2015 yılının 28 Şubat’ında hükümet yetkilileri ve HDP’li milletvekilleri Kürt sorununun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmışlardır. Bu gelişme sonucunda hükümetteki AKP’nin oylarında bir düşüş olduğu görülmüştür. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı R. T. E. çözüm sürecine ilişkin varılan mutabakata katılmadığını ve bu mutabakatı tanımadığını dile getirerek ülkede “Kürt sorunu” diye bir sorun olmadığını belirtmiştir. Bu açıklamanın amacı 7 Haziran 2015 milletvekili genel seçimleri öncesinde AKP’nin kaybettiği milliyetçi oyları tekrar kazanarak Kürt karşıtlığı üzerinden dinci/milliyetçi seçmen kitlesini konsolide etmektir. Böylece, seçmen kitlesinin yaklaşık %60’ına tekabül eden muhafazakar/milliyetçi seçmenlerin oylarının AKP’ye gitmesini sağlamak amaçlanmıştır. Bunun neticesinde HDP’li vekillerin/temsilcilerin İmralı’ya gitmesine izin verilmemiş ve A. Öcalan’ın görüşmeleri kısıtlanmıştır. PKK’ya yönelik askeri operasyonlar sürerken, HDP’nin teröre destek verdiği algısı toplumda daha da pekiştirilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, milliyetçi seçmen kitlesi oyunu 7 Haziran’da AKP yerine MHP’den yana kullanmıştır. HDP de seçime parti olarak katılmış ve %10 barajını aşarak meclise girmiş ve böylece AKP tek başına hükümeti kuracak milletvekili sayısına erişememiştir. Bunun üzerine AKP milletvekili Burhan Kuzu yaptığı basın açıklamasında durumu, “Millet kaosu seçti” şeklinde değerlendirmiştir. Bu durum aslında yaşanılması muhtemel ortamın habercisidir. 7 Haziran seçimlerinden sonra AKP heyeti önce CHP, ardından da MHP ile koalisyon görüşmeleri yapmış ve görüşmelerden sonuç alınamayacağı anlaşılınca, CHP’ye hükümeti kurma görevi verilmeden Cumhurbaşkanınca 1 Kasım 2015’te yeniden genel seçim yapılmasına karar verilmiştir. Bu süreçte TSK, PKK’ya karşı daha aktif bir mücadele geliştirmiş ve Kandil’e yönelik hava operasyonları düzenlemiştir. Bölgede yaşanan çatışmaları durdurmak amacıyla 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Gar meydanında düzenlenen “Barış ve Demokrasi” mitinginde patlatılan canlı bomba ile 100’den fazla yurttaş hayatını kaybetmiş, 400’den fazla kişi de yaralanmıştır. Saldırı üzerine Ankara Cumhuriyet başsavcılığı saldırıyı İŞİD’in gerçekleştirdiğini açıklamasına rağmen, eylemi PKK’nın gerçekleştirdiğini dillendirilerek (Es ve Hyong, 2016: 35) HDP-PKK ilişkisi kurulmuş ve kamuoyunda HDP’ye karşı oluşan sempati antipatiye dönüştürülmüştür. Bu sayede toplumda, kavga, çatışma, korku ortamında can ve mal güvenliğinin olmadığı düşüncesi yaratılarak güvenlik endişesiyle milliyetçi dalga yükseltilmiş, bu ortamda girilen 1 Kasım seçimlerinde MHP tabanının bir kesimi AKP’ye eklemlenerek oyunu AKP’ye vermiş AKP yeniden tek başına iktidar olabilecek bir oy oranına ve milletvekili sayısına erişmiştir.
Bu bağlamda bu yazının amacı 1 Kasım 2015 milletvekilliği genel seçimlerinin köşe yazılarında nasıl sunulduğunu incelemektir.
1970’li yıllarda Keynesci refah devleti krize girmiş (yüksek enflasyon, işsizlik ve düşen kâr oranları) ve sistemin krizden çıkış yolu olarak neo-liberal ekonomi modeli gündeme gelmiştir. Neo-liberal ekonomi anlayışında devlet ekonomiye müdahale etmemeli, sadece enflasyonu düşük tutacak monetarist politikalar izlemelidir. Bu model özünde dış taleple büyüme ve yapısal uyum anlayışına dayanmaktadır. Yapısal uyumun ima ettiği aslında daha fazla ithalat ve dünya ekonomisine daha çok bağımlılıktır. Yapısal uyum IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı ekonomi programı ve anlaşmalarla gerçekleştirilmiştir. Bu ekonomik modeli hayata geçirebilmek için Türkiye’de 24 Ocak 1980’de siyasi bir karar alınmış, ancak bunun önündeki örgütlü yapıların engelini kaldırabilmek için 12 Eylül (1980) askerî darbesi gerçekleştirilmiştir. Darbeyle örgütlenme ve grevler yasaklanmıştır. Bu darbenin en önemli amacı örgütsüz bir kitle toplumu yaratmaktır (Öngen, 1997). Bu Türk-İslam sentezi olarak kavramsallaştırılacak Amerikan yapımı ideoloji ile gerçekleştirme yoluna gidilmiştir. Bu ideoloji eleştirel bilimsel aklın yerine inanç ve biat kültürünü ikame etmiştir. Özü itibariyle güvencesiz, taşeron sitemine dayalı olarak esnek üretim yapan işçi sınıfını örgütsüz, dağınık, sendikasız bırakan bu sistem, siyasal eylemliliğin ve mücadelenin yerine boyun eğmeyi, başına gelenleri kapitalizmin kar maksimizasyonunun bir sonucu değil, kader olarak görecek bir işçi sınıfı yaratmayı amaçlamıştır. Bu ideoloji burjuvazinin kendi hegemonyasını kurmak için oluşturulmuş, burjuvazinin kültürü ve ideolojisi Siyasal İslamcılık aracılığıyla kitlelerin gözünde kendine meşruiyet sağlamıştır.
