T.C.’NİN KIBRIS SORUNU

Almanak 2002Kıbrıs konusundaki bir tartışmayı ideolojik-politik yaklaşımların dışında yapabilmek gerçekten çok zor. Bu konudaki çalışmalara bakıldığında çalışma sahiplerinin zaman zaman kendi politik tercihleri doğrultusunda bazı gerçekleri görmezden geldiği, bazılarını gereğinden fazla önemli hale getirdiği ya da önemsizleştirdiğini görebiliyoruz. Özellikle Türkçe’de de bu konuya ilişkin yeterince çalışma yapılmamış olması ciddi bir sorun olarak durmakta, diğer taraftan uluslar arası alandaki Kıbrıs’a dair arşiv çalışmaları sahiplerini beklemektedir. Biz burada olabildiğince yalın bir tarih anlatımıyla sınırlı kalmaya çalışarak Kıbrıs’a dair tartışmalara yardımcı olmayı tercih ettik.

1.OSMANLI’DAN CUMHURİYETE KIBRIS SORUNU

Kıbrıs Akdeniz’in doğusunda stratejik öneme haiz bir ada olarak bütün zamanlarda güçlü devletlerin ilgisini çekmiştir. Zamanın güçlü Arap ve Akdeniz devletlerinin işgallerini yaşayan ada 1571 yılında Osmanlı’ların işgaline uğrar. 1878 yılına kadar da Osmanlı’nın egemenliğinde kalır. Bu süre içerisinde adaya Osmanlı-Türk nüfusu göç ettirilerek Rum ağırlıklı nüfus dengelenmeye çalışılır. 1878 yılında Kırım savaşında Osmanlılar Ruslar’a karşı İngilizlerden yardım isteyince İngilizler bu yardım karşılığında Kıbrıs’ı isterler. Kıbrıs İngiltere’ye kiralanır ve ada İngiliz denetimine girer. İç sorunlarından kurtulamayan ve Balkan savaşlarından yıpranarak çıkan Osmanlı, Kıbrıs sorunuyla ilgilenecek cesareti kendisinde bulamaz. Dünya savaşına Almanya’nın yanında girmesiyle birlikte İngilizler, 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıklar. Bu fiili durum Türkiye’nin kurtuluş savaşı sonrasında oturduğu Lozan masasında resmiyet kazanır. Türkiye Lozan’da Kıbrıs’ın İngiltere’nin elinde kalmasını kabul ederek ada üzerindeki hakkından vazgeçer. İngiltere 1925 yılında Adayı kendi sömürgesi (Taç Koloni) olarak ilan eder.

 

Lozan antlaşmasının 21.maddesine göre ise, adada yaşayan Türk uyruklular İngiliz vatandaşı olarak kabul edilecek, bu durumu kabul etmek istemeyen Türk uyruklular ise 1 yıl içinde adadan ayrılmak zorunda kalacaktı. Yazar Ahmet An’ın verdiği bilgiye göre 1924-1927 yılları arasında 5 bin kadar Türk uyruklu Türkiye’ye yerleşir. Ancak bunların çoğu bir süre sonra geri döner. 1921’de Kıbrıs’lı Türklerin nüfusu 61,399 iken, 1931’deki sayımda 64,238 olarak kayda geçer.

Lozan’dan itibaren Kıbrıs konusu T.C. hükümetinin gündemine ciddi bir sorun olarak bir daha gelmez. Adadaki statüko kabullenilmiştir. Misak-ı Milli sınırlarını kabul ettirmeye çalışan ve ayakta kalmakla uğraşan genç cumhuriyet rejiminin Kıbrıs’ı bir sorun olarak telakki edecek durumu da yoktur aslında. Aksine Ortodoks Kilisesi’nin etkilediği Hristiyan Kıbrıslılar İngiltere yönetimine karşı isyan hareketlerine başlar. Kıbrıslı Türkler ise kendi aralarındaki birliklerini sağlamak için 1931 yılında “Kıbrıs Türkleri Ulusal Kongresi”ni toplar. 1942 yılında Dr.Fazıl Küçük “Halkın Sesi” adında bir gazete çıkarır. Aynı yıl, KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu)adında bir birlik kurulur. Kıbrıslı Türkler arasındaki bu dayanışma isteği esas olarak adada azınlık olmalarından ve Rumların Enosis sevdasından hiç vazgeçmemelerinin yarattığı tehditten kaynaklanmaktadır.

Hükümet düzeyinde ise Kıbrıs bir sorun olarak henüz gündeme getirilmiş değildi.  Mehmet Hasgüler’in aktardığına göre; 1950 yılından itibaren Kıbrıs’ta Rumların İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesinden ENOSİS taleplerini öne sürmeleri Türkleri tedirgin etmiş, bu tedirginliği haklı bulan Türkiye’deki bazı gençlik grupları yoğun destek mitingleri düzenlemeye başlamıştı. Buna rağmen 1950’nin 25 Ocak’ında dönemin CHP’li Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak Türkiye’de meydana gelen Kıbrıs konulu gençlik hareketlerine istinaden, “ Kıbrıs diye mesele yoktur....Çünkü bugün Kıbrıs İngiltere’nin yönetimi altındadır ve İngiltere’nin bu hakkından vazgeçmeye niyeti yoktur.” diyerek T.C.’nin konuya Lozan’da bıraktığı yerden bakmaya devam ettiğini ifade etmiştir. Sonrasında yönetime gelen DP hükümetinin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü de benzer bir yaklaşımı savunarak, Kıbrıs konulu mitinglerin yapıldığı günlerde “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” demiştir. Ancak gerek dünyadaki gerekse de Ada’daki gelişmeler T.C’nin bu sorunun içine gömülmesine neden olacaktır.

