EB: Seçimin ekonomiye yansıyan etkileri neler olabilir?
GK: Seçimin ekonomik etkilerini değerlendirmek için, önce 2003 yılına bakalım; 2003 yılında Türkiye dünyadaki bir gelişmeden çok yararlandı. Bu gelişme, gerek ABD’de gerek AB`de gerekse Japonya’da faiz hadlerinin fevkalade düşük olmasıydı. Federal Reseve, faiz hadlerini %1’e düşürdü. Bu, Avrupa’da %2 civarındaydı. Bu kadar düşük faizlerle mali plasman yapmak istemeyen fonlar, bu nedenle Yükselen Pazar ülkelerine akın akın gelmeye başladılar. Bunların başında Brezilya ve Türkiye geliyordu. Türkiye beş milyar dolar küsur ödemeler bilançosunda net hata noksan kaleminden bir kayıt dışı sermaye girişi yaşadı. Artı kayıtlı sermaye girişi olarak da ek bir beş milyar dolar kadar girdiğine tanık olduk. Dolayısıyla on milyar dolar civarında bir sermaye girişi oldu. Bu para, Türkiye ekonomisinde inanılmaz bir köpük yarattı. Fiyat artış hızı düşüşü, faiz haddi düşüşü, dolar fiyatı düşüşü yani Türk lirasının değerlenmesi ile piyasada inanılmaz iç üretim artışı ve ithalat kaynaklı mal bolluğu ortaya çıktı. Şimdi bu gelen paraların, özellikle net hata noksan kalemindeki kayıt dışı paranın ne ölçüde kalıcı olacağını bilmek mümkün değildir. Çünkü kayıt dışı gelen paralar belki terörü finanse etmek için geliyor; belki mafya eroin paraları belki de silah kaçakçılarının paralarıdır. Merkez Bankası da bilemediği için, bu paralar, ne kadar kalacak ne zaman çıkacak belli değil. İşin ilginci 2003’ün ocak, şubat ve mart aylarında sermaye çıkışı var; savaş başladıktan sonraysa Türkiye’ye büyük bir para girişi yaşanıyor. Bir söylentiye göre bu paralar Arap ülkelerinden geldi, çünkü savaş dolayısıyla güvenlik kalmamıştı ve Türkiye’de bu paraların nereden ve nasıl geldiğine dair bir soruşturma yapılmıyordu. Bu paralar plase edildi. Biz de bunların girişinden yararlandık. Belki iktidardaki hükümetin varlığı da bir koalisyon hükümetine oranla daha güvenilir gözüktüğü için bu paraların girişinde yardımcı olmuştur. Ama bu bir varsayımdır.
EB: Nerden geldiği soruşturulmayan bu paralar ülkede ne kadar kalabilir?
GK: Bu paraların girişi gibi çıkışı da aynı ölçüde olasıdır. Ama bu hükümetin varlığı bu paraları kalıcı yapar mı onu da değerlendiremem. Miktar azımsanmayacak nitelikte; beş milyar dolar. Belki Irak’taki karışıklık dolayısıyla kalmaya devam eder. Belki daha başka bir alanda, daha yüksek getiri görürse gider. Şunu da belirteyim ki 2003 yılında faiz haddi düşerken, yerli para çok değerlendiği için, dışarıdan gelen paralar inanılmaz getiri sağladılar. Bir dönemde bunların getirisi %70’e çıkmıştı. Bugün dünyada hiçbir yerde dolar üzerinden %70 getiri sağlayan yatırım alanı bulamazsınız. Bu paraların içeriye akın akın gelmesinin nedeni de bu yüksek getiriydi. Ama bu yüksek getiri aynı zamanda iç dengeleri bozan olaylarla koşut olarak ortaya çıkıyor. Açıkçası; Türk Lirası o kadar değerlendi ki, bu değerlenme ihracatı tehdit eder noktaya geldi. Tabii ihracatı tehdit eder noktaya gelmesi, bu noktada buna bir müdahale olması anlamına da geliyor. Nitekim Merkez Bankası döviz piyasasında gelecek yıl büyük tutarda borç ödeyeceğim diye, o borcun faizine ve taksidine eşit tutarda para çekti. Şimdi bu paralar, getirisi biraz olsun düştüğünde ya da dışarıda daha yüksek getiri bulduğunda Türkiye’de kalır mı? Bazı bilinmezlik noktaları mevcut:
Bu paraların ne kadar kalacağı belli olmadığı gibi bu yüksek getiriyi Türkiye’nin ne kadar uzun bir süre sağlayabileceği de bilinmiyor (aslında sağlamaması gerekir). Sağlaması, resmen dış fonlar tarafından Türkiye’nin zor durumda bırakılması demek olacaktır. Hükümetin istikrarlı bir kalıcılık göstermesi, dış fonlara güven veriyor olsa da, şimdi eğilim; faiz hadlerini giderek düşürmek seklinde, çünkü faiz hadleri yüksek kaldığı sürece para girmeye devam edecektir.
Onun için yüksek getirinin 2004’te de devam etmemesi için, yavaş yavaş faiz hadlerini düşürüyorlar. Aynı şekilde ihracatın baltalanmaması için, döviz fiyatının da artması gerekiyor. Türkiye’yi 2003’te ayakta tutan tek öğe ihracat oldu ama %20 aşırı değerli Türk Lirası ile inanılmaz bir ithalat patlaması söz konusuydu. Türkiye’de net fazla veren hiçbir sektör kalmadı. Büyük ihracat yapıyoruz diye övündüğümüz otomotiv büyük açık veriyor. Her zaman net fazla vermiş olan geçmişteki tarım sektörü açık veriyor. 4 milyar dolar ihracat, 5 milyar dolar ithalat var. Fazla veren sektör kalmadı. Hepsi de ithalatçı durumda; cari işlemler açığı geçen sene 6.8 milyar dolardı; içinde bulunduğumuz yıl sekiz dokuz milyar dolara ulaşırsa, ki yılın ilk üç ayındaki gidiş bunu doğrular nitelikte, yılın sonunda bir kriz patlar. Hükümetin verdiği güven, havada kalır.
Bu kadar cari işlem açığıyla Türkiye’nin yaşayamayacağı bellidir; bu paralar kaçar. Mutlaka bu açıklara kontrol getirilmesi gerekiyor. İçinde bulunduğumuz yılda döviz fiyatının bir miktar yükselmesi yanında birçok sektörün de net fazla verir hale gelmesi gerekir, yoksa güven kaybolur. Ayrıca, sonbaharda ABD seçimlerinden sonra FED’in faizleri yükseltme olasılığı da güçlü.
EB: Yeni istihdam yaratamamasına rağmen AKP nasıl seçimleri kazandı?
GK: Bunu tabi hem işsiz kalıp hem de AKP’ye oy verenlerin kendilerine sormalı. Onların yerine benim cevap vermem anlamlı değil. Ancak gözle görülen bir şey var, o da AKP’nin işsizlerin yoğun olduğu varoşlarda, özellikle gıda paketleri ve kömür dağıttığı. Büyük olasılıkla bu gıda ve kömür paketleri istihdam yaratmanın yerini aldı.
AKP’nin daha çok yoksul halkın güvenini kazandığı eldeki verilerden belli. Türkiye’de eğitim, kültür ve gelir düzeyi yüksek olan kesimler daha çok sahil bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Bakın oralarda AKP almadı. Akdeniz, Karadeniz, Ege kıyıları, Trakya’nın bir bölümünde AKP belediye seçimlerinde yok gibi. Gelir ve kültür düzeyinin düşük olduğu Orta ve İç Anadolu bölgelerinde AKP kazandı.
EB: Burda bir çelişki yok mu sizce? Çünkü genellikle sağ partilere gelir düzeyi yüksek kesimler oy verirken sol partiler işçiler, emekçiler tarafından tercih edilir. AKP örneğinde bunun tam tersini yaşadık.
GK: Bu çelişki Türkiye’de her zaman var. Tuzu kuru olandan ziyade, yüksek bir eğitim ve kültür düzeyi olan, Cumhuriyet ilkelerine inanan, bunların sürmesini isteyen kesimler oralarda yoğunlaşıyor ve CHP’ye oy veriyorlar ama eğitim kültür düzeyi düşük kesimler de daima sağ , aşırı sağ partilere oy veriyorlar. AKP’nin bugün oy aldığı yerlere bakarsanız, oraların bir önceki seçimde Refah, MHP oylarının yöneldiği kesimler olduğunu görürsünüz. MHP’den ayrılan oylar, Refah oyları oraya gitti, ANAP’ın oyları AKP’ye kaydı.
EB: CHP’nin topluma tam olarak ulaşamadığını, pasif kaldığını söyleyebilir miyiz bu noktada?
