Olağanüstü derecede büyük bir haksızlıktı bu! 80 öncesinin iç savaş ortamında, işkence ve cezaevi koşullarında yaşananlar yetmiyormuş gibi ömür boyu sessizliğe ve suskunluğa mahkum edilmişlerdi. Siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve kamuoyu bu konuda maalesef büyük bir duyarsızlık içindeydi. Bu insanlar on yıllar hatta ömür boyu süren bir tasfiyeye yatırılmıştı. Böylesine kapsamlı ve köklü bir tasfiyenin muhatapları dahi tepkisiz adeta “sözsüz ve yazısız” bir anlaşmayla durumu kabullenmişlerdi.
Dünyanın ahvaline baktık. ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaş bitmiş, ABD’nin egemenliği altında tek kutupluluk ve globalleşme sürece egemen olmuştu. Globalleşme ekonomik liberalizm biçiminde ABD’nin çıkarları doğrultusunda şekillenmişti. Fakat kendi iradesi dışında yarattığı başka bir sonuç vardı; ileri teknolojik gelişme dünyayı küçültmüş, toplumların en azından teknolojiyle ilgili kesimleri yer küremizde olup bitenleri öğrenme olanağı elde etmişti. Makro planda ileri teknolojik gelişme dünyanın belli metropol öbeklerinde yoğunlaşıp genel bir bütünleşme görünümü verirken, soğuk savaş atmosferinin ortadan kalkmasıyla mikro planda toplumsal eğilimler, çoğulcu, özgürlükçü, sivil biçimler almaya başlamıştı. Soğuk savaş döneminin ilişkilerine göre şekillenmiş yasakların, dışlamaların, kaba merkezci yaklaşımların yaşama şansı kalmadığı bir görünüm de buna eşlik ediyordu.
Ülkemize gelince; Türk devlet sistemi ABD ile SSCB arasında süren soğuk savaş çerçevesinde ABD’nin ve NATO’nun tam desteği altında geliştirilip güçlendirilmiş devasa bir biçim almıştı. Bu durum tarihten gelen katı devletçi geleneklerle bütünleşince, hiçbir demokratik-sivil hareketin gelişme şansı kalmamıştı.
Sovyet sistemi çöktüğüne göre, siyasi sistemin artık eskisi gibi sürdürülmemesi gerekiyordu. Çünkü ortada soğuk savaş gerekçesi yoktu. Türk devlet egemenlerinin en çok sarıldıkları Kürt coğrafyasındaki ulusal mücadele de başka bir mecraya sürüklenmiş, hiç olmazsa orta vadede asli bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştı...
Dünyanın ahvali bu şekilde gözlemlenince, 2000’lerin dünyasında 12 Eylül darbesinin 20. yılında 78 kuşağının yasakları kamuoyunun gündemine getirilmeliydi. Yasaklar gündemleştirildiğinde doğrudan 12 Eylül Anayasası, 12 Eylül ceza mevzuatı ve kararnameleri ile karşılaşılacaktı. Başka bir deyişle yasaklarımızın önündeki en temel engel 12 Eylül rejimiydi. Yasaklarımızla 12 Eylül rejimi arasındaki nedensel ilişkiden yola çıkıldığında doğrudan 12 Eylül karşıtı bir hareket oluşturmak kendini dayatıyordu.
Peki bu karşıtlık nasıl olacak, nasıl şekillenecekti?
Partileşemezdik! Parti, program bakımından daha kapsayıcı olma durumundaydı. 78’lilerin yasakları bir partinin programının ancak bir unsuru olabilirdi. Bu da kaçınılmaz olarak 78’lilerin hak ve hukuk mücadelesine vurguyu sınırlayıcı özelliğiyle kuşağımızın tüm eğilimlerini kapsayamazdı. Bu nedenle sorunumuzu var olan demokratik-sosyalist partilerin bünyesine taşıma olanağımızda yoktu. Zaten hiçbirinin programında yasaklarımızla ilgili herhangi bir emare de yoktu. O günlerde bu niye böyleydi, o kabul edilemez sessizlik, bir geçiştirme ve hafife alma nedendi, doğrusu bunu anlamak isterdik.
Bu espri içinde başlı başına 12 Eylül’e karşıt bütünsel bir hareketin örgütlenmesi, bunun anti-militarist demokratik bir zeminde toplumsal sorgulama hareketi biçiminde geliştirilmesi zorunluydu.