2.KIBRIS SORUN HALİNE GELİYOR

2.Dünya Savaşı Sonrası ve Sömürgecilik Sorunu

2.Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada ABD üstün güç olarak belirmiş, bir önceki dönemin güçlü Britanya İmparatorluğunun güneşi sönmeye başlamıştı. SSCB’nin kapitalist dünyaya karşı bir kutup yaratarak hem kapitalist sistemi parçalamış hem de anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşlarını cesaretlendirmişti. Emperyalizm bu tehlike karşısında yeni sömürgecilik yöntemleriyle sömürgelerindeki açık işgal yönetimlerini gizli işgale çevirme yoluna gitmeye başlamıştı. Dünya sahnesine süper güç olarak çıkan ABD ise, İngiltere ve Fransa gibi eski sömürgeci ülkelerin kendi sömürgeleri üzerindeki denetimini zayıflatmalarını sağlamak amacıyla açık işgale dayalı sömürgecilik yöntemini terki için baskı uyguluyordu. ABD’nin bu tutumunun arkasında İngiltere ve Fransa’nın egemenliğindeki sömürgeler üzerinde egemenlik kurma isteği yatıyordu.

İngiltere’de diğer sömürgelerinden olduğu gibi Kıbrıs’tan kendi egemenliğini bir şekil değişikliğine uğratarak nasıl çekilebilirim telaşına kapılmıştı. Zira Ada’da Rumlar, tıpkı dünyanın diğer sömürge halkları gibi, örgütlü olarak kurtuluş mücadelesi başlatmıştı. Nisan 1955’de ise EOKA (Kıbrıs Savaşçılarının Ulusal Örgütü) İngiltere’ye karşı mücadeleye başladığını ilan eder.

Aynı dönemlerde ise Kıbrıs’ın uluslar arası stratejik önemi yavaş yavaş belirginleşmeye başlar. Özellikle 1955’deki Süveyş Kanalı Krizi Ada’nın askeri önemini gözler önüne serer. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği dönemi başlamıştır. Nasır’ın liderliğinde Arap Dünyası emperyalist sömürgeciliğe başkaldırmış, Arap Yarımadası dışındaki Arap devletlerinin çoğu kapitalist sistemden siyasal olarak kopmuştu. Mısır’ın Akdeniz’i Hint Okyanusu’na bağlayan tek geçit olan Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararı alması bölge ülkeleri ile kapitalist blokun ilişkilerini germişti. Bu bağlamda Kıbrıs’ın yeni şekillenen dünyada önemli bir aktör olarak yer alacağı anlaşılıyordu.

Kıbrıs’ta İngiltere’nin sömürgecilik ilişkilerine, sömürge halkların tepkisini çekmeyecek, yeni bir şekil verme arayışı ile giderek berraklaşan Ortadoğu meselesine müdahale için adayı elde tutma zorunluluğu arasındaki gerilime bir de İngiliz askerlerine karşı EOKA’nın silahlı eylemleri başlayınca çözümün acilen ortaya konulması kaçınılmaz hale geliyordu.

2.Dünya Savaşı Sonrasında Ada’da Durum

İngiliz sömürge yönetiminde yaşayan Türk ve Rum nüfusu ağırlıklı Kıbrıs halkının birlikte yaşadıkları uzun yılların ortak bir bilinç ve kader birliğini güçlendirdiğini söyleyebilmek hayli zordur. Ortak bir “Kıbrıslılık bilinci”nin yeşerdiğini ama büyüyemediğini söyleyebiliriz. Bunun nedenleri arasında iki halkın değişik dönemlerde Kıbrıs’ta yaşamaya başlamaları ve özellikle Türkler’in Osmanlı işgaliyle birlikte Kıbrıs’a yerleşmeleri hep bir dışsallık sorununu yaşatmış görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki, Rumlar her zaman Kıbrıs’ın asli sahibi gibi davranma güdüsüne sahip olmuşlar ve bunun doğal hakları olduğunu düşünüyorlar. Bu duyguyla Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi 1950 yılında Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için referandum yapar. Kıbrıs konusunda kendilerinin görüşlerini dikkate almayan, bütün tarih boyunca ENOSİS’ten vazgeçmeyen Rumlar karşısında  Türkler ise, İngiltere sömürgeciliğini gönüllü olarak kabul etmek zorunda kalırlar.

