SAHNEDE VE KULİSTE NELER OLUYOR?

Almanak 2002Ülke tarihimizin değişik dönemlerine baktığımızda tiyatronun hep gündemin ön sıralarında bir yer tuttuğunu görüyoruz. Nedir tiyatroyu böylesi öne çıkaran yan? Tiyatro insanları ve düşünürler bu konuda bir dolu sav ileri sürüyor. Kimileri bu ilgiyi işin toplumsal yanında kimileri tiyatronun insanla kurduğu ilişkide buluyor.

Tiyatronun duruşu ve tutumu ülkemizde her dönem değişik tartışmalara yol açıyor. Cumhuriyet tarihine en çok damgasını vuran tartışma; oyun yasaklanmaları üzerinedir. Özellikle, 60 sonrası tiyatromuzda toplumcu damarın hızla gelişmesi ve yaygınlaşması yönetimlerin saldırı hedefleri içine tiyatroyu da koydu.

Saldırılar beraberinde bir dolu tartışmayı da su yüzüne çıkardı ve çıkarıyor ; Sahnede oynanan “oyun” ise bunu kim denetleyecektir? Güvenlik güçleri mi yoksa izleyicisi mi? Sahnede işlenebilecek bir “suç” olabilir mi? Sanat özgür mü olmalı yoksa onun da “sınır”ları olmalı mı? Yargı kurumu ve yasalar bir sanat yapıtını yargılayabilir mi? Vereceği ceza bir sanat yapıtı için ne oranda geçerlidir. Bu sorulara henüz çok net yanıtlar bulunmuş değil. Tiyatro sanatıyla ilgili bir dolu kurum hatta aydının bile bu konularda kafası karışık.

 

Bir başka tartışmayı da sahne için yazılan ve üretilenin ülkemizde yaşayan insanla kurduğu bağ oluşturuyor. Cumhuriyet yönetimi ve kültür insanlarının batı endeksli kültürel arayışları yüzünden tiyatromuz gerek perspektif gerekse ürün bazında yaşayan insanla gereken bağları kuramamıştır. Tiyatro alanında toprakları binlerce yıl tiyatroya ev sahipliği yapmış bu ülkenin insanları yıllarca sahneye ve sahnelenene yabancı gözlerle bakmışlardır ve bakmaktadırlar. 60’lı yıllarda yani Cumhuriyet kurulduktan 40 yıl sonra yaşayan insanın nabzını yakalama çabaları başlayabilmiştir. Bu dönemde tiyatroyu bilinçli bir biçimde seçen, onun sorunlarını çözmeye çabalayan, yazarları, yönetmenleri, oyuncuları, dekoratör, kostümcü ve tiyatro eleştirmenlerini görüyoruz. Bugün sahnede bir nebze ışık varsa, bunu o dönemin bilinçli çabalarıyla yetişen tiyatro adamlarına ve onların öğrencilerine borçluyuz.

2002-2003 sezonunun sonuna geldik. Tiyatromuz iki ayrı yoldan ilerleyerek serüvenini sürdürüyor. Bir yanda un var, yağ var şeker var helva olmuyor öte yanda un öğütülerek, şeker süzülerek, candan yağ konarak helva pişiriliyor.

Bir yanda kurumlar var. Sıcak prova alanları, dekordan kostüme, ışıktan müziğe, efekte oyuncuya, dramaturga, yönetmene ellerinde olanakları var. Öte yanda sahneyi ancak genel provada görebilen onda dokuz soğuk boş alanlarda prova yapabilen dekorunu, kostümünü gücü yettiğince varedebilen tiyatrolar.

Eskiden yoktan tiyatro varetme amatör tiyatroculara özgü bir etkinlikti. Şimdi bürokratik kurumlar ve bir avuç ticari tiyatro dışında herkes amatör tiyatroya sıvanmış durumda. Geçtiğimiz gün böylesi bir oyun sonrası oyunculara “ ne güzel dedim sonunda hepimiz amatör olduk”. Hepsi şaşkın yüzüme baktılar.

