Uluslararası sistemin yeniden şekillendigi ve varolan sistemin yetersizliklerinin su yüzüne çıktığı günümüzde, 21. Dünya Felsefe Kongresi, siyaset felsefesine kayıtsız kalmanın neredeyse imkansız oldugunu bir kez daha gösterdi. Zira gündemimizi dolduran soru ve sorun yumağına bir goz atarsak; bunların pek çoğunun bir yandan siyasi gelişmelerle iç içe şekillendiği, diğer yandan ulus-devletin sınırlarını aşarak globalleştiği kolayca görülecektir. Dolayısıyla ulusların sorunları dünyanın sorunudur artık. DevΙetΙeri birbirlerine bağımlı kılan küreselleşme, ekonomik ve teknolojik degişimler sonucu alt ve üst yapısında çatΙakΙar oluşan ulus-devletlerin bu çatlaklarını, Batının alt ve üst yapısıyla; yani kapitalizm, rasyonalizm ve demokrasiyle sıvayan "yeni bir dünya modeli" sunmaktadır. 1990'ların başından bu yana tartışılan ve sınır kavramıyla çok da anlaşamayan bu "yeni dünya modeli", iç işlerinin bağımsızlığını, ulusların egemenlik haklarını ve ideolojik aygıtlarını zedelediği gibi; uluslararası hukukun temelini de aşındırmaktadır. Siyaseti yeniden biçimlendiren bu kuvvetli degişim karşısında, Platon'dan bu yana ideal yonetim üzerine kafa yoran felsefeye duyulan ihtiyaç her zamankinden daha fazladır kanımca.
2003 yılında felsefe dünyasının en önemli etkinliği kuşkusuz 21. Dünya Felsefe Kongresiydi. Ana izleği “Dünya Sorunları Karşısında Felsefe” (Philosophy Facing World Problems) olan Kongre, söz konusu izlekle felsefenin yönelmesi gereken sorunların hepsini kucaklayan bir tutum içinde varolan her şeye, her duruma –neredeyse– ayna tuttu.
Türkiye Felsefe Kurumunun evsahipliğinde, İstanbul’da Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde 10-17 Ağustos 2003 günlerinde gerçekleştirilen 21. Dünya Felsefe Kongresiyle Türkiye, felsefe alanındaki erginliğini, olgunluğunu, her kuşaktan filozofuyla, özellikle gençlerin yoğun katılımıyla, tüm dünyaya gösterdi.
Felsefi düşünme biçimiyle tanışıklığı çok da eskiye gitmeyen Türkiye, felsefe kültürünü öğretim kurumlarında çoğun, öğretim-öğrenim ilişkileri çerçevesinde kurumsallaştırmıştır. Başka bir deyişle, öğretim önce, araştırma da sonra gelmiştir. Söz konusu öğretim kurumları da uzun bir süre sadece felsefe tarihinde özdeşleşen felsefi söylemin etkisi altında dünya felsefe kültürüne eklemlenmişlerdir. Üniversitelerimizde, uzun bir süre eksik kalan ya da eksikliği duyumsanan, tekil-tümel geriliminin farkına varamamak olmuştur. Çünkü felsefe bağlamında varolanın ya da varolanlar arasındaki ilişkilerin bir sorun olarak saptanmasında belirleyici olan, tekil ile tümel arasındaki, başka bir deyişle, olgu ile kavram arasındaki gerilimdir ve bu gerilimi fark etmektir diyebiliriz.
Çatışkı Fırtınası
ABD’nin Irak’a saldırısı, herkesi zor durumda bırakması gerekirdi. Burada herkes derken kamuoyu karşısında düşüncelerini yazanlardan, yazarlardan söz ediyorum. Ama gördüğüm kadarıyla hiç kimse zor durumda kalmadı. Hemen iki küme oluştu. ABD’yi tutanlar, Irak’ı tutanlar.
Ben, bu konuda olgunun ciddi bir biçimde çözümlenmediğini düşünüyorum. Hem ABD’yi tutanlar, Hem Irak’ı tutanlar, olguya tepki verdiler.
Tepkiden bireşimine ulaşılamaz. İki yanda ulaşamadı bireşime.
Şimdi bu konuda özet gerekiyor. ABD’nin Irak’a saldırısını, nerden bakarsak bakalım, savunmak mümkün değil. Saldırı, emperyal bir tutumdur. Emperyal saldırı, kavramları bulanıklaştırarak, ya da kavramların içlemini dönüştürerek savunabilir ama, buna argumentum ad misercordiam denir. Yanlış bir akıl yürütmedir argumentum ad misercordiam. Akli kanıtlarla değil, acındırmayla kanıtlama.