Ada’da Osmanlı yönetiminin sonucu olarak Türkler esas olarak memuriyet işiyle meşgul olurken Rumlar, deniz ticareti açısından önemli bir durak olan Kıbrıs’ta ticaret ağırlıklı yaşamlarını sürdürmüşler. Bu durum Türklerin (Osmanlı’nın da etkisiyle) daha geç aydınlanma sürecine girmesine yol açmış, Rumlar ise başından beri dünyayla daha yakın ilişkilenmiş görünüyor. Bu durum; İngiliz sömürgeciliği altında Rumların kendilerini baskı altında hissetmesine, Türklerin ise çok da rahatsız olmamalarına neden olur. Osmanlı’nın yönetiminde memuriyet görevini sürdüren Türkler İngiliz yönetiminde de esas olarak bu durumlarını korurlar. Ahmet An’ın aktardığına göre İngiltere’nin adayı ilhak ettiğini açıklamasının ertesi günü Kıbrıslı Türk liderler İngiliz Yüksek Komiseri’ni ziyaret ederek İngiliz yönetimine sadakat göstereceklerini bildirir.

Avam Kamarası’nda 17 Haziran 1958 günü yapılan bir görüşmede söz alan Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd’un verdiği bilgiye göre Ada’da Rum ve Türk nüfusun kamu hizmetindeki dağılımı şöyledir: Hareketli polis görevinde hiç Rum çalışmazken 256 Türk çalışmaktadır. Yardımcı polislik görevinde ise 56 Rum’a karşılık 1281 Türk görevlidir. Mehmet Hasgüler’in aktardığına göre, Kıbrıslı Türkler bu görevlere köylerindeki tarla ve hayvanlarını satarak büyük bir istekle gelmektedirler. Yine bu dönemde Rauf Denktaş sömürgeci yönetiminin savcı yardımcılığını yapmaktadır. Bu bilgileri derleyen Hasgüler, Türklerin sömürgeci yönetimin polisi olmasını esas olarak onların aydınlanma sürecini geç yaşamalarına ve memuriyet işine yatkın olmalarına bağlamaktadır. Özellikle Türk toplumunun uğraştığı basit el zanaatı işlerinin makineleşmeyle beraber Rumlar tarafından ele geçirilmesi Türkler arasında işsizlik ve yoksulluğun yayılmasına neden olmuş, bu topluluk da işgalcilerin emrinde çalışmak zorunda kalmıştır.

Kuşkusuz bu tablonun ortaya çıkardığı bir başka görüntü; Ada’da sömürgeciliğe karşı silahlı mücadele başlatan EOKA militanlarıyla Türk polisinin karşı karşıya gelmesiydi. Bu durum nesnel bir zorunluluk olarak Türkleri İngilizlerin işbirlikçisi konumuna düşürüyor ve Ada’da iki halkın arasına yeni bir sorun alanı daha giriyordu.

İngiltere’nin Çözümü: Türk Milliyetçiliğinin Taraf Haline Getirilmesi

İngiltere adada kendisine karşı başlatılan ulusal kurtuluş savaşını ezmek için çözümü Rumlarla Türkleri karşı karşıya getirmekte bulur. Rumların sürekli olarak Ada’nın Yunanistan’a bağlanması (ENOSİS) doğrultusundaki baskıları ve nihayetinde 1954 yılında Yunanistan’ın sorunu BM gündemine getirmesiyle yeni bir dönemin başlamasına neden olur. İngiltere, Yunanistan’ın bu hamlesi karşısında Türkiye’yi öne sürmeyi tercih eder ve Türkiye’nin de bu konuda taraf olmasını ister. 29 Ağustos 1955 yılında Londra’da toplanan Konferansa katılan Türkiye Lozan’dan sonra ilk kez resmi olarak Kıbrıs konusunda yeniden taraf haline gelmişti. Hiçbir sonuç alınamadan dağılan bu konferansın asli amacı Türkiye’yi Yunanistan’ın Kıbrıslı Rumların karşısına dengeleyici bir taraf haline getirmektir. Bu dönemde bunun başarıldığını görüyoruz.. Sonrasında İngilizlerin çeşitli provokasyonlarıyla Rum ve Türkler arasında çatışmalar çıkarılır. EOKA ısrarla Türklere karşı bir harekette bulunmayacağını açıklamasına rağmen olaylar aksi yönde gelişti. EOKA’ya karşı kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ise İngilizlerin ekmeğine yağ sürecek propaganda ve eylemlere girişir.

Bu porvokasyonlar aynı zamanda Türkiye’de milliyetçi bir dalganın yaratılması için de kullanılır. Londra konferansı öncesi bir süredir devam eden “Ya Taksim Ya Ölüm” mitingleri had safhaya çıkartılmış, ancak hükümet konferansta etkin olabilmek için daha fazlasının yapılması gerektiğini düşünür.

1955 Ağustos ayında Kıbrıs’ta Türklerin büyük çaplı saldırıya uğrayacağına dair söylentiler çıkmaya başlar. Ahmet An’ın 306 sayılı Amerikan Başkonsolosluğu ve 153-228 sayılı Büyükelçilik raporlarına dayanarak aktardığı söylenti şöyledir:

Kıbrısta’ki Rum tedhişçiler silahsız Kıbrıslı Türklere saldırıp onları katledecekler. Bu saldırı 28 Ağustos Pazar günü olacak. Aynı gün Rumlar bir gün sonra Londra’da başlayacak konferansı protesto etmek için büyük bir miting düzenleyecekler. Katliam 28 Ağustos günü gerçekleşecek.