 Neydi yıllar önce Amatör Tiyatrolar Çevresi (ATÇ) yapılanırken amatörlüğü yeniden tanımlamak için getirdiğimiz yaklaşımlar? Önce gönüllülük. Yani sahne adına her işin insanın gönlünce istediği için yapılması. Neden bunu böyle söylemiştik çünkü ödenekli kurumlarda, ticari topluluklarda sahnede gönülsüz gezinen oyuncular görüyorduk. Aklımız almıyordu bu gönülsüzlüğü. Tiyatro gönülsüz yapılacak iş değildi bize göre. Sahnede dekordan, oyunculuğa, oyun yönetimine bir dolu özensizlik kol geziyordu. Bu sezon bir de uzun yıllardır dillendirilmeyen sahne laubalilikleri eklendi.

İkincisi sanatsal ürünleri varetmekte ölçütün ticari kaygılar olmaması gerektiğini söylemiştik. Dünya ülkelerinde başta ABD ve İngiltere olmak üzere ticarileşen ve endüstrileşen genelde sanatın, özelde tiyatronun nasıl ucube bir hal aldığı ortadaydı. Bir zamanlar ülkemize de ithalatı yapılmaya çalışılan ve her defasında duvara toslayan bu tür müzikli sahne gösterileri tiyatro sanatına en küçük bir katkısı olmadığı gibi ondan çok şeyler de eksiltmiştir. Bu alana kayan kimi yazarlar inanılmaz gerilikte metinler kaleme almış, ( Ferhan Şensoy Amerika’da Broodway ve İngiltere’de West End’de oynanan oyunların yazarlarının eski yeşilçam filmlerini bilmedikleri için böyle geri metinler kaleme aldıklarını söylüyor!) yönetmenler gazino eğlencesi pespayeliğinde sahne düzenlemeleri yapar olmuşlardı. Oyuncular eski oynama biçimlerini terk edip sahnenin en reddettiği “gösteriş”in içine yuvarlanmıştılar. Bunun o sanatçılar için “geçici” bir dönem olduğu savı da geçersiz kalmış onlar yuvarlandıkları bu bataklıkta yitip gitmişlerdi. Aynı görüntüyü ülkemizde dizi film bataklığına yuvarlanıp giden bir dolu sanatçımızın serüveninde görmek mümkün.

Üçüncüsü bir sanatsal yapıtın niteliğini ele alırken onun satış miktarı ya da izleyici sayısıyla ölçmemek gerektiğini söylemiştik. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yüzbinler satan düzeysiz edebi ürünlerin ya da “kapı kırdığı” ifade edilen filmlerin, oyunların sanatsal seviyesini hep birlikte gördük. İçlerinde bazıları sanat tarihinde nasıl sanat üretmemeliye iyi birer olarak örnek çoktan yerini aldı.

1994 den bu yana ülkemizde bir türlü durulmayan ekonomik kriz ve kültürel dibe vuruş gerek bürokratik tiyatroları gerekse ticari tiyatroları vurdu geçti.

Bürokratik tiyatrolarda yer alan sanatçılarda 80 sonrası başlayan politik-kültürel ortamdan uzaklaşma ve yozlaşma durumu özellikle 90’larda özel kanallar ve dizi film ticaretinin yaygınlaşması onların gündeminde tiyatroyu ikinci plana düşürdü. Lotaryadan para kazanmayı bekler gibi gözlerini Can Yücel’in deyimiyle televizyon kanal(izasyonları) na dikenler için sanat ve tiyatro artık gündemde olmayan bir konuydu.

 Bu kurumların atanmış yöneticileri için aslolan perdenin açık kalması. Çünkü gündeminden tiyatroyu çıkarmış bu kesim için oyuna gelmemek de “olabilir”likler arasında. Özellikle ’80 sonrası Anadolu’nun bazı kentlerinde açılan bürokratik tiyatrolar da zaman zaman bu türlü olaylar yaşanıyor. Bu ortamları disipline etmek adına yöneticiler bazen sert tedbirlere başvuruyor, bazen de kantarın topu kaçıyor provaya bir dakika gecikme ile girmek disiplin kovuşturmasına konu oluyor.