GK: İnsanlar CHP’ye biraz da denge olsun, muhalefet yaratsın diye oy verdiler... Dolayısıyla seçimlerde CHP söylemiyle başarılı olamadı, işi kişisel çekişmeye döktü.
EB: CHP’de muhalefet yok mu?
GK: Kişisel sürtüşmeler ayrı, politikalarda muhalefet ayrı olaylardır. Biraz Kıbrıs işinde muhalefet yapılmaya çalışıldı ama Kıbrıs’ta herkes çözümün gerekli olduğuna inanmış durumda.
EB: Seçim öncesinde ve sonrasında başbakan sürekli olarak Menderes ve Özal’la kıyaslandı, sizce böyle bir kıyaslama sağlıklı mı? İki dönemdeki benzerlik ve farklar nelerdir?
GK: Geçmişle bir karşılaştırma yapmamız gerekirse; Menderes ve Turgut Özal dönemine oranla hem dünya ekonomisi çok farklı bir noktada, hem de Türkiye’nin konumu çok farklı bir noktada. Bu açıdan bir karsılaştırma yapmak kolay değil..
Menderes dönemini alırsanız, o soğuk savaş dünyasında Türkiye NATO içinde yer almak istiyor, dolayısıyla bir takım tavizleri kabul ediyor; fakat NATO’ya girdikten sonra resmi dış yardım Türkiye’ye geliyor, dışardan destekleniyor Türkiye. Tabii ki bunun getirdiği birtakım imkanlar var. Belirsizlikler karşısında dış dünyaya tavizler vermek gibi bir anlamda benzerlikler söz konusu olabilir. Hükümetin AB`ye girmek için tavizler verdiği, IMF ve Dünya Bankası’nın programlarına bağlı kaldığı bir gerçek. Örneğin Menderes döneminde Türkiye, Kore savaşına asker yolladığı zaman; NATO’ya girebilmek adına kuşkuları vardı. Bugün de AB’ye çeşitli tavizler verirken, acaba tarih alabilir miyim, tam üye olur muyum diye düşünüyor ve tavizler veriyor. Burada ortak nokta Batı’ya eklemlenmek. Demek dış dünya ile ilişkilerde halkın eğilimi bu yolda gözüküyor.
Aynı şekilde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi nasıl değişecek henüz kimse bilmiyor. Türkiye’nin orada rolü ne olur, o da bir diğer kuşku noktası. Dünyada birçok kuşku noktalarının olduğu bir aşamadayız. Menderes döneminde de kuşkular vardı.. Ama bugün soğuk savaşın getirdiği birtakım dengeler söz konusu değil, Avrupa Birliği işine gelmezse Türkiye’yi almaz. Amerika’da Büyük Ortadoğu Projesi’nde Türkiye’nin çok da lehine olmayan biçimde kullanma eğilimi olabilir. Ancak dış ilişkilerde ortak nokta, her dönemde Türkiye’nin askeri ve ekonomik olarak Batı’ya eklemlenmesi. Ne var ki, bu bağlamda Türkiye’deki partiler arasında çok önemli bir fark da yok. Büyük olasılıkla Menderes, Özal ve AKP kadrosunun halka daha yakın durması, söylemi, gelenekleri paylaşıyor gözükmesi, sıkıntılarını gidermeye önem veriyor gözükmesi rol oynuyor. Bir de unutmayalım, her üçü de Türkiye’nin çok çarpıcı olaylarını izleyerek iktidara geldiler. Menderes savaşta CHP iktidarında yaşanan sıkıntılar, Özal ile R. T. Erdoğan’da krizlerin getirdiği bunalım, artı, koalisyonların çekişmeleri, yozlaşmalarını izlediler. AKP iktidara, 57. hükümete katılan partiler TBMM dışı kalarak geldi.
Ancak AKP’yi Turgut Özal gibi görmüyorum, onun gibi artıları eksileri sonsuz değil, orta planda oynuyor diye düşünüyorum; Kadro bir uçta bir şey yapmak istedikleri zaman, eğer tepki topladıysa hemen geri çekilmeyi biliyorlar. Demokrasinin de daha işlevsel hale gelmesi, belki o sınırlamayı getiriyor. Oysa karşılarında gerçek anlamda bir muhalefet ne yazık ki yapılamıyor. Yani alternatif politikalar sunan, getirilen örneğin yasa tekliflerinde yaralayıcı noktaları vurgulayıp bunların nasıl değiştirilmesi gerektiğini bildiren eleştiriler muhalefetten pek gelmiyor. Gelenler de ne yazık ki medyaya yansımadığı için, kamu oyunda bilinemiyor.