Türkiye tarihinde 1990’lı yıllar, koalisyon hükümetleri, ekonomik kriz, siyasi istikrarsızlık, yoksulluk, yolsuzluk, mafya, insanlar arasında ayrımcılık, [Sivas örneğinde olduğu gibi] toplu katliamlar, güneydoğu Anadolu’da iç savaş, işkence, faili belli [olmayan] siyasi cinayetler, iç göç ve işsizlik gibi birbirine bağlı pek çok toplumsal sorunlarla hatırlanmaktadır. Bu koşullarla 2000’li yılların başına gelindiğinde Türkiye’de merkez sağ ve sol partilerin yolsuzluk, yoksulluk ve siyasi istikrarsızlık gibi sebeplerle tasfiye olması, siyasal alanda bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğu, “demokratikleşme ve istikrar” söylemini kullanan, 2001 yılında kurulan ve 2002’de iktidara gelen AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) doldurmuştur.
Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlarının çözümü için istikrar ve güçlü liderliğe vurgu yapan AKP ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin sermaye sınıfı için adeta Napolyon Bonapart gibi bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte eski solcular ve liberaller de AKP’ye ideolojik destek vermişlerdir. AKP, o dönemde iç dinamiklerden ziyade gücünü ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ve AB (Avrupa Birliği)’den almıştır. Ancak AKP herhangi bir merkez sağ parti değildir. AKP, içerisinde seçimle iktidara geldiği rejimi, BOP’un “ılımlı İslam” projesinin bir parçası olarak ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik olarak dönüştürmekte ve kendi hegemonyasını tesis ettiği yeni bir rejim kurmaktadır.
Türkiye’de ilk kez gizli oy açık tasnifin yapıldığı çok partili seçimlerin yer aldığı 1950 seçimlerinden bugüne 16 kez milletvekili genel seçimleri oldu. Son seçim, 12 Haziran 2011 tarihinde gerçekleşti. 50 milyon civarında kayıtlı seçmenin bulunduğu, 14 partinin ve bağımsızların yarıştığı ve seçmenlerin yüzde 86.7’sinin sandık başına gittiği seçimlerden AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) yüzde 49.94’lük oy oranıyla birinci çıkarken ikinci sıradaki CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) yüzde 25.94 ve üçüncü MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) yüzde 13.3 oranında oy almış ve bağımsızların oy oranı ise yüzde 6.61 düzeyinde kalmıştır. Buna göre daha önceki iki seçimden de birinci çıkan AKP, 326; CHP, 135; MHP, 54 ve bağımsızlar da 35 milletvekilliği kazanmıştır. Toplam 81 ilin 66’sında AKP sandıktan birinci parti olarak çıkmıştır. AKP Türkiye çapında sadece üç ilde (Hakkari, Iğdır ve Tunceli) milletvekili çıkaramamıştır. Seçimde ikinci sırada olan CHP sadece yedi ilde (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, İzmir, Aydın, Muğla ve Tunceli) birinci sırada çıkarken, üçüncü sıradaki MHP yalnızca Iğdır’da sandıktan birinci parti olarak çıkmıştır. Seçimlere yüzde onluk baraj nedeniyle parti olarak değil, bazı sol kökenli partilere mensup kişilerin de dahil olduğu 61 bağımsız adayla katılan BDP’nin 35 adayı daha çok doğu ve güneydoğudaki illerden aldıkları oylarla meclise girmeye hak kazanmıştır. Bu sonuca göre AKP, daha önceki iki seçimde (2002 ve 2007) aldığı oy oranlarını (%34 ve %47) artırarak üçüncü kez hükümeti kurma hakkını elde etmiştir.
2001 ekonomik krizinden sonra kurulan ve bu krizin süpürdüğü merkez sağ ve sol partilerden boşalan siyasal alanı dolduran AKP, kendisini ekonomik alanda neo-liberal; siyasal ve kültürel alanda muhafazakar-demokrat olarak tanımlamaktadır. Bu açıdan, küresel sermaye ile ekonomik ve siyasal anlamda uyumlu olan AKP, neo-liberal ve neo-muhafazakar bir toplum yaratmak ve bunu hukuki olarak da pekiştirmek için öncelikli olarak mevcut anayasanın bazı maddelerini değiştirmek ve mümkünse daha sonra kendi belirlediği koşullarda yeni bir anayasa yapmayı hem öngörmekte hem de bunu topluma bir vaat olarak sunmaktadır.