Ticari tiyatrolarda ise en önde gelen iki sorundan biri salon diğeri oyuncu. Salon sorunu son 30 yılda en çok dillendirilen ve en çözümü bulunamayan sorun. Oyuncu Gülriz Sururi’nin son anılar kitabında salon arama ve varetme çabaları en az varettiği prodüksiyonlar kadar önemli bir yer tutuyor. Salon varetme konusunda ülkemizde bir yanda yalancı yöneticiler öte yanda yalan dinlemekten bıkmayan tiyatrocular var. Bir de yoktan salon vareden biri profesyonel diğeri amatör topluluklar var. Biri Kent Oyuncuları diğeri Kartal Sanat Tiyatrosu. Bir de varolan alanlardan salonlar vareden Ortaoyuncular, Yedi Tepe Oyuncuları, Tevfik Gelenbe, Kartal Sanat İşliği ve daha bir dolu bugün perdesini kapatmış topluluk var.

Salon varetmek tiyatrocunun değil yerel yönetimlerin görevidir. Ancak bizde yerel yönetimler sanatçıların önerilerinin aksine yamuk mekanlar varetmeye bayılıyorlar. Edirne’den Antakya’ya yapılmış bırakın tiyatroyu konferans için bile elverişli olmayan yüzlerce salon var. Birçoğunun kulisi, sofitası, ışık düzeni ve doğru dürüst ısıtması yok. Konferansa da uygun değil çünkü konuşmacının sahneye çıkacağı merdivenlerin dikliğinden ötürü yuvarlanma ihtimali oldukça yüksek!.

Kültür başkenti diye anılan 15 milyon insanın yaşadığı İstanbul’da yerel yönetimlerin varettiği bir kaç salonun durumu ise vahim. İyi bir salonsa, oynayacak zaman bulmak mümkün değil ya da fiyatları çok yüksek. Sakın yöneticiler ucuz-pahalı fiyat tartışmasına girişmesin, bu koşullarda salonların tiyatroculara ücretsiz verilmesi gerekir. Kentin kültürel yaşamına komik destekler alarak ya da almayarak oyunlar üreterek katılan sanatçıya ve sanat kurumuna bu kadarı çok olmasa gerek.

Oyuncu bulmaksa ayrı bir sorun. Nitelikli bir oyunu baştan sona belli bir düzeyde götürecek oyuncu sayısı oldukça az. Özellikle bir kaç ay kurs görüp kendini oyuncu ilan etmiş bir dolu insan ortalıkta dolaşıyor. Konservatuvar çıkışlıların durumu ise ortada.

Konservatuvarın en sıradan mezunu kapağı bir resmi kurumun çatısı altına atamamanın sıkıntısıyla kabul ediyor ticari tiyatroda oynamayı. İşin bir başka yanını da oyuncu ücretleri oluşturuyor. Oyuncu ücretleri dizilerle karşılaştırıldığından tiyatro patronu tüm salon gelirini bile verse deneyimli bir ekibi bir araya toplayamıyor. Durum böyle olunca her şey “hatır” temelinde çözümleniyor. Dublaj ve diğer akçeli işlerden arta kalan bir zamanda oyun üretimine zaman ayrılıyor.

Bu koşullar altında ne olacaktı? İzleyicinin gündeminde her geçen sezon daha alt sıralarda yer bulan tiyatro “kaderim buymuş” diye boynunu büküp oturacak mı?

Bir kesim için öyle oldu. Eleştirilerini ülke, ülke insanı ile başlayıp “tiyatro öldü” ile bitirmeye başladılar.

Bir başka kesim ise kerameti eski “tutmuş” oyunları yinelemekte buldular. Bir zamanlar ya da yakın zamanda yoğun izleyici ilgisi görmüş metinleri allayıp pullayıp sahneye sürdüler.

Ülkemizde garip bir durum var. Bir dönem iyi yapılmış, iz bırakmış bir oyunu yıllar sonra bir heves yeniden üretiyorlar. Bir bakıyorsunuz on-yirmi yıl öncesinin gerek estetik gerekse oynanış ve sahneleme açısından gerisinde kalmış bir oyun çıkıyor karşınıza.

Sezon sonunda bakıyoruz tiyatro alanımıza. Sahnede neler var. Sahnenin üstünde neler oynanıyor. Kuliste neler dönüyor. Bütün bunların tam üstünde yönetim odalarında neler tezgahlanıyor? Gözlerimiz kimini görüyor kimini göremiyor. Gördüklerimize, duyduklarımıza “vur” abalıya yapmak kolaycılığı revaçta. Peki neden böyle oluyor? Çünkü derinliğine inmek zor geliyor. Diyorum ki sığ sularda balık avlayacağımıza biraz okyanuslara doğru açılsak.