Böyle bir karar verildikten sonra, bu yönlü deneyimleri inceleme çabası içine girildi. İkinci dünya savaşının bitiminde ABD’nin “gizli” tutumu Nürnberg mahkemelerinde Nazilerin kısmi yargılamalarla geçiştirilmesi, akabinde gelişen Sovyet tehdidine karşı onları kullanma biçimindeydi. Çünkü Naziler Sovyetler Birliği’ne göre örgütlenmişti. Bu konuda ABD’nin denebilir ki hiçbir bilgisi ve deneyimi yoktu. Tam bu esnada Nazi mağdurları farklı bir şey yaptılar. Naziler nerede, ne yapmışlarsa (katliam, soykırım, toplu mezar, işkence, gaz odaları, insan fırınları vb.) hepsini açığa çıkarma çabası içine girdiler. Olup bitenleri dünya ile paylaştılar. Nürnberg mahkemelerine belge yağdırdılar, yaşanmışlıkların canlı tanıklığını yaptılar. Öyle bir kamuoyu baskısı ve şeffaf bir ortam oluştu ki Naziler dünya halklarının ve demokrat kamuoyunun ortak vicdanında mahkum oldu. Nürnberg’te ciddi ciddi yargılandıkları gibi Nazi olmak insanlık suçu kabul edildi.
Nazi mağduru sivil güçler bununla yetinmedi. Dünyanın her tarafında Nazi avına çıktılar. İnsanlığın bir daha aynı şeyleri yaşamaması gerekiyordu. Bunun için yapılan kötülüklerin açığa çıkması, çekilen acıların ve ölenlerin bilinmesi zorunluydu. Bu onları Avrupa’da ve dünyada Nazi karşıtı kampanyalara ön ayak olmaya götürdü. Bunun filmleri, tiyatroları, müzikleri yapıldı, kitapları yazıldı. Dünyada anti-Nazi bir kültür doğdu. Bu durumun insanlık bilincinin ve demokrasinin gelişmesine esaslı katkıları oldu.
Geçerken hatırlatalım; ABD ve CIA dünya çapında yankı uyandıran anti-Nazi kampanyalara rağmen yüzlerce etkili Nazi savaş suçlusunu kaçırdı, korudu, besledi. Özellikle savaş sonrası Avrupa’sının Gladio örgütlenmesini bunların üzerinden geliştirdi. Bugünden bakıldığında, gladionun toplumların demokrasi ve özgürlük arayışlarına verdiği zarar bilinebilir olduğuna göre Nazi mağduru sivil güçlerin insanlığın gelecek yaşamına yaptığı katkı çok daha iyi anlaşılacaktır.
Anti-Nazi sorgulama kampanyaları savaşın hemen bitiminde yaşananlar her şeyiyle henüz canlıyken gündemleştirilmişti. Faşizmin yenilgisi, demokrasinin yükselişi ve Sovyet sisteminin caydırıcılığı bu kampanyaların süratle sonuç almasında etkili olmuştu. Günümüzde benzeri olumlu koşulları ve avantajları yaşamıyoruz. Fakat iki kutuplu dünyanın olumsuz sonuçları tartışılmaz bir biçimde ağır basmakla birlikte, nesnel olarak bu tip kampanyaların başlatılmasını ve yürütülmesine elverişli koşullar yaratmıştır.
Yunan İç Savaşı’ndan sonra, Yunanistan Komünist Partisi’nin programı tek bir gündem maddesinden oluşuyordu: “Komünistlere iade-i itibar.” Yunanistan çapında yürütülen kampanyalar dünya demokratik kamuoyunun da desteğini almış, cezaevleri boşaltılmış, komünistler ve iç savaş mağdurları haklarına kavuşmuş, bu Yunanistan’da demokrasinin gelişme koşullarını yaratmıştı. Böylesi bir tarihsel referansa ve mücadele deneyimine dayanan Yunan halkı ve aydınları 70’li yıllarda Albaylar Cuntasını hapse göndermeyi ve ömür boyu orda tutmayı başarmıştı.
