkenin şairi olamayacağım
Çünkü azınlıktım ve “Özgürlük”,
Hiçbir ulusal sözlüğe sığamayan bir sözcüktü.
En sonunda üç dil birbirine girdi şiirlerimde
Ne Türkler duyabildi içimden geçenleri
Ne Elenler, ne de öbürleri
Ama kınamıyorum onları savaş zamanıydı!
Mehmet Yaşın
* Makarios Duruşadis “EOKA: Karanlık Yön”, Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa