1990 yılının 11 Eylül’ünde, Amerikan askerleri Kuveyt’te muzaffer konuşlanmalarını tahkim etmişken, Baba Bush, Amerikan Kongresi’nin ortak birleşiminde şöyle seslendi: “Milletlerin yeni ortaklığı (partnership) başlamıştır ve bugün özel ve olağanüstü bir momentte bulunuyoruz. Çok ciddi olsa da, Körfez’deki bunalım, aynı zamanda, işbirliğinin tarihi bir dönemine geçiş için az bulunur bir fırsat yaratmaktadır. Bu sorunlu zamanlardan... bir yeni dünya düzeni ortaya çıkabilir: Terör korkusundan azade, adalet arayışında daha güçlü ve barışı elde etmede daha güvenli bir yeni dönem. Dünya uluslarının, doğuda ve batıda, güneyde ve kuzeyde, zenginleşip birlikte uyum içinde yaşayacakları bir çağ.”
Daha sonra, Amerikan emperyalizminin ideologları, bu sözleri günlük dile çevirdiler. “Milletlerin işbirliği”ni Sebastian Mallaby şöyle anlattı: “Amerika bombalar ve savaşır, Fransızlar, ‹ngilizler ve Almanlar sınır bölgelerinde polis görevi yaparlar ve Hollandalılar, ‹sviçreliler ve ‹skandinavlar da insani yardım götürürler.” Eski başkanlardan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski ise, “proje”de ABD’nin ötekilere ilişkin genel stratejisini yazdı: “Vasallar arasındaki çatışmaları önleyip bağımlılığı sürdürmek..., haraca bağlanmışları uysal tutmak ve korumak ve barbarların biraraya gelmesini önlemek.” Charles Krauthammer de, yeni düzenin profili çizdi: “Amerika, soğuk savaşı kazandı, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ni ödül olarak cebe attı, sonra da Sırbistan ve Afganistan’ı yakıp kül etti ve bu arada da muazzam askeri gücünü göstererek Avrupa’nın önemsizliğinin altını çizdi.”
Yeni Roma’nın yeni dünya düzeni işte böyle olacaktı ve “Proje”nin Ortadoğu merkezli bir konuşmada ilan edilmesi elbette rastlantı değildi. “Proje,” orada başlamıştı.
Batılı emperyalistlerin Ortadoğu'yu "hizaya getirmek" için ileri sürdükleri "proje"lerin tarihi, epey eskiye dayanır. Devasa enerji kaynaklarının yanı sıra, "Eski Dünya"nın merkezindeki konumuyla Ortadoğu, emperyalist/sömürgeci hesaplarda daima ön planda oldu. Öyle ki; başka bölgelere yönelik askeri/politik hamlelerde dahi hesaba katılmaması mümkün olmuyordu.
Tarih boyunca her sömürgeci/emperyalist "proje", hedef bölgenin ve giderek dünyanın "hoşuna gidecek" söylemlerle süslenmeye çalışıldı. Afrika'dan Latin Amerika'ya dek; yağma ve soykırımlar önce "medeniyet", daha sonra "demokrasi" götürmek adına yürütüldü.
Ortadoğu, son yüz yıldır bu söylemin aralıksız kullanıldığı bir bölge. İstisnasız tüm Batılı sömürgeciler, bölgenin stratejik/ekonomik önemini kavradıkları ölçüde, Ortadoğu'ya "demokrasi, hak/hukuk" götürmek için "yanıp tutuşur" oldular.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, Irak’ta savaşın başlamasından 41 gün sonra, 1 Mayıs 2003’te, savaşın bittiğini ilan ettiğinde gerçekten de savaş bitseydi, birkaç cılız çatapatadan sonra direniş mireniş kalmasaydı ne olurdu?
iraqbodycount.com’a göre, 3961 Iraklı ölmez, Iraklı sivil kayıplar 8 bin civarında kalırdı; 700 kadar Amerikan askeri de. Amerikan askerleriyle beraber işgali yürüten özel güvenlik şirketlerine mensup kişiler Iraklılar tarafından öldürülüp cesetleri vahşice dövülmez, köprü başlarına asılmazdı. Irak’ta iş yapmaya çalışan, Amerikalıların kafası kesilmez, İtalyanlar öldürülmez, Japon gazeteciler kurban gitmez, Türk şoförler kaçırılmazdı... İşkenceler herhalde yine de olur, ama belki çok daha sonra ortalığa dökülürdü.