Yunan deneyiminden öğrenilebileceklerin başında, savaşın bir tarafı yasaklanmışsa, o ülkenin bu yasaklarla demokrasiye geçemeyeceği, dolayısıyla ilk yapılması gerekenin yasaklara karşı çıkmak, bundan hareketle bütün yasakların ortadan kalkmasının, demokratik değerlerin yerleşmesinin koşullarının hazırlanması gelir. Bunlar bir yana, her kesimin ve sınıfın siyasi eğilimleri, talepleri olduğu gibi bunları en iyi şekilde temsil eden siyasetçileri vardır. O tarihi süreçte tecrübe ve birikimleriyle, temsil düzeyleriyle onlar öne çıkmıştır. Yasaklanmaları veya yasaklarının ortadan kalkması doğrudan doğruya önderi oldukları kesimin yada sınıfın çıkarları ile ilgilidir. Demokrasi bir yerde tüm sınıfların, tabakaların, etnik-kültürel grupların kendini ifade edebildiği bir ortam anlamına geliyorsa, yasaklılık hali demokrasiden başka bir şeydir.
En yakın örnek; 90’lı yılların başından itibaren Latin Amerika darbeci rejimlerinin sorgulanması sürecidir. Şili’de Cuma Anneleri yıllardır çocuklarının kaybedilmesine, işkence görmesine, ölmesine karşı mücadele içerisindeydi. Yaşananları, tanıklıkları tüm Şili’yle ve dünya demokrat kamuoyu ile paylaştılar. Şili’de Cunta karşıtı demokratik hareket şu veya bu ölçüde her zaman var oldu. Bu kapsamda Cuma Anneleri hiç yalnız kalmadı. Sol ve demokrat kesimlerin hemen tüm eğilimlerinin içinde yer aldığı Cunta karşıtı demokrat hareket etkili kampanyalarıyla bugün diktatör Pinochet’yi yargılanma aşamasına getirdi. Benzeri bir sorgulama süreci bir dergi platformu biçiminde başlayıp genişleyen, iktidardan uzaklaştırılan darbecilerin yüreğine yargılanma korkusu salan Arjantin’de yaşandı.
Hadisenin bir başka boyutu var ki bu çok önemliydi. 90’larda Sovyet Sistemi’nin çöküşünün dünya çapında yaratacağı sonuçları yakından gözlemleyen Latin Amerika silahlı devrimci hareketleri, Cunta rejimlerinin sorgulanması, iktidardan uzaklaştırılması, demokratik hükümetlerin işbaşına getirilmesi ve kendilerine siyasi çalışma ortamının tanınması politikalarını gündemleştirdiler.
“Silahları bırakma”tutumu bu yönlü bir politikanın ürünüydü. Yani ABD ve Şili, Arjantin, Uruguay ve diğer Latin oligarşilerine diyorlardı ki; “Siz darbecileri iktidardan uzaklaştırın, darbe döneminin kirli militarist güçlerini tasfiye edin, bizde silahları bırakalım ve demokratik bir ortamda yer alalım.” Bir nevi orta yol denebilecek bu tutumun son derece netameli ve riskli bir süreç olduğunun bilincindeydiler. Fakat dünyada değişen kuvvetler ilişkisinin kendilerine hiçbir şans bırakmadığı fikrinden hareket ediyorlardı. Demokratik ortamın gelişme koşulları içinde bir şekilde kendilerini koruma ve hayatta kalma zorunluluğu duyuyorlardı.
İşte Latin Amerika’daki Cunta karşıtı demokratik hareketlerin böylesi bir arka planı vardı.
Latin Amerika devrimcileri ve demokratları dünyadaki değişimi erken algıladılar ve hemen sorgulama hareketleri perspektifiyle demokratik bir ortamın koşullarını yaratmaya yöneldiler. Henüz Sovyetlerin çöküşünün başları yaşandığı için ABD ve yerli oligarşiler yeterince güvenli değildiler. Bizde ise 90’lardaki gelişmenin dünya ölçeğinde yaratacağı sonuçlar algılanamadı. Kürt hareketinin mücadelesi belki bazı şeylerin üzerinin örtülmesinin ve ertelenmesinin koşullarını yarattı. Fakat 12 Eylül’ü sorgulama, yasaklar ve bir siyasi haklar kampanyası düşünce düzeyinde dahi olmadı. Latin Amerika’da Cuma Anneleri darbecileri sorgulamanın temel zeminlerinden biri olurken Türkiye’de Cumartesi Annelerine karşı benzeri bir yaklaşım geliştirilmemesi aksine daraltılması, kısır çekişmelerin zeminlerinden biri haline getirilmesi manidardır. 12 Eylül günümüzde hayatın ve siyasetin önündeki en önemli engel olduğu halde sorgulama düşüncesi az da olsa yeni yeni tartışılmaya başlandı Bunu da 78’lilerin dört yıllık çabası ile birlikte düşünülmesi gerekir. Hala 12 Eylül’ün sorgulanması ve Darbecilerin yargılanması konusunda demokratik toplumsal eğilimlerinin duyarlılıklarının geliştirilmesi sorunu vardır. Yirmi beş bin insanın siyasi yasağı vardı. İki milyona yakın insan fişlenmişti. Hiçbir sol, demokrat, özgürlükçü partinin bununla ilgilenmemesi, bu taleplerin ancak yirmi yıl sonra gündeme getirilmesi ve sonuçlandırılması, durumu açıklar.
Türkiye’nin demokrasiye ihtiyacı var.12 Eylül sorgulanmadan ve darbeciler yargılanmadan, uygulamaları bütün yönleriyle teşhir edilmeden bir şekilde 12 Eylül karşıtı bir kültür yaratılmadan demokrasinin esamisinin okunmayacağı da ortada. Bu çerçevede 78’liler Vakfı kuşatması altında olduğu tüm bu olumsuz koşullara rağmen kendi mütevazı olanaklarıyla bu yönlü bir adım atmaya hazırlanmaktadır. Bu adım atılacaktır. Koşullar sonuna kadar zorlanacaktır. Ama sol, demokrat ve özgürlükçü çevrelerin temenni düzeyindeki desteğinden öte yardımına, katkısına ihtiyacımız olduğu da açıktır.
Bize gelince:
12 Eylül darbecilerinin yaptıklarını açığa çıkarıp Türkiye toplumu ve dünya demokrat kamuoyuyla paylaşmalıyız. Resmi rakamlara göre 650 bin kişi göz altına alınmış. Çağdışı yargılama koşullarına rağmen ancak 21.764 kişiye mahkumiyet cezası verebilmişler. Peki, 629.336 kişiyi neden gözaltına aldılar, işkence yaptılar, cezaevlerine attılar, içeride kendilerini, dışarıda ailelerini neden mağdur ettiler? Cezaevlerindeki açlık grevlerini, ölüm oruçlarını, kendini yakma hadiselerini yaratan koşullar neydi? 1 milyon 683 bin kişi neden fişlendi? 650 bin kişi gözaltına alındığına göre bu rakamın üç katına yakın sayıda kişi mahkeme kararını geçelim, artık gözaltına dahi alınmadan neden fişlendi? Fişlenenlerin çocuklarının geleceği neden karartıldı? 50 kişiyi nasıl bir yargılama sürecinden geçirerek ve hangi delillere dayanarak astılar? Darbeden hemen sonra Erdal Eren’in yaşının büyütülerek asılması yeterli bir ipucu değil mi? İşkence-mahkeme-cezaevi üçgeni içerisinde emir komuta ilişkilerine dayalı yek vücut bir yargılama cenderesi yaratıldı. Haksız ve hukuksuz bir biçimde binlerce mahkumiyet cezası verildi. 12 Eylül sanıklarının, tanıklarının ve avukatlarının yakından bildiği dava dosyalarında da yer alan çağdışı “hukuksal” garabetleri açığa çıkarmalıyız. Keyfi gözaltına alınma olaylarını, sokaklarda kurşunlamaları, yargısız infazları, kayıpları, her düzeyde şüpheli ölümleri açığa çıkarmalıyız. Köylük alanlardaki toplu göz altına almaları, işkenceleri, hakaretleri, tarlaların ve evlerin yakılıp yıkılmasını, sürgünleri açığa çıkarmalıyız. Darbeciler, binlerce kişiyi cezaevlerinde, sorgu birimlerinde kullandı. Denebilir ki işkenceci bir toplumsal katman yarattı. Bunlar kimdir, nedir, ne yaparlar, yaşamlarını nasıl sürdürürler açığa çıkarmalıyız.
Bu çerçevede gerçek suçlular ve suçlananlar kimdir? Mağdurlar kimdir?
Darbeciler mi yoksa 78 kuşağı ve darbe mağdurları mı?
Darbeciler hayatın her alanını düzenleyen sözde hukuki bir rejim kurdular. Anayasal ve yasal kararlar , kararnameler MGK, DGM, YÖK gibi kurumsal düzenler darbeci rejimin dama taşı olarak ortaya çıktı. Darbe hukuku bir yanda Ahmet Necdet Sezer ve Sami Selçuk diğer yanda Yekta Güngör Özden ve Vural Savaş tiplemelerini yarattı. 78 kuşağının yeni kalkan yasakları üzerinden 12 Eylül yasaklarının tarihten güncele ve geleceğe dönük siyasi-toplumsal anlamını ve yasakların ülkenin önüne koyduğu faturanın bedelini bütün yanlarıyla açığa çıkarmalıyız. Darbe hukuku faşistleri geçelim artık, hırsızlara ve adi katillere dahi tanıdığı yasal hakları mahkumiyetini bitirip çıkmış on binlerce sol-demokrat kişilere uzun yıllar neden tanımadı?
Darbe hukuku dağ başında bir militana ekmek verdi diye yoksul köylüyü gözaltına alıyor, işkence yapıyor, işkencede adam öldürmeye sebebiyet veren bir görevliden daha fazla ve daha ağır koşullarda cezaevlerinde yatırıyor, neden? Darbe hukukunun adaletsizliği üzerine bildiğimiz yüzlerce emsali vermeli, bu yönlü sorular sormalı ve yaşanmışlıkları tüm çıplaklığıyla açığa çıkarmalıyız.
Gerçek suçlular ve suçlananlar kimdir? Mağdurlar kimdir?
Darbeciler mi yoksa 78 kuşağı ve darbe mağdurları mı?
Bu soruyu bıkmadan usanmadan hep soracağız.
12 Eylül’ün sorgulanması bir başına yetersizdir. Peki, 12 Eylül hangi tarihsel-toplumsal koşulların ürünüdür? Bunun da tartışılması gerekir. Bu memleketin özellikle son otuz yıllık tarihin incelenmesi, gizli kalmış yanların açığa çıkarılması gerekiyor.
1973 yılından itibaren nispi demokratik bir ortam vardı. Türkiye siyasal-toplumsal açıdan nispeten istikrarlıydı. Toplumda bir eşitlik ve özgürlük arayışı vardı ve geleceği ile ilgili umutluydu. “Umudumuz Ecevit” sloganı aslında Ecevit’ten başka bir şeyi ifade ediyordu.
Bu ortamdan kim rahatsız oldu? Sonuçları bugün daha net ortaya çıkan, Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleyen politikalar kimin lehineydi? Bunlar kimlerdi?
Anadolu’dan geleneksel toplumun yükleriyle gelen gençleri kim faşistleştirdi, halkın ve gençliğin diğer kesimine kim saldırttı?
Yetmeyince polis devreye girdi, çeteler örgütlendi, dinciler kullanıldı en son darbe tezgahlandı. Bunları kim, nasıl, hangi ilişki içinde, hangi amaçla yaptı?
Peki yaptılar da ne oldu?
Sonuçlara bakalım:
Nispi demokratik ortam yok oldu. Gençliğin ülke sorunlarına en duyarlı kesimi tasfiye oldu. Çeteler ülkenin başına bela oldu. Dinciler sistemin sahiplerini bile rahatsız edecek bir şekilde güçlendiler. Bugün siyaset militarize olmuş durumda. Yani 70’li yılların sorunları bugün daha bir ağırlaşarak kendini koruduğu gibi bu sorunları çözmek için gündeme getirilen sözde çözüm yöntemlerinin her biri yarattığı yeni sorunlarla ülkeyi tam bir batağa sürüklemiş durumda. Fakat 70’li yılların sorunlarının maliyeti 78 kuşağına çıkarıldı. Peki 70’li yıllardan günümüze artan ölçüde ağırlaşan sorunların maliyeti kime çıkarılacak, faturasını kim ödeyecek? Mademki gelinen nokta çok daha kötü oldu.
Peki, 78 kuşağı neden tasfiye edildi? Bunun sorumlusu kimler?
Bizce otuz yıllık tüm sorunlar günceldir. Tüm sorunlar ağırlaşarak devam etmiştir. Bu çerçevede son otuz yılın tarihinin güncelleştirilmesi, sorgulanması gerekir. Tarihin güncelleştirilmesinin temel çıkış noktalarından biri budur.
Başka bir çıkış noktası;
70’li yıllarda Türkiye halkı ilk defa topluca hareketlenme, siyasileşme ve hak hukuk mücadelesi içersine girme arayışına girdi. Bu nokta çok önemlidir. Neden başka bir dönem değil de 70’li yıllarda hareketlendi, onu bu yönde harekete geçiren unsurlar neydi? Bunu tartışmak, açığa çıkarmak, bugüne taşımak gerekir.