Geçtiğimiz yılın gündem yaratan konularından birini de çeşitli medya yazarlarının tiyatroya karşı aldıkları tavırlar oluşturdu. Konu olsun torba dolsun yaklaşımıyla kaleme aldıkları yazılarla tiyatroyu karalamaya çalışan medya yazarları değişik çevrelerce ciddiye alındı ve karşılıklı polemikler üretildi. Ülkemizde son yıllarda kendini gösteren acayipliklerden biri de şu; bir dolu emek harcanan ciddi çalışma üretiliyor bunlar kendini duyurmak için açık bir deyimle yırtınıyor ama sesini belli bir kesime duyurabiliyor. Bu arada bir deli kuyuya taş atıyor ve herkes ciddiye alıp bunu tartışıyor. Kültür-sanat sansasyonu dışında sanatla bir ilgisi olmayan en son 20 yıl önce tiyatroya gittiğini açıkça yazan bir medya yazarı tiyatronun eskimiş bir sanat olduğunu ileri sürdü. İşi gücü olmayan bir kesim bu yazarla polemik başlattı. Konu böylece kapanacak sanılırken polemik öncesi yazıdan haberi olmayan aklı başında bir dolu sanat insanı da bu tartışmaya katıldı. Konu tam da medyanın istediği bir biçimde “hiç” ile sonuçlandı. Lütfen medyayı ciddiye almayın demek bu kişilere uyarıcı olur mu bilmiyorum.

2002-2003’de sahneye damgasını vuran gelişmelerden birini tiyatroların yönetim katlarında görüyoruz. Devlet Tiyatroları’ndan, İstanbul Şehir Tiyatrolarına Ankara Sanat Tiyatrosu’na kadar bir dolu kurum yönetim değişiklikleri yaşadı. Tabii bunun bir dolu olumlu, olumsuz yansıması da dışa vurdu.

Devlet Tiyatroları yönetimi büyük çekişmelere sahne olmuş bir kurum. Uzun yıllar düzen partilerinin desteği ile koltukta oturan oyuncu Cüneyt Gökçer’in ardından başlayan yönetim tartışmaları dönüp dolaşıp aynı noktada düğümlendi. Kısa süren kimi yönetimlerin ardından Cüneyt Gökç er’i aratmayan Bozkurt Kuruç uzun süre koltuk kapma savaşını “başarı”yla sürdürdü. Değişen yönetimlerin görevden alma çabaları bile başarılı olamadı. Kısa bir süre koltuğundan ayrılan Kuruç yargı kararlarıyla yeniden koltuğuna yerleşti. Bu çekişmeler neye yaradı? Sahnelerin daha yozlaşmasına ve çürümesine. Devlet Tiyatroları’nda geçtiğimiz sezon nitelikli tiyatro insanı, oyuncu Lemi Bilgin’in yönetime gelmesi bile yeni bir hareketlenmeyi sağlayamadı.

Ankara’da iki kısa Aziz Nesin oyunu “Sen Gara Değilsin” ve “ Yaşasın Kavuniçi” ve İstanbul’da izlediğim Özen Yula’nın “Kırmızı Yorgunları” ve Nazım Hikmet’in “Benerci Kendini Niye Öldürdü” oyunlarına bakıyorum arızalar hep aynı yerden karşımıza çıkıyor.

Tiyatro gündeminden çıkmış, yer aldığı kurumdan “ömür boyu aylık gelir” nedeniyle kopamayan, oynadığına inancı olmayan bir kalabalık var sahnede. Oyun yönetimlerine de sinmiş bu. Örneğin iki kısa Aziz Nesin oyununda birinin konusu bir miting alanında diğeri ise bir evin misafir odasında geçiyor. Yönetmen onlarca sahne teknisyeni istihdam edilen kurumda her iki oyunu da aynı dekorda oynatıyor. Sözümona “modern” bir yorum yapıyor ama ortada vıcık vıcık bir ucuzluk kol geziyor. Bu ucuzluk oyuncuya da siniyor ayağı sakat oynaması gereken oyuncunun bu konuda herhangi bir özeni yok. Hatta oyun içinde bunun şakası bile yapılıyor. 30 yıl önce amatör oyuncuların büyük bir özenle oynadıkları, savaşın acımasızlığını ve sahte kahramanlara tapınan yöneticileri acı bir dille yeren Aziz Nesin’in “Sen Gara Değilsin” oyunu gümbür gümbür Irak savaşı ortamında sinek vızıltısı bile çıkaramıyor.