Direniş olmasaydı, Irak’taki yeni yönetimi yoğurup biçimlendirmek çok daha kolay olacaktı; Washington’daki planlayıcılar çok rahat edecekti. Ama asıl kolaylığı bütün Ortadoğu’yu, “genişletilmiş Ortadoğu”yu, hatta bütün dünyayı yoğurmakta da bulacaktı Amerikan yönetimi. Çünkü bütün dünyaya meydan okuyarak girmişti savaşa ve Irak’a. Birleşmiş Milletler kulu, kölesi gibi davranmazsa onu yok sayacağını ilan ederek kendi gücüyle Irak’taki Saddam Hüseyin rejimini bitireceğini söylemişti. Sonunda da BM’yi çiğnemiş, ezmişti. Bu, sembolik olmaktan fazla bir şeydi. Kendisini durdurabilecek bir güç yoktu ve ABD de, yanında Britanya ve yedeklerinde bir dizi ülkeyle dünyayı yeniden şekillendirme işine girişti. Bu, iki aşamalı bir işti: hem uluslararası ortam yeniden “dizayn” edilecek, hem de tek tek ülkelerin rejimleri yeniden ayarlanacaktı..
2003 yılı ABD emperyalizminin saldırganlığının doruğa ulaştığı bir yıl olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı. Bin bir yalanın, psikolojik harp merkezlerinde hazırlanmış planlarla kitleleri kandırma çabalarının ardından Irak'a karşı girişilen saldırı ve işgal, yıla damgasını vuran en önemli olaydı diyebiliriz.
ABD emperyalizminin bu saldırganlığı ve bölgeye ilişkin yeni planları birçok yönüyle tartışılıyor, tartışılacak da. Biz bu yazıda emperyalizmin saldırganlığının ötesinde, ona karşı tüm dünyada gelişen antiemperyalist mücadelenin Türkiye'deki yansımalarını ele almaya çalışacağız. Bu mücadele içersindeki bir araya gelişler, daha önce pek tanık olmadığımız oluşumlar ve mücadeleye bakıştaki farklı yaklaşımlar ana konularımız olacak. Bunları ele almak ve tartışmak, sonrasında da gelişen mücadele içersinde farklı tutumların yol açtığı sonuçları kavrayabilmek açısından önemli.
ABD'nin Irak'a yönelik tehditleriyle birlikte bütün dünyada bu saldırganlığa karşı mücadelenin yükseldiği bir yıldı 2003. Tüm yalanlara, propagandalara rağmen emperyalistler halkları ikna edememiş, planlarına ortak olmalarını sağlayamamıştı. Başta işgalci ülkeler olmak üzere dünyanın her yerinde milyonlarca insan emperyalistlerin savaş ve işgal planlarına karşı tepkilerini yükselttiler. Denilebilir ki ABD'nin açıktan meydan okuyan tavrı antiemperyalist mücadeleyi tetiklemekten öte gidemedi. 12 milyon insanın aynı gün sokaklara dökülerek emperyalizmi lanetlemesi dünyada şimdiye kadar pek sık rastlanır bir görüntü değildi. Hemen her ülkede ABD'nin politikalarını onaylamayanlar yan yana geliyor ve tepkilerini dile getiriyordu.
Türkiye'nin en çok tirajlı gazetelerinin, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye iadesi, Şemdin Sakık'ın Türkiye'ye getirilmesi gibi dönemlerde, bu operasyonları gerçekleştiren askeri birlikler olarak sürmanşetten sundukları Genelkurmay'a bağlı özel birliklerin başına Kuzey Irak'ta çuval geçirilmesi 2003'e damgasını vuran en önemli gelişmelerdendi. Kore'ye asker göndermekten bugüne kadar, NATO'da ABD'nin stratejik politikalarında hep onunla birlikte davranan TSK'ya yapılan bu muamele ile ABD Türkiye'ye "Benim kırmızı çizgilerim senin kırmızı çizgilerinden daha önemlidir. Senin kırmızı çizgilerin ancak benim çizgilerimle uyumlu olduğu ölçüde geçerli olabilir" demiş oldu.
Türk Genelkurmayı ve diplomasisi, TSK'nın ve Türkiye'nin hem iç kamuoyundaki, hem de bölgesel ölçekteki hegemonyasına ciddi bir darbe anlamına gelen bu olayın yarattığı itibar zedelenmesini giderebilmek için ABD'li yetkililerden bu muamelenin, Irak'taki ABD birliklerinden kaynaklı yerel bir durum olduğunu söylemelerini ve Türkiye'den özür dilenmesini talep ettiler. Bunlardan birincisi yapılırken, ikincisi konusunda direnildiği görüldü. Sonuçta oluşan tablo nereden bakılarak okunursa okunsun, ortada "TSK'nın Pentagon karşısında çiğnenen onuru" gibi bir manzara kaldı.