Bugün ülkenin demokrasiye, çağdaş ve demokratik bir topluma ihtiyacı vardır. Böylesi bir toplumun öznesi halk olacaksa, halka 12 Eylül öncesinde içine girdiği olumlu eğilimler hatırlatılmalı, ona “sen 12 Eylül öncesinde ayağa kalktın hak-hukuk mücadelesi verdin, kendi iradeni eline almanın özgürlüğünü yaşadın, 12 Eylül’den sonra darbe seni devreden çıkarınca ülke ve koşulların bu hale geldi. Aynı şeyi yine yapabilirsin. Türkiye’yi bulunduğu noktadan demokrasiye taşıyabilirsin” şeklinde seslenmeliyiz. 12 Eylül öncesiyle ilgili halkın harekete geçme koşullarını ve hareketin biçimlerini özellikle işlemeliyiz. Bilelim ki halk 12 Eylül öncesini hatırlamazsa, benimsemezse, bu yönlü bir öz güven kazanmazsa, ne 12 Eylül sorgulanır ve darbeciler yargılanır nede bu ülkeye demokrasi gelir.
78’liler Vakfı kendini sadece 80 öncesi mücadelenin getirdiği yasaklar kampanyasının sonuçlarıyla sınırlarsa daralırdı. Gerçekten sivil ve demokratik bir hareket olma işlevi kazanmaz, rolünü oynayamazdı.
Dayanışma zorunludur. 80 öncesinde dayanışma, paylaşım, kardeşleşme ilişkileri egemendi. Anlaşılacağı üzere bu ilişkiler toplumsaldı. Bugün gelinen noktada, 70’li yılların devrimcilerinin her biri kendi kabuğunda yaşamakta, birbiriyle ilgili değildirler. Bu çok olumsuz bir noktadır, muhakkak aşılması gerekir. Solculardan, devrimcilerden topluma doğru genişleyen bir hatta dayanışma, paylaşım ilişkileri yaratmayı hedeflemeliyiz. Çeşitli vesilelerle sık sık, yan yana gelmeli, bunun biçimlerini tartışmalı, geliştirmeli, tekrar birbirimizle ilgili hale gelmeliyiz.
Sonuç olarak:
Yasaklarımızı kamuoyunun ve toplumun gündemine getirdik. Dört yıllık genel bir çalışma, iki buçuk yıllık “Yurttaşlık Haklarını İstiyoruz” adı altında özel bir kampanya sonucu yasaklarımızı kaldırdık. Tabii yasaklarımızla ilgili her şey bitmiş değildir. Bu devam eden bir süreçtir. Ama bu süre zarfında 78 kuşağının varlığı kamu oyu tarafından kabul edildi. Bir 78’lilik bilinci oluştu. 12 Eylül yasaklar üzerinden bir ölçüte tartışıldı. Hatta Mecliste yasaklarımızın tartışıldığı oturumda milletvekilleri tarafından mahkum edildi. Medyada yer yer darbe rejiminin sorgulanması biçimindeki yazılara rastlanır oldu. Başta 78’liler olmak üzere bu konuda çeşitli kitaplar yayımlanmaya başlandı. Bunların hepsi olumlu şeyler. Ama henüz darbe rejiminin sorgulanması, darbecilerin yargılanması yönünde bir iklim, toplumdan gelen genel bir talep, hatta toplumsal demokratik muhalefet eğilimlerin bu yönde birleşik bir talebi yok. 78’liler vakfı bütün bu koşullardan hareketle Darbe rejiminin sorgulanması, darbecilerin yargılanmasının koşullarını yaratmak istiyoruz. 78’lilerden başlayarak Demokratik Toplumsal Muhalefete ve halkın uyanık kesimlerine gide gide darbe rejiminin sonuçlarında rahatsız olan demokrasi isteyen herkese uzanan bir hatta darbecilerin Yargılanması yönlü bir talep ve giderek bir iklim yaratmak istiyoruz. Bu çok meşakkatli ve riskli bir süreç olduğu kadar, yaşanılır bir Türkiye hedeflenmesi itibarı ile de çok zevkli bir süreçtir.
Bunun için, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarla yakın tarihimiz arasında ilişki kurup tarihin güncelleşmesi fikrini yakıcı bir şeklide geliştirmek istiyoruz. Bu çaba içerisinde olan 78’lilerden başlayarak topluma doğru genişleyen bir perspektifle dayanışma ilişkilerinde mesafe almak istiyoruz.
İşte 78’lilerin programı gerekçelerini açıkladığımız bu dört temel üzerinde gelişmektedir. Bugünkü aşamada çalışmalarımızın odağında “Darbecilerin yargılanması” programı vardır.