EB: Siyasi ve ekonomik gelişmelerin medyadaki sunumu hakkında nasıl bir değerlendirme yapabilirsiniz? Abartılı noktalar var mı?
GK: Medya genellikle ne siyasal ne de kültürel açıdan olumlu bir rol oynamıyor Türkiye’de. Özellikle 90’lı yılların ikinci yarısında, şimdiye kadar ki 10 yıllık surede medyanın siyasette hangi alanlarının pozitif yönü oldu derseniz, çok sınırlı diyebilirim; daha çok yolsuzlukları ortaya çıkarmasını örnek gösterebiliriz. Siyasal düzlemde uyarıcı, halkı uyandırıcı olumlu katkılar sağlamıyor. Önemli sorunların üzerine gidilmiyor, ekonomi haberleri de döviz, faiz, borsadan ibaret hale geldi.. Türkiye’nin dış borçları, işsizlik sorunları ekonomi politikalarında bağımsızlığın kalmamış olması, eğitim, sağlık sorunları gibi konuları gündemde pek göremiyoruz. Aksine, kültürde yozlaşma, uyutma, önemli sorunları çarpıtma yolundaki programlar ekranda egemenlik kuruyor.
Örneğin, 2003 yılında nerden geldiği belli olmayan sermaye girişlerinin ekonomiyi düzelttiğini söylemiştim. Bu olay gündeme, hükümetin inanılan ekonomik basarisini gölgeleyeceği için getirilmiyor. Oysa, bu olay ne kadar rizikolu bir ortamda olduğumuzu gösteriyor, ama medya suskun.
EB: Yeni dönemde siyaset nasıl şekillenebilir; partiler arasında, özellikle de solda bir birleşme görmek mümkün olabilir mi?
GK: Artık DSP yok oldu, solda bir birleşme olsa bile bunun yeni donem siyasetinde çok da etkili olacağını sanmıyorum; sağa baktığımızda ise örneğin ANAP %2’ler civarında kaldı, DYP ile birleşse ve oyları %12’ye çıksa, yine de çok büyük bir değişme ummak yanlış olacaktır.
EB: Yerel seçimlerde harcanan paralar Türkiye ekonomisine uzun donemde nasıl yansır?
GK: Harcamalar üzerinde sürekli IMF kontrolü var, IMF nitekim hemen uyarılarına başladı, harcama artışlarını karşılayacak kaynak gösterin diye.
EB: Belediyelerin 11.5 katrilyona yaklaşan borçları söz konusu; fakat Maliye Bakanı Unakıtan ise belediye gelirlerinin yeniden yapılandırılacağı yönünde düzenlemelere gidileceğini, mahalli idarelerin gelir kaynaklarının artırılacağını söyledi, bu konuda ne söyleyebiliriz?
GK: Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı da yerelleşme uç noktalara kadar götürülüyor. Merkezi teşkilatı olan birçok kamu kurumu, parçalanıp belediyelere devrediliyor, bu arada belediyelerin kaynakları da artırılıyor. Bu tasarının temel amacı Türkiye’deki yerelleşmeyi artırmak, birkaç bakanlık dışında bütün bakanlıkların merkez teşkilatını lağvetmek ve hepsini yerel yönetimlere devretmek. Burda bir çeşit eyalet sisteminden bahsediyoruz artık. Bu sisteme geçildiğinde vergiler de yerel olarak toplanacak. Yalnız bu teşkilatların lağvedilmesine birçok bakanlığın tepki göstermesine rağmen, bu tasarı hala yürürlüğe konabilir mi şüpheliyim. Tasarının ülkeyi tek parti diktasına götürmesi muhtemeldir; aynı partinin, devlet başkanlığı ve eyalet başkanlıklarının tümüne egemen olması anlamına gelir ki; umarım böyle bir yapı ortaya çıkmaz. Çünkü, 2007’de A. N. Sezer’in dönemi bittiğinde R. T. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması kesin; belediyelerin ezici çoğunluğu da AKP’de; Merkezi teşkilat da öyle. Böyle bir yapı, tam dikkatsizliğe elverişlidir. AKP’nin bunu din kökenli bir diktatörlüğe dönüştürme olasılığıysa, geçmiş söylemlerine bakılırsa, pek de zayıf değildir. Bu da Türkiye’nin parçalanmaya gidebilecek bir istikrarsızlığa düşmesi demektir.