İstanbul’da izlediğim Özen Yula’nın “Kırmızı Yorgunları” oyununun metnini okuyarak gittim. Oyundan çıkarken yazarına rastladım. Bu senin oyunun mu? diye sordum. Gülümsedi “kısmen” dedi.

Yazar oyunda “karton” tipler olsun istemiş. Hatta karakterlere çizgi kahramanların isimlerini koymuş. Ne yazık ki bunu oyunun yönetmeni de ciddiye almış!. Funda Eskioğlu dışında tüm oyuncular da!. Nişan Şirinyan gibi bir oyuncu oynayacağı karakter için saçlarını kazıtmış, sahnede elinden geleni yapıyor ama ne yazık ki sahnede tüm ilişkiler ve oyunun anlatımı “karton” olmaktan kendini kurtaramıyor.

Ödüllere boğulmuş bir oyun da Nazım Hikmet’in aynı adlı uzun şiirinden Mehmet Ulusoy’un sahnelediği “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” çalışması. Nazım’ın işçi hareketi, politik mücadele, aşk, politik kararlılık, döneklik gibi bir dolu kavramı kendi yaşadığı olaylardan yola çıkarak işlediği şiirini Mehmet Ulusoy yaklaşık 20 yıl önce Fransa’da sahnelemişti. Sanat dergilerinde Fransa’daki gösteri övgüler almıştı. İstanbul’daki durum ise pek iç açıcı değil. Nazım’ın anlattıklarından çok uzakta yaşayan, oyuncular var sahnede. Kimi bir komedi dizisi, kimisi mafya dizisiyle ünlenmiş. TV dizisi ile tiyatro oyununun ne alakası var diye düşünebilirsiniz ama bizim ülkede Haluk Bilginer ve Bennu Yıldırımlar dışında bu işi birbirinden ayırabilen oyuncu pek yok gibi. Herkes TV de bir tipleme tutturuyor. Bir de tutarsa o üstüne yapışıp kalıveriyor. Bir de TV kanallarında, dizilerin dünyalarında olup bitenler ve magazin kültürü oyuncularımızın daracık dünyasını kaplayınca oyuncudan oynamasını bekle dur. Nazım’ın “Benerci”sindeki tartışmaların tek satırından haberdar olmadıkları oyuncuların replikleri tonlamalarından açığa çıkıyor. Aylar süren masabaşında oyuncuyu teorik ve pratik olarak sahneye hazırlayan Vasıf Öngörenlerin dünyasından çok uzaklaşmış sahne. Nereye varmış? Düşmüş bir bataklığa orada debelenip duruyor. Yönetmen Ulusoy Benerci’de bu repliklere egemen olamayan oyuncuları devasa demir çarkların içine tıkmış. Demir bir çarkın içinde ne dediğini anlamadan dönüp duran oyuncu, haksızlığa uğramış ama yine de sınıf kavgasının içinde yer almak isteyen Benerci’yi sergilerken niye bir hemstırı çağrıştırıyor? Yanıtını bulan beri gelsin.

Mehmet Ulusoy’un “Benerci” sahnelemesinin yarattığı düş kırıklığının bir benzerini de İzmit Şehir Tiyatrosu’nun Shakesapeare’den Can Yücel’in çevirisiyle sahneledikleri “Bahar Noktası” yaratıyor. 20 yıl önce Başar Sabuncu’nun Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde oldukça başarılı bir biçimde sahnelediği oyun 23 yıl sonra sahnede. Genç cıvıl cıvıl bir oyuncu kadrosu, metnin masalsı havasını berbat eden bir çevre düzeni içinde sergiliyor “Bahar Noktası”nı. Yönetmenin yorumuna gelince 23 yıl önceki o muhalif yaklaşımdan, ondan da öte Can Yücel’in o eğlenceli ve kendi deyimiyle “iğneli” dilini öne çıkaracak bir tek buluş yok. Oyuncular hopluyorlar, zıplıyorlar bir de yönetmen Yücel Erten’in “havuz” merakı. Yönetmen Erten’in son yıllardaki sahnelemelerinde Hitler Almanya’sından, Shakespeare dönemine bir havuz merakıdır deme gitsin.