2002’de yapılan genel seçimlerde aldığı yüzde 34’lük oy oranı ile birinci parti olan AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi), büyük sermaye gruplarının desteğini alarak “Avrupa Birliği’ne uyum” söylemiyle 1982 anayasasının pek çok maddesini değiştirmiştir. Ancak 2007’de seçimleri ezici bir çoğunlukla (yüzde 47 ile) kazanan parti, İstanbul’un büyük ve laik sermayesini ve onun denetimindeki medyayı da karşısına alarak mevcut rejimi dönüştürmek için açıktan yasal ve anayasal değişiklikler yapmaya başlamıştır. Anayasa Mahkemesi tarafından laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu saptanan AKP, mevcut sistemi ve onu oluşturan kurumları değiştirmek için çalışmalarına devam etmiştir.
Kapitalist toplumlarda medya, siyaset, sermaye ve iktidar ilişkileri gerilimli bir konudur. Özellikle hükümet ve medya, sermayenin egemenliğinin ve iktidar ilişkilerinin parçasıdırlar. Aralarında özel ekonomik ve siyasi tabanlı ilişkiler vardır. Hükümetlerin ekonomik ve siyasal kararlarla bazı medya kuruluşlarını ödüllendirmesi ya da cezalandırması, medyanın hükümet[ler]e ideolojik destek vermesi gibi konular malumun ilanıdır.
2009 yılında AKP hükümetinin Maliye Bakanlığı tarafından Türkiye’nin en büyük medya kuruluşu olan Doğan Holding’e, vergi usulsüzlüğü gerekçesiyle 5 milyar liralık bir vergi cezası kesilmiştir. Bu miktar, 2002-2006 dönemine ilişkin kayıtların incelenmesi neticesinde kesilen birden fazla cezanın toplamıdır. Hükümet bütün bu gelişmeleri rutin bir inceleme sonucunda yapılan bir işlem olarak yansıtırken, muhalefet ve hükümet karşıtı kişi ve kurumlar bu konuyu, siyasal iktidarın kendisine muhalif olan bir medya kurumunu yok etme ya da susturma operasyonu olarak değerlendirmektedir.
Bu bağlamda bu makalenin amacı, AKP hükümetinin medya ile ilişkilerini Aydın Doğan medyası örneğinde inceleyerek, kapitalist toplumlarda iletişimsel faaliyetlerin, liberal paradigmanın iddia ettiği gibi “pazar mekanizması” çerçevesinde arz ve talebe göre biçimlenmediğini, bilakis devletin bu alanda ekonomik ve siyasi bir aktör olarak aktif bir şekilde yer alarak, medya sektörünü sınıf mücadelesinin bir parçası olarak nasıl biçimlendirdiğini ortaya koymaktır. Bunun için öncelikle AKP’nin gelişimini sağlayan tarihsel ve toplumsal koşullar çerçevesinde bu partinin ekonomik ve siyasal temelini, Türkiye’de medyanın doğuşunun medya-hükümet ilişkilerini, buna dayalı olarak AKP-Doğan Grubu ilişkisini ve kavgasını tarihsel bir perspektifle incelemek amaçlanmıştır.
Öncelikle kitapların yasaklanması, yazar ve yayıncıların yargılanması karşısında, bunları haberleştiren ve yorumlayan yazılı, sesli ve görsel medya mensuplarına, dayanışma gösteren ulusal ve uluslararası meslektaşlarımıza, yazar örgütlerine, insan hakları kuruluşlarına, Düşünce Özgürlüğü inisiyatifine teşekkür ederiz. Dünya yayıncılar toplumunun bize verdiği manevî destek yayınlama özgürlüğü mücadelesi için moral ve cesaret veriyor.
Aşağıda geçmiş dönemde yayınlama özgürlüğüne ilişkin kısa bir sunum yer alıyor. Sn. Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümeti sırasında, ifade ve yayınlama özgürlüğü alanına ilişkin sorunların arttığını, daha ciddi boyutlar aldığını belirtmek zorundayız.
2000 yılı içinde 14 yayınevince yayınlanan 14 kitap yasaklandı ve yargılandı. 2001 yılında ise 23 yayınevinin 42 kitabı ve 38 yazar aynı kaderi bölüştü. İçişleri Bakanlığı’nın resmî verilerine göre aynı yıl içinde kitap ve süreli yayın olarak yasaklanan yayınların toplam sayısı ise 1300’dü. Yasaklanmadan yargılanan kitapların oranı oldukça düşük. Ve açılan davaların çok azı beraatle sonuçlandı.
2002 yılında ise önceki yıllara oranla yasaklanan ve suçlanan kitapların sayısında önemli bir artış meydana geldi. Bu yıl içinde, bize ulaşan verilere göre yargılanan kitapların sayısı 77, yazarların sayısı 57 ve yayıncıların sayısı ise 38’di.