Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye nüfusunun %75’i kırsal alanda, %25’i kentlerde yaşıyordu. Bunun sonucu olarak da ülkenin kalkınması doğal olarak tarım sektörü üzerine kurgulanmıştı. Sorunlarla yüklü tarım sektörünü geliştirmek için ilk iş olarak çağdışı kurumlar tasfiye edildi, kurumlaşma ve eğitim çalışmaları gerçekleştirildi, günümüzde tüm ülkelerin yaptığı gibi tarım çeşitli yöntemlerle desteklendi. Bu çabaların sonucu 1923-1938 yılları arasında görülen hızlı kalkınma, tüm gelişmekte olan ülkeler arasında “Türkiye gibi” örneklerinin verilmesine neden olmuştur. Türkiye’nin bu hızlı yükselişi ileri ülkelerin de dikkatini hemen çekmiş ve o günlerden itibaren Türkiye “dikkat edilmesi gereken ülke” kategorisine dahil edilmiştir.
1950 yılına dek nüfus dağılımında aynı oranlar korunurken, 1950’li yıllarda makineleşmenin etkisiyle, tarımda insan gücüne ihtiyacın azalmaya başlaması nedeniyle kırsal alanda yaşayan nüfus kentlere doğru hareketlenmeye başlamıştır.
Bütçe konusu salt ekonomik olmaktan çok, ekonomi ile politikanın kesiştiği alanda yer alan ekonomi-politik bir konu gibi görülmekle beraber, politikalar ekonomik gerçekler üzerinde yükseldiği ve/veya ekonomik güç ilişkilerinin dayatmaları doğrultusunda şekillendiği için, temelde ekonominin başat doku olduğunun kabul edilmesi tartışmasız bir gerçektir. Bu nedenle, tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de iktidar değişimleri dönemsel olarak net bir şekilde bütçelere yansımaz. Zira, ekonomik alt-yapıyı oluşturan üretim ilişkileri kısa dönemler içinde belirgin olarak değişmediği gibi, bu alt-yapı üzerine oturan siyasal erkin manevra alanı da oldukça sınırlıdır.
Ekonomik alt-yapının şekillendirdiği bütçe, hukuksal niteliği ile yasa olduğundan, hukuksal normlar hiyerarşisinde hedeflerin ve programların üzerinde yer alır. Bütçe; hukuksal niteliği ile bir yasa ve fiilen uygulanan pozitif bir belge ya da kaynak olduğu halde, hedefler ve programlar, gerçekliğe uyarlanmaya çalışılsa da, ekonomik alt-yapının doğal gelişme seyrini zorlayacak şekilde ekonomide bir tür değişimi öngören normatif kaynaklar olarak görülürler. Ekonomik alt-yapının belirlediği doğal gelişme trendinin kamu kesimi kanadını yansıtan bütçeye karşın, plânlar ve programlar ekonomik güç ilişkilerini zorlayacak sosyal dengeleri de odağa çeker. Hal böyle olunca, ekonomik güç ilişkileri bağlamında toplumu yönetme durumunda olan siyasal erk, doğal olarak, bir yandan topluma yaptığı vaatler ile diğer yandan da ekonomik güç dengeleri arasında optimal dengeyi sağlamaya çalışırken, hedefleri ve programları ikinci plâna atarak, belirlediği politikalar doğrultusunda bütçesini oluşturur ve bunu uygulamaya koyar. Bir dönemlerin ünlü politikacısının ifadesi olan, “Halkın plâna değil, pilava ihtiyacı var!” sözü, politikacı gözünde bütçe ile programların yerini açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye 2001 yılında 21 Şubat kriziyle sarsıldı. Krizin MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Başbakan Bülent Ecevit'e "Anayasa fırlatması"yla başladığı da söylendi. Üstelik kriz yaratacağı baştan belli bu olay bizzat hükümettekiler tarafından kamuoyuna yansıdı ve bu "güvensizlik" ortamı içinde bir gecede yüzde 40 develüasyon yaşandı.
1. Dünya Savaşı'nın Avusturya Macaristan İmparatoru'nun bir Sırp tarafından öldürülmesi nedeniyle başladığına inanmak kadar saçma bir sebebe bağlanan krizin altında yatan ise 24 Ocak kararlarından bu yana uygulanan ve en büyük bayraktarlığını 1999 14 Nisan seçimlerinin ardından iktidara gelen DSP, ANAP ve MHP'den oluşan koalisyon hükümetinin IMF'nin ve Dünya Bankası'nın uyguladığı ekonomik programlardı. Bir gecede milyon dolarlar cep değiştirdi ve vurguncular sahneye çıktı. Ücretler bir gecede yarı yarıya azaldı. İşte 2001 yılına böylesi bir krizle girildi.