Yönetim krizi yaşayan bir kurumumuz da İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları oldu. Son 30 yılda Vasfi Rıza Zobu’nun nafile yönetimi, Muhsin Ertuğrul’un yeniden umut yılları, yeni bir model arayışı ve yerinden yönetim denemesi, tartışmalı ve çekişmeli Hayati Asılyazıcı dönemi, “müfettiş” olarak Vasfi Rıza’nın yeniden yönetici oluşu ve 12 Eylül kıyımı, Gencay Gürün ya da demir leydi diktasıyla sosyeteye açılma, Erol Keskin’li arayış dönemi, yarışma sunucusu Kenan Işık’ın koca kurumu kendine vitrin yapışı ve en son aykırı bir durum; gencecik Şükrü Türen’in kısa yönetim günleri diye özetlenebilecek son 30 yıllık panaromanın son noktasını dekoratör Nurullah Tuncer’in bir darbeyle koltuğa oturuşu koydu.

 Genelde son 30 yıla baktığımızda İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yönetim katında çekişmenin, tabanda huzursuzluğun hiç bitmediğini görüyoruz. Sorunun temelinde handiyse 100 yıla yaklaşan kurumun yönetim konusunda bir modele sahip olamayışının yattığını görüyoruz. Bugün kurum içinde “nasıl yapmalı” diye sorsanız her kişinin farklı yanıtıyla karşılaşırsınız. Çünkü ortada belli bir model olmayınca herkes kendi düşünü kuruyor ve herkesin karşı tarafın önerdiği modeli reddedecek bir “anı”sı mevcut.

Dekoratör Nurullah Tuncer ve ekibi işe sanat emekçisi kıyımı yaparak başladılar. Kullandıkları “ruhani” sloganlar ve etkinlikleriyle binmişler alamete gidiyorlar kıyamete. Düşünün 2000’li yıllarda bir kültür-sanat kurumu “fetih” kutlaması yapıyor. Sahneye gelince henüz bir kerametlerini göremedi İstanbul ahalisi. Halbuki o koltuklara “tiyatro” için oturduklarını iddia ediyorlardı.

Yaklaşık 23 yıldır devlet desteği alan özel tiyatrolarımızın durumuna bakınca şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz; yaşamalarının önündeki tüm koşullar süreç içinde tükeniyor. Ülkemizde özellikle 1990 dan bu yana şiddetlenen kültürel dibe vuruş özel tiyatroların yaşam alanlarını yokediyor. Bu zorlu koşullar altında en köklü özel tiyatrolardan Dormen Tiyatrosu kapısına kilit vururken bir kısmı da daralarak ve az sayıda sahneleme yaparak ayakta durmaya çalışıyor.

Kimi özel tiyatroların belli bir çizgileri var orada direnmeye çalışıyorlar. Kimi tiyatrolar olmadık serüvenlere kalkışıyorlar.

Uzun yıllar toplumcu bir çizgide durmaya çalışan Dostlar Tiyatrosu ve Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) da kültürel dibe vuruştan nasibini alan kurumlar. Dostlar Tiyatrosu 90’lı yıllarda sıradan yapıtlar ve sahnelemelerle izleyicisini belli bir oranda yitirdi. AST’ı ise kriz 80’lerin başında yakaladı.

Her iki topluluk da 70’lerde yükselen toplumcu muhalif hareketlenme günlerinde yoğun bir izleyici kitlesiyle buluştu. AST varolan izleyiciyi sendikaların ve demokratik kuruluşların desteğiyle toparlarken Dostlar Tiyatrosu, kadrosunda bulunan nitelikli aydınlar; Yavuzer Çetinkaya, Mehmet Akan, Macit Koper’in yönlendirmesiyle izleyicinin sanatsal beğenisini ve seçimini dönüştürme, geliştirme çabalarına girdi. 12 Eylül darbesinde Dostlar Tiyatrosu perdelerini kapattı. AST eski çizgisinden uzak oyunlarla sürdürdü. 90’lı yıllar her iki topluluğa da darbe vurdu. Her iki topluluk da oyuncularını kaybetti. Dostlar Tiyatrosu Genco Erkal’lı projelerle durumu sürdürmeye çalışırken AST genel sanat yönetmeni Rutkay Aziz’i ve önde gelen oyuncularından Altan Erkekli’yi İstanbul piyasasına kaptırdı.

