Türkiye Ekonomisinin Dünya Ekonomisi ile Bütünleşme Biçimi

1980’lerin başında tüm dünyada yeni bir iktisat anlayışı ve iktisat politikaları hakim olmaya başladı. Sıklıkla yazıldığı gibi bu dönemde liberal (serbest) politikalar uygulanılmaya ve dış ticaret ile finans hareketlerinin önündeki engeller kaldırılmaya başlandı. Ülkemiz de 24 Ocak 1980’de dış ticaretin liberalizasyonu ile bu sürece dahil oldu; 1989’da finans hareketlerinin önündeki engellerin kaldırmasıyla bu yolda ilerledi. Her ne kadar 12 Eylül 1980 darbesi liberalizasyon yönünde alınan kararların uygulanabilmesini mümkün kılmışsa da bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir değişiklik değildi. 1980’ler boyunca hemen hemen bütün gelişmekte olan ülkelerde benzer kararlar alınarak uygulamaya konuldu.

1980’lerin başında gelişmekte olan ekonomilerde yaşanan borç krizleri söz konusu ülkelerin Uluslararası Para Fonu (UPF) ve Dünya Bankası (DB) eksesinde yeni bir ekonomik yapılanmaya itti.1 Bu yeniden yapılanma sürecinde öncelikli olarak dış ticaret, daha sonra da sermaye akımları serbest piyasa anlayışına göre oluşturuldu. Bu değişime ek olarak da vergi sistemleri, kamu harcamaları, emek piyasalarındaki düzenlemeler de köklü değişikliklere tabi tutuldu. Özelleştirme girişimleri de ağırlıklı olarak bu dönemde başlatıldı.

Bu topyekün değişimin veya dönüşümün ana eksenini devletin –gerek yaptığı kanunlar, düzenlemeler ile gerekse de ekonomi içinde oynadığı aktif rol ile- verimsiz olduğu iddiası oluşturdu. Devletin ekonomi içindeki rolünün azaltılması ile piyasa verimliliğinin öne çıkacağı ve daha hızlı bir ekonomik büyüme yaratılacağı iddia edildi. Gelişmekte olan ülkeler birbiri ardı sıra ithal ikameci kalkınma modelinden ayrılıp ihracata dayalı büyüme modellerine geçtiler. Bu amaçla öncelikyaşanacağı -yani acı reçetelerin ortaya çıkacağı- açıktı; ancak bu sıkıntıların uzun vadede ortadan kalkacağı veya daha iyi bir gelecek için fedakârlık yapmak gerektiği iddia ediliyordu. İç talebin büyümesine dayanan kalkınma anlayışı yerini arz yönlü iktisat politikalarına bıraktı. İhracatta rekabeti artırabilmek için de üretim maliyetleri özellikle de işçi maliyetleri kısılmaya çalışıldı.

Bu politika seçiminin doğrudan sonucu ise söz konusu ekonomilerde gelir dağılımının bozulması olarak ortaya çıktı.

Bu yeni politikaların bir diğer asli özelliği de yeni yatırımlar için ihtiyaç duyulan kaynağın dışarıdan sağlanmasıydı. Finansal liberalizasyon ve bu yeni serbest ortamın, ihtiyaç duyulan yabancı sermayeyi -yatırımlar, ortaklıklar ve borç cinsinden- söz konusu ekonomilere sağlayacağı düşünülmüştü. Beklenildiği gibi finansal liberalizasyon sonucunda gelişmekte olan ülkelere büyük miktarlarda sermaye girişi olmuştur. Ancak bu sermaye girişleri beklenilen büyümeyi sağlamak konusunda aynı biçimde başarılı olamamıştır.

Ek bilgiler

  • Yıl: 2006
Ara...