Bu söylentilerin yayılmasını “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” tarafından hızlandırılır ve tarihe 6/7 Eylül olayları olarak geçen milliyetçi-ırkçı saldırıların yaşanmasına yol açar. Bahsi geçen saldırıların tamamen birer söylentiden ibaret olduğu anlaşılır. Üstelik 28 Ağustos’ta Kıbrıs’ta yapılan bir mitingi AKEL (Kıbrıs Halkının İlerici Partisi) düzenler. AKEL ise o dönemde EOKA’yı (Kıbrıs’ta Türklerle Rumların arasını açacak eylemlerde bulunmakla) suçlamakta, Rum ve Türklerin birlikte yaşamasını savunmaktadır.

Sonradan ortaya çıkan belgelerden anlaşıldığına göre bu söylentiler Kıbrıs Türktür Partisi Dr.Fazıl Küçük tarafından çıkarılmış ve Türkiye’de Kıbrıs Türktür Cemiyeti tarafından günlük basın da kullanılarak yaygınlaştırılmıştır. Son olarak Menderes’in de, konferansa gidecek heyeti uğurlama yemeğinde yaptığı konuşmalar bu söylentilere inandırıcılık katar. Menderes 25 Ağustos 1955 tarihli Zafer gazetesinde çıkan beyanatında şöyle demektedir:

...28 Ağustos’un Kıbrıs’taki ırkdaşlarımız için bir katliam günü olacağını terörist bir eda ile mütemadiyen ilan edip durmaktadırlar... Son derece silahlandırılmış ve tahrik edilmiş bir ekseriyet karşısında masum, hareketsiz ve silahsız bulunabilirler. Bu bakımdan büyük bir endişe ve heyecan içinde bulunan ırkdaşlarımızı tatmin etmek ve müsterih kılmak isteriz.

Muhalefetteki İsmet İnönü ise Menderes’in açıklamalarından etkilenmiş ve 26 Ağustos 1955 tarihli Ulus gazetesinde çıkacak olan beyanatında şunları söylemiştir:

Kıbrıs davası üzerindeki hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs’taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında olduklarından resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşlarımızın alakasının bu vahim haber üzerinde toplanması lazımdır....

En sonunda ise başından beri Rum düşmanlığını körükleyen Sedat Simavi yönetimindeki Hürriyet gazetesi baklayı ağzından çıkarır. 28 Ağustos tarihli sayısında; “ Rumlar Kıbrıs’taki kardeşlerimize dokunmak cesaretinde bulunurlarsa, İstanbul’da bunun karşılığında bulunacağımız pek çok Rum vardır:”

Ve 28 Ağustos günü gelip çatar. Komünist AKEL partisi gösterisini yapar ve miting olaysız sonuçlanır. O gün olan tek şiddet eylemi EOKA’nın bir Rum polisini öldürmesidir. Türkiye’de ise Yunanlıların denize dökülmesinin yıl dönümü her zamankinden daha coşkulu bir şekilde kutlanmaya devam ediliyordu. Kıbrıs Türktür Cemiyeti 30 bine yakın afiş bastırarak bunların Türk dükkanlarına dağıtılmasını sağladı. Böylece 6/7 Eylül olaylarında hedef olacak dükkanların açığa çıkması sağlanacaktı. (Kahramanmaraş olaylarında sivil faşistlerin katliam öncesi saldırmayacakları evleri MHP amblemi olan 3 hilalle boyamaları ve katliam sonrasında sadece bu evlerin saldırıya uğramamış olarak kalmalarını hatırlamanın yeri olsa gerek –TS)

Ahmet An’ın aktardığına göre Kıbrıs Türktür Cemiyetinin Genel Başkanı Hikmet Bil, 6/7 Eylül olaylarının Florya Cumhurbaşkanlığı köşkünde tezgahlandığını anlatmaktan kaçınmaz: 5 Eylül akşamı Menderes’in kendisini Florya’daki köşke davet ederek  Kıbrıslı Türklere silah alımı konusunda yardımcı olacağını aktardıktan sonra, Menderes’in kendisine, konferansta olan Dışişleri Bakanı Zorlu’nun kendisini arayarak, “Zayıf durumdayım,. Türk kamuoyunu zaptedemiyoruz diyebilmeliyim” şeklinde şikayet ettiğini anlatmış ve Zorlu’nun Türk hükümetinin daha aktif olmasını istediğini belirtmiştir. Hikmet Bil’in iddiasına göre kendisi köşkten ayrıldıktan sonra bir araya gelen Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik ve Emniyet Genel Müdür Ethem Yetkiner İstanbul’daki olayları planlamıştı.

Olayların son adımı 6 Eylül günü atılır. Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi gelir. Bütün gazete ve radyolar bu haberi abartılı biçimde vererek hazırlanan komploya alet olurlar. Rum vatandaşların yoğun olarak yaşadıkları yerlere yönlendirilen azgın kitleler tarafından Rumlara ait pek çok ev, dükkan, kilise tahrip edilir. Olaylar sonucunda kimi iddiaya göre 3, kimine göre 16 Rum vatandaşımız hayatını kaybeder. Olaylar yatıştıktan sonra gazetelerde bombalanmış olarak gösterilen Atatürk’ün evinin fotoğrafları üzerinde oynama yapıldığı ve bombayı koyanın bir Türk olduğu anlaşılır. Bombayı koymaktan Yunan makamlarınca yargılanan Türk ise daha sonra Türkiye’ye gelmiş valilik yapmıştır. Şu anda da emekli vali olarak yaşamını sürdürmektedir.