Türk askeri birliklerinin sınır ötesinde ne aradığı sorusu yerinde bir sorudur. Komşu ülke topraklarında Türk birliklerinin varlığı onaylanamaz. Ancak, tartıştığımız şey Türkiye'nin kırmızı çizgilerinin ABD'nin kırmızı çizgileri karşısındaki konumu olduğu için, komşu ülke topraklarındaki Türk askeri varlığının onaylanamayacağı gerçeği ile birlikte mercek altına alınması gereken nokta, ABD'nin kendisine çok uzak, ancak Türkiye'ye çok yakın bir bölgeyi kendisi açısından "tehdit" kapsamına sokarken, Türkiye'nin benzer bir tasarrufuna karşı gösterdiği refleks.
Haziran ayında İstanbul’da NATO Zirvesi toplanıyor. ABD emperyalizmi dünya egemenliği arayışında NATO’yu Büyük Ortadoğu bölgesinde seferber etmeyi planlıyor. Bu Kuzey Afrika’dan Pakistan’a; Basra Körfezi’nden Kafkaslar’a merkezinde bulunduğumuz bölgede savaşlar, gözyaşı, işkenceler demek.
Bu süreçte hepimize Türkiye’deki en geniş kesimlerle birlikte tüm dünyaya, “bu ülkede anti-emperyalistler var, bu ülkede savaş karşıtları var, bu ülkede ABD’nin saldırgan politikalarına direnmeye karar alanlar var” mesajını vermek sorumluluğu düşüyor.
“Başka bir dünya” arayışı, savaşsız, sömürüsüz bir dünya mücadelesinde şimdi en önemli görev, barışa sahip çıkmaktır. Enternasyonalizm bugün “küresel adalet” anlayışımızı “evrensel barış” talebinde somutlaştırmayı gerektiriyor.
ABD emperyalizmi yeni bir ortak düşman arayışı içerisinde, dünyanın hem enerji kaynakları, hem de jeo-stratejik konum açısından en kritik bölgesinde gerçekleştirdiği işgali genişletmek istiyor. AKP hükümetinin NATO, IMF, DTÖ gibi emperyalizmin kurumlarının direktiflerine kayıtsız şartsız riayet etme biçiminde kendini gösteren teslimiyetçiliği biliniyor. Kendi tabanını da “yeni Osmanlıcılığın” ihyası hayaliyle peşinden sürükleyerek Türkiye’yi BOP’ a dahil etme planlarını teşhir etmek hayati önemdedir. ABD ergeç yenilecek, tası tarağı toplayıp bölgeyi terk edecektir. Türkiye’nin “bölge gücü” olma ham hayaliyle bu maceranın ortasına atılması önlenmelidir.
Bu anlamda bizler açısından, NATO’nun tarihsel misyonunu anlatabilmek, BOP’un gerçek amacını deşifre edebilmek çok önemlidir.
Çatışkı Fırtınası
ABD’nin Irak’a saldırısı, herkesi zor durumda bırakması gerekirdi. Burada herkes derken kamuoyu karşısında düşüncelerini yazanlardan, yazarlardan söz ediyorum. Ama gördüğüm kadarıyla hiç kimse zor durumda kalmadı. Hemen iki küme oluştu. ABD’yi tutanlar, Irak’ı tutanlar.
Ben, bu konuda olgunun ciddi bir biçimde çözümlenmediğini düşünüyorum. Hem ABD’yi tutanlar, Hem Irak’ı tutanlar, olguya tepki verdiler.
Tepkiden bireşimine ulaşılamaz. İki yanda ulaşamadı bireşime.
Şimdi bu konuda özet gerekiyor. ABD’nin Irak’a saldırısını, nerden bakarsak bakalım, savunmak mümkün değil. Saldırı, emperyal bir tutumdur. Emperyal saldırı, kavramları bulanıklaştırarak, ya da kavramların içlemini dönüştürerek savunabilir ama, buna argumentum ad misercordiam denir. Yanlış bir akıl yürütmedir argumentum ad misercordiam. Akli kanıtlarla değil, acındırmayla kanıtlama.
‘Hiçbir yasa ve kural tanımaksızın, kendini bunların sınırlayıcılığı içersine hapsetmeksizin amaca varmak için her yol ve yöntemi kullanarak sürdürülen mücadele ve savaş biçimi’.
Literatürde kontrgerilla savaşının tanımı yukarıdaki satırlarla özetlenmekte. Cinayet, suikast, işkence, darbe, soygun...Yalana dayalı, beyinleri esir almayı amaçlayan psikolojik savaş.... Kitlelerde infial yaratacak eylemler yaratmak ve bu infialin yarattığı kaos ortamının ardından hedefe doğru ilerlemek...