M.Hulusi Dosdoğru ise “6/7 Eylül Olayları” isimli kitabında 6/7 Eylül’ü iktidarın açık bir provokasyonu olarak değerlendirmekte, vatandaşı korumakla görevli kolluk görevlilerinin saldırılara seyirci kaldığını ve hatta İzmir’de en üst düzeydeki sivil-asker yöneticilerin saldırganların omuzlarında taşındığını anlatmaktadır.

Yıllar sonra, Özel Harp Dairesi’nde görev yapmış ve MGK Sekreterliğinde bulunmuş General Sabri Yirmibeşoğlu da hatıralarında, herhangi bir tedbire gerek kalmaksızın 6/7 Eylül olaylarını şöyle değerlendirmiştir:

6/7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?

TMT’nin Kuruluşu

Türkiye’de milliyetçiliği kışkırtan hükümet Kıbrıs’ta da EOKA benzeri bir örgütün kurulmasının gerekli olduğuna karar verir. 1957 yılında TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurulur. TMT’nin kuruluşunu Ahmet An, Emekli Albay İsmail Tansu’dan şöyle aktarıyor:

1957 Aralık ayının son haftasında dairemizin-Seferberlik Tetkik Kurulu- (bugünkü adıyla Özel Harp Dairesi) başkanı Emekli General Daniş Karabelen, Genel Kurmay Başkanlığı’na çağrılıyor ve 2.Başkan Salih Coşkun, Karabelen’e şunları söylüyor: “Hükümetten bir soru yöneltildi; Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı silahlı bir örgütü biz de kurabilir miyiz”, diyorlar.

Bunun üzerine KİP (Kıbrıs’ı İstirdat-Geri alma- Projesi) hazırlanır ve harekete geçilir. İsmail Tansu anlatımına şöyle devam eder:

Kim ne derse desin bu da bizim idealimizdi. Yunanlılar ve Rumlar açık açık ENOSİS naraları atarken biz “YA TAKSİM YA ÖLÜM” sloganlarıyla adanın yarısını feda mı edecektik?

Hükümetin aldığı bu kararla Kıbrıs konusunda dönüm noktasına gelinir. TMT kendisinden önceki dağınık örgütleri de toplayarak kurulur. Türkiye’den gelen özel subayların liderliğinde Rauf Denktaş’ında bulunduğu 3 Kıbrıslı Türk tarafından TMT kurulur. Kurulduğu andan itibaren Rum düşmanı bir çizgiyi hayata geçiren örgüt, Rumlarla ortak yaşamayı savunan demokrat Kıbrıslı Türkleri öldürmekten çekinmez. Rumlarla ilişki kuran, onların dükkanlarından alış veriş yapan, Rum sendikalarında ortak örgütlenenleri ölümle tehdit eden TMT kısa sürede Kıbrıslı Türkler üzerinde bir otorite kurmayı başarır. Türklerle beraber yaşamayı savunan Rumlar da EOKA tarafından ya öldürülür ya da ölümle tehdit edilir.

3.KIBRIS CUMHURİYETİNİN İLANI VE İFLASI

Sorunun BM Gündemine Gelişi

1953 yılında Yunan Başbakanı Papagos, İngiltere’ye Kıbrıs’tan ne zaman çekileceğini sorar. İngiltere’nin “hiçbir zaman” cevabını vermesi üzerine, konuyu BM gündemine getireceğini ileri süren Papagos, aynı cevabı alınca 16 Ağustos 1954’de BM’ye başvurur. Başvurusunda “Eşit haklar ve kendi kaderini tayin hakkının BM gözetiminde, Kıbrıs halkına uygulanmasını ister. Türkiye’nin protesto ettiği bu girişim diğer 3.dünya ülkeleri tarafından sempatiyle karşılanır. Bu girişimi engellemek isteyen İngiltere sorunun BM çerçevesinde değil Türkiye-Yunanistan ve kendileri arasında görüşülmesi gerektiğini ileri sürerek Londra Konferansı’nı önerir. İngiltere böylelikle sorunu BM önünde tartışmaktan kurtulmuş ve en önemlisi Türkiye’yi bu soruna doğrudan taraf yaparak Yunanistan’ın karşısına dikmişti. Kurtuluş savaşındaki Türk-Yunan düşmanlığı yeniden hortlatılmak isteniyordu.

Adadaki yönetimin eskisi gibi sürdüremeyeceğini kabul eden İngiltere yeni bir çözüm için düğmeye basar. Sınırlı bir özerklik için Makarios’u ikna etmeye çalışır. Ancak Makarios ikna olmayınca tutuklanarak Seychelles adalarına sürgüne gönderilir. Makarios bir anda dünyadaki mazlum milletlerin kahramanı haline gelmişti. Bunun üzerine Yunanistan yeniden BM’ye başvurarak sorunun ele alınmasını ister. Bu arada Türkiye,1956 yılında yapılan bu görüşmede ilk defa resmi olarak “Taksim” tezini dile getirir. Türkiye, Yunanistan’ın ısrarlı ENOSİS siyaseti karşısında bir tehdit olarak TAKSİM’i ileri sürmüştü. BM, sonraki oturumlarında Kıbrıs sorununun barışçı ve demokratik biçimlerde çözülmesini dileğini karar altına alır.

Bu gelişmeler sonucunda İngiltere ada halkının kendi kaderini tayin hakkını kabul ettiğini açıklamak zorunda kalır. Bir anayasa hazırlanması için Ada’ya komiser gönderilir. Türkiye-İngiltere-Yunanistan arasında yapılan zirvelerden sonra Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verilir. 16 Ağustos 1960’da devletin kuruluşu ilan edilir.

Makarios Ve Bağlantısızlar Hareketi

Kıbrıs sorunu ele alınırken Makarios’a özel olarak değinmekte yarar var. Zira Makarios kişiliğiyle Kıbrıs sorununa çok şey katmış ve ölene kadar bu sorunu belirleyen aktörlerin başında gelmiştir. Ortodoks dini Rumların hayatında her zaman önemli bir rol oynamıştır. Dini liderleri aynı zamanda siyasal lider rolü oynadığı görülmüştür. Makarios da bir dini lider olarak Rumların ENOSİS davalarının lideri olarak ortaya çıkmıştır. Makarios, 1950 yılından beri İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmış bu mücadelede benzer sıkıntılar yaşayan dünya halklarının desteğini almak için olağanüstü çabalar içine girmiştir. Bu çabaları sonucunda kısa sürede Makarios ve temsil ettiği mücadele dünyada yankı bulmuştur.

Kapitalist ve Sosyalist Blok olarak bölünen savaş sonrası Dünya’da bu iki kampın dışında kalmak isteyen çok sayıda Asya ve Afrika ülkesi 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde toplanarak topraklarının sömürgeleştirilmesine karşı ne yapabileceklerini konuştular. Bu mücadelede SSCB yanlısı olarak da davranmak istemeyen bu ülkeler sonraki yıllarda “Bağlantısızlar Hareketi”ni oluşturdular. Makarios da bu toplantıya Kıbrıslı Rumların dini ve siyasi lideri olarak katıldı. Burada Nasır, Nehru gibi 3.dünyanın saygın liderleriyle birlikte aynı mücadelenin bir parçası haline geldi. Küçücük Kıbrıs bir anda bağımsızlık mücadelesi veren dünyanın ilgisini çekmişti. Aynı toplantıya Hindistan tarafından davet edilen Türkiye adına konuşan Dışişleri Bakanı Zorlu ise yaptığı konuşmalarla herkesin tepkisini çekmişti. Zorlu, bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere “bağlantısız” olmanın boşuna bir çaba olduğunu ve “batı”ya biat etmenin gerekliliğini salık veriyordu.

Emperyalizme karşı kurulmuş T.C.’nin hükümetinin bu şekilde davranması Türkiye’nin itibarını bu ülkeler nezdinde bir daha onarılmayacak şekilde düşürmüştü. Türkiye bu tavrını Cezayir sorununda Fransa’yı destekleyerek de sürdürünce uluslar arası arenada iyice yalnızlaştı. Makarios ise uluslar arası diplomasiyi son derece etkili kullanarak Kıbrıs’ın resmi temsilcisi gibi davranıyor ve öyle kabul görüyordu. 1961’den sonraki Bağlantısızlık Zirvelerinde Kıbrıs’ı sürekli olarak Makarios temsil etti.

Cumhuriyetin Kuruluşu ve Dağılışı

Türkiye-Yunanistan-İngiltere garantör ülke konumundaydılar. Her iki topluluğun temsil edileceği bir Ortak Meclis olacak bir de toplumların kendi meclisleri olacaktı. Ortak Meclis’te 50 üyenin 35’i Rum, 15’i Türk olacaktı. 10 üyeli bakanlar kurulunda 7 üye Rum, 3 üye Türk olacaktı. Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktı. Ancak yardımcının veto hakkı olacaktı. Kıbrıs’ta nüfus oranı 1/5 oranındaydı. Toprak ve ticaret dağılımı da benzer oranlardaydı.. Ortak savunma gücünde 60/40, memur sayısında ise70/30 oran korunacaktı. Anayasa mahkemesi başkanı ise üçüncü bir ülkeden oluşacaktı. Yunanistan ve Türkiye sınırlı sayıda asker bulunduracaktı. Görüldüğü gibi bağımsız devletin anayasası Türklere oldukça önemli haklar veriyordu. Yine yapılan anlaşma sonucunda 3 garantör ülkeden biri gerekli gördüğünde Kıbrıs’a müdahale etme hakkına sahipti.

Öğretim üyesi Erol Manisalı’ya göre Türkler Ada’nın İngiltere’ye devredildiği 1878 yılından bu yana ilk defa “kendi yaşama ve gelişme ortamını sağlayacak dengeli bir yapıya” kavuşuyorlardı. Manisalı’ya göre Türkiye’nin hem Kıbrıs Türkleri üzerindeki koruyuculuğunun hem de Kıbrıs üzerindeki hakkının uluslar arası antlaşmalarla tanınmış olmasıyla Türkiye ve Yunanistan arasında bir denge sağlanıyor ve ENOSİS’in önü kapanıyordu.

İngiltere’nin Yunanistan ve Rumlara karşı Türkiye’yi ortak ettiği bu sürecin Rumlar tarafından hazmedilememiş olması çok doğaldı. Nitekim Cumhuriyetin kuruluşundan çok uzun bir süre geçmedi ki, Makarios 1963 yılında 13 maddelik bir anayasa değişikliği önerisiyle 3 yıl süren sükunet dönemini bitirdi.