Kontrgerillanın varlığını birçok örnekleriyle biliyoruz elbette. Şili’deki darbeden Kolombiya’daki sendikacı suikastlerine, Erenköy Köşkü’nden Yunanistan’daki Cunta’ya kadar kontrgerilla operasyonlarına birçok örnek sayabiliriz dünyanın dört bir yanından.
Ülkemiz tarihinden de bir dizi örnek gelir aklımıza kontrgerillanın gerçekleştirdiği katliam ve operasyonlara. Ama sanki bütün bunlar tarih içinde kalmış gibi bir görüntü de yaratılmaya çalışılmaktaydı son yıllarda. Bu vahşi savaş biçiminin ve onun örgütlerinin tarihsel konumunu tamamladığı, günümüz egemen sınıflarının da bu kanlı yöntemlerden kurtulmayı hedeflediği ve bunun için adımlar atmaya ihtiyaç duyduğu ve de kontrgerillanın ve bu tarzın sırasıyla tüm ülkelerde tasfiye edildiği bir sürece girildiğini öne sürmekteydi bazı çevreler. Üstelik bu tezleri ortaya atanların önemli bir kesimi de ‘demokrat’ gözüken kişi ve çevrelerdi. Yaratılmak istenen yanılsamaya en büyük destek bu çevrelerden gelmekteydi. ‘Gelinen çağda insan hakları gibi kavramlar artık uluslar arası ve çağdaş kavramlar olarak herkesin değerleriydi.’’Uluslar arası normlar ve anlaşmalar herşeyin üstündeydi.’’Dönüşüme ve değişime ayak uyduramayan çağdışı örgütlenmeler tasfiye ediliyor, burjuvazi hukuk devleti ve hukuk kuralları içersinde bir yönetimi tercih ediyordu.’
II. Körfez Savaşı’nı başlatmak üzere ilk cruise füzesinin atılması ile birlikte AFL-CIO ve üyesi olan sendikalar yarım ağızlı bir şekilde de olsa savaşa karşı çıkıyormuş numarası yapmayı bıraktı ve Bush yönetimine koşulsuz destek verdiklerini açıkladılar. AFL-CIO önderliği ve genel olarak Amerikan sendikal bürokrasisi bu canice ve herhangi bir kışkırtma olmadan başlatılan emperyalist savaşa destek vererek, toplumsal ve siyasi özünü bir kez daha bütün çıplaklığıyla ortaya koydu ve çıkarlarını savunduğunu öne sürdüğü işçilerin değil, ABD yönetiminin uzantısı ve Amerikan emperyalizminin maşası olduğunu gösterdi.[1]
Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra AFL-CIO Başkanı John Sweeney şu açıklamayı yaptı: “AFL-CIO, Saddam Hüseyin’i silahsızlandırmanın en iyi yolunun, Birleşmiş Milletler’in yaptırımları temelinde geniş bir uluslararası koalisyon olduğunu savundu. Ancak, artık bir karar alınmıştır ve biz ülkemizi ve cephenin ön saflarındaki Amerika’nın erkek ve kadınlarını ve ülkemizde kalan ailelerini hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde destekliyoruz.” (http://www.aflcio.org/mediacenter/prsptm/pr03202003.cfm)
AFL-CIO Başkanının ABD askerlerini desteklemeye yönelik bu çağrısı son derece kinikti. Çünkü Sweeney’nin haklı olabilmesi için her şeyden önce Irak’ı işgal etmeye karar verenlerin ABD ordusundaki erler olması gerekirdi. Oysa gerçek dünyada ABD emperyalizmi adına savaşı başlatma kararı, tek yanlı olarak ve uluslararası hukuku bütünüyle çiğneyerek Beyaz Saray’da/Pentagon’da aldı. AFL-CIO’nun “sahibinin sesi” markalı ısmarlama yazarları (ve “gölge” yazarları), işçilerin emperyalist bir savaşın arkasında yer almalarını sağlamak için bir kez daha savaş alanındaki Amerikan askerlerini kullanma yoluna gittiler.
Petrol ticari olarak kullanmaya başlandığından beri, devletlerin dış politika ve ulusal güvenlik politikalarında belirleyici olmuştur.
Petrol sanayinin gelişimini izlemek, kapitalizmin tekelci niteliğini ve emperyalizme geçişin dinamiklerini anlamakta önemli ipuçları vermektedir.
Petrol sanayi geliştiği ülke ekonomilerinde tekelleşmeyi hızlandırırken, aynı zamanda hükümetleri de, uluslararası rekabete bizzat katılarak dünyanın paylaşımında kendi şirketlerinin koruyucusu konumuna getirmektedir.
Petrol sanayinde tekelleşme süreci, üretimden dağıtıma doğru değil, tersine, rafineri ve dağıtım alanındaki tekelleşmeden üretimdeki tekelleşmeye doğru olmuştur.