Anayasa değişikliği devletin iki toplum üzerine kurulu olduğu gerçeğini ortadan kaldırıyor ve bütün siyasal yönetim erkini Rumlara devrediyordu. Bu açıkça kuruluş anayasasının ihlali anlamına geliyordu. Sözde daha demokratik bir değişim içeriyor gibi görünmesine rağmen nüfusun büyük çoğunluğunun Rumlardan oluşması fiilen Türklerin siyasal haklarının sıfırlanması anlamına geliyordu.

Makarios’un bu girişiminin İngiltere tarafından desteklenmesi ise çelişki gibi görünüyordu. Ancak sonradan emperyalistlerin Kıbrıs’ı parçalama politikaları ortaya çıkmaya başladığında bunun çok planlı bir sürecin ilk adımı olduğu anlaşılıyordu. Kıbrıs yeniden gerilim hattına girmişti. Türk toplumunun liderleri Rumların bu hamlesi karşısında mevcut siyasal mekanizmalardan çekilerek yönetimi Rumlara bıraktılar. Bu tutumun gerekli olup olmadığı bugün bile hala tartışmalıdır. Kıbrıs Türk liderliği Rumların bu girişim karşısında anayasanın korunması için bir direniş göstermemiş aksine bunu fırsat bilerek yeniden TAKSİM tezine sarılmışlardır.

Anayasa kriziyle ortaya çıkan gerilim kısa sürede çatışmaya dönüşür. Türkiye müdahale tehdidiyle Ada üzerinde savaş uçaklarını uçurur. Amerika ünlü Johnson mektubuyla Türkiye’yi uyarır. 1963 sonrası Kıbrıs’ta fiili bir bölünmüşlük hali yaşanır. Resmi olarak Kıbrıs Cumhuriyeti vardır ancak Anayasayı uygulamak fiilen mümkün olmaktan çıkmıştır. BM Güvenlik Konseyi ise bu gelişmeler karşısında yeni bir tutum belirlemeyi gerekli görmez. Türklerin fiilen yönetimden çekildikleri Kıbrıs rejimini meşru tanır.

1964’te BM Barış Gücü Ada’daki güvenliği sağlamakla yetkili kılınır. Her iki tarafın silahlanması hızlanıyor, düşmanlıklar güçlendiriliyordu. Sonraki süreçte Makarios bir tarafta Rum milliyetçilerini idare etmeye çalışırken diğer tarafta NATO üyesi Yunanistan’la ilişkilerini sürdürmekle “Bağlantısızlık Hareketi”nin üyesi olmak arasındaki çelişkiyi yaşıyordu. Bu gerilimler 1960’lı yılların sonunda Makarios’un ENOSİS politikalarından uzaklaşmasına neden oldu. 1967’de Yunanistan’da iktidara gelen cunta ile Makarios’un arası açılmıştı.

1974 Müdahalesi

15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’ın desteklediği faşist bir darbe Makarios’u iktidardan uzaklaştırmayı amaçlar. Makarios bir İngiliz helikopteriyle Ada’dan kaçırılır. Türkiye bunun üzerine müdahale eder. Başbakan Ecevit bu müdahaleyi, Londra ve Zürih zirvelerindeki antlaşma hükümlerine dayanarak yaptıklarını ileri sürer. Antlaşma metnindeki garantör ülkelerden herhangi birinin müdahale hakkının nasıl bir müdahale sorununu açıklamadığı için bunun uluslar arası hukuka uygun olup olmadığı hep tartışma konusu oldu. 1.müdahalenin ardından gelen 2.Kıbrıs çıkartması Türkiye’nin ilk müdahalede Dışişleri Bakanı Turan Güneş aracılığıyla  açıkladığı “Türk Silahlı Kuvvetleri şu anda Garanti Antlaşması uyarınca Kıbrıs’a müdahale etmişlerdir. Türkiye Kıbrıs’ın toprak bütünlüğü, egemenliği ve her iki toplumun haklarını korumak için çıkmaktadır.” şeklindeki açıklamasının samimi olmadığını göstermektedir. Türkiye açıkça adayı işgal ederek bölmek için bir harekatta bulunmuştur. Bu, fiilen Taksim politikasının hayata geçirilmesi anlamına geliyordu. Bir başka deyişle Türkiye askeri müdahaleyi garantör ülke sıfatıyla yapıyor ama bunun gereklerini yerine getirmiyordu.

Darbeci subayların meşru bir yönetimi devirmeye kalkması gibi nedenler Türkiye’nin müdahalesinin uluslar arası camiada haklı çıkartmış gibi görünse de işgalin kalıcı olduğunun anlaşılması üzerine Türkiye şimşekleri üzerine çeker. ABD ambargosu gecikmeden gelir. 1974’den itibaren de Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki durumu uluslar arası hukuk açısından gayrı meşru bulunmuş ve Kıbrıs bir sorun olarak sürekli gündemde tutulmuştur.

Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmesi dünyada tepkiyle karşılanmasına rağmen bu işgalin sadece Türkiye’nin işine yaramadığı da bir başka gerçektir. Müdahale öncesi Makarios’un liderlik ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti “Bağlantısızlık” politikasıyla SSCB’ye paralel bir siyaset izliyordu. Ortadoğu’da fiili çatışmalar artmış ve pek çok soruna neden olacak Arap-İsrail gerginliğine müdahale etmek isteyen kapitalist dünya Makarios’un varlığından dolayı bir türlü Kıbrıs’ı kullanamıyordu. 1967’de iktidara gelen Albaylar Cuntası da ABD’nin bu konudaki baskılarına direniyor ve Kıbrıs’ın kullanılmasına izin vermiyordu. Bu sorunun çözümü konusunda ilk adım 25 Kasım 1973 tarihinde General Gizikis’in bir darbeyle Papadapulos cuntasını iktidardan uzaklaştırması oldu. Yeni Yunan yönetimi açıkça ABD yanlısıydı ve Kıbrıs’ta Makarios’u devirmek için hemen harekete geçti.

Açıkça görüldüğü gibi Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi, bilerek ya da bilmeyerek, ABD’nin çıkarları doğrultusunda gelişmiştir. Müdahalenin 2 NATO üyesinin anlaşması çerçevesinde yapıldığına dair ciddi iddialar vardır. Alpaslan Türkeş anılarında Yunan Genel Kurmayı’nın darbe girişimini 5 gün önceden kendilerine bildirdiğini yazmıştır. Bölünerek 2 NATO üyesinin denetimine sokulmuş ve “Bağlantısızlık” siyasetinden uzaklaştırılmış bir Kıbrıs emperyalistlerin daha kolay kullanımına sunulabilecekti.

Müdahaleden bir süre sonra Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) kurulmuş ve nihayetinde 1983 yılında da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edilerek bugünkü statüko oluşturulmuştur.

  1. KIBRIS SORUNUNUN BUGÜNÜ

1990 yılından bu yana Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin BM çerçevesinde değişik adımlar atılmış ancak bunların hiç biri başarıya ulaşamamıştır. 1995’te AB’nin Kıbrıs’taki Rum yönetimini meşru görerek üyelik görüşmelerini başlatacağını açıklaması sorunun BM ekseninden AB eksenine kaymasına neden oldu. Türkiye bunun Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş antlaşmasında yer alan “Kıbrıs Cumhuriyeti garantör ülkelerden herhangi birinin üye olmadığı bir birliğe üye olamaz” hükmüne aykırı olduğu gerekçesiyle itiraz etti. (Bu hüküm Makarios’un SSCB yanlısı olmasından endişe edildiği için konmuştu.) Böylece Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde kilit bir yer işgal etmeye başladı. Türkiye’nin AB’ye kabulünün Kıbrıs’tan çekilmesiyle doğrudan ilintili olduğu açıkça söylendi.

Bugün yaşanan sorun birkaç açıdan çözümsüzlük üretiyor. Bunlardan birincisi emperyalistlerin Kıbrıs’taki bölünmüşlüğe, AB eliyle,  bir son vermek istemesi bütünüyle Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Kafkasya’daki çıkarlarıyla ilgilidir. Nasıl 1960 sonrası Adanın bölünmesi için uğraş vermişlerse bugün de birleşmesi için çaba göstermektedirler. Zira artık SSCB ve “Bağlantısızlık” tehlikesi ortadan kalkmıştır. Adanın bu bölünmüş hali emperyalistlerin kullanımı açısından sorun teşkil etmektedir. Bu yüzden “iyi niyetli” planlarla Kıbrıslılar arasındaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.

Diğer taraftan Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde geri adım atması hayli zor görünmektedir. Şimdiye kadar bir iç siyaset meselesi olarak kullanıyor olması bu konunun geleneksel iktidar yapılarına bir güç sağladığı biliniyor. Diğer taraftan Susurluk kazasında ortaya çıktığı gibi KKTC Türkiye’nin “kirli ve derin” işlerini yürüttüğü bir merkez durumuna getirilmiş görünüyor. Bunların yanında bir de Ortadoğu’daki gelişmelerin Türkiye’yi sıkıştırdığı ve Kıbrıs’ın da denetimden çıkması halinde dış politikanın sürdürülmesinde yaşanacak sorunların ne derece sarsıcı olacağı endişesi Türkiye'nin Kıbrıs’ta statükonun sürmesini tercih etmesini anlaşılabilir kılıyor. Kıbrıs sorunu bu denklem içinde çatışmanın taraflarının gücü oranında bir çözüme kavuşacak.

Kaynaklar:

Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, Mehmet Hasgüler, İletişim Yay.

Kıbrıs Nereye Gidiyor, Ahmet An, Everest Yay.

Dünden Bugüne Kıbrıs, Erol Manisalı, Gündoğan Yay.

Helsinki’den Kopenhag’a Kıbrıs, Erdal Güven, Om Yay.

Kıbrıs’ın Kitabı, Hüseyin Mümtaz, IQ Yay.

Kıbrıs’ın Turuncusu, Editörler: Mehmet Hasgüler, Ümit İnatçı, Anka Yay.

Kıbrıs Sorunu, Dr.Kudret Özersay, Avrasya Str.Araş.Merk. Yay.

Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, Niyazi Kızılyürek, İletişim Yay

Ek bilgiler

  • Yazar: Tufan Sertlek
  • Yıl: 2002
Ara...