Geçtiğimiz yıl her iki toplulukta da çalkantılar vardı. Genco Erkal tiyatronun “ulvi” amaçları adına bir sansasyon oyunla gündemde kalmayı denedi. AST da ise yönetim krizi iyice büyüdü.

Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu “Yarışma” adlı bir oyunla perde açtı. Sahnede oyunculuk yerine et teşhiri ile öne çıkan manken Şebnem Özinal’ın da yer aldığı oyun, medyadan Özinal’ın göğüs dekoltesi haberi ile yansıdı. Ardından tartışma da başladı. Kimileri oyunu duyurmak için böylesi bir yolun da geçerli olduğunu savunurken kimileri de Dostlar Tiyatrosu gibi saygın bir tiyatronun içine düştüğü bayağılığı eleştirdi. Dostlar Tiyatrosu bu yıl yeniden eski çizgisini oyuncu Zeliha Berksoy’u da kadrosunu alarak “Yaşasın Savaş” adlı derleme oyunuyla sürdürdü. Ama beklediği ilgiyi bulamadı: Zira köprülerin altından çok sular akmıştı. Böyle derleme metinlerle sezonu geçirmek kolay değildi.

AST’da ise genel sanat yönetmeni Rutkay Aziz İstanbul piyasasında kalarak uzaktan tiyatroyu yönetmek istedi. Bu yöntem geçtiğimiz aylarda iflas etti. Bir grup oyuncu Rutkay Aziz’i suçlayarak tiyatrodan ayrıldı. Topluluk bugünlerde 40. yılını rock konserleriyle kutluyor.

Özel tiyatro cephesinde değişik dönemlerde kurulup bir süre sonra yok olan tiyatrolar var. Ödenekli bir kurumda yer alan oyunculara bir-iki takviye ile yine ödenekli tiyatro yönetmenlerinin sahnelemeleriyle son iki yılda bir dolu oyun üretildi. Estetik düzeyi televizyonlarımızın “odun ağa” dizileri seviyesinde olan bu oyunlar genellikle ithal metinler. Sahnede gözlerini aça aça dolaşan, histeri içinde yanan bir dolu karakteri sahneye dolduran “zengin eğlencesi” bu oyunlar tiyatro izleyicisi için gerçek bir zaman kaybı. Önerileri “yaşamda mutluluğun sırrı” ya da “iş yaşamında takım ruhu” mantığıyla yazılmış yayınların düzeyini aşamayan bu oyunların değişik plazaların çalışanlarından oluşmuş hatırı sayılır bir izleyici kitlesi var.

Tiyatroyu kendi üretimi dışında gündeminden çıkarmış bir dolu oyuncu ve tiyatro insanının duyarlıklarının uyandığı bir an var o da ödül zamanları. Her sanat çeteleşmesinin kendi çevresi için düzenlediği ödüller var. Kendilerine model olarak “Oscar” törenini alan  -daha aşağısı zaten bize yaramaz- bu ödüller birkaç sanat emekçisinin hak ederek aldıkları dışında kurumların rekabet ve çekişme ve tepişme alanları. Ödenekli kurum yöneticileri buradan kaptıkları birkaç ödülü tepelerinde yer alan sanattan anlamazın önüne atıp koltuklarını sağlamlamaya çalışıyorlar. Tiyatronun bir dolu çilekeş sanatçısı adına konan bu ödüller o insanların adlarını karalamak anılarını incitmekten başka bir işe yaramıyor.

Bu yıl da Afife Jale’den, Sadri Alışık’a bir dolu sanat emekçisinin adını taşıyan ödüller dağıldı.

Afife Jale ödülüne aday olan oyuncu Payidar Tüfekçioğlu, Bülent Emin Yarar ve ışık tasarımı dalında aday olan İrfan Varlı ödülü protesto ederek adaylıktan çekildiler. 7 dalda ödülü Maksim Gorki’nin “Ayaktakımı Arasında” oyunu aldı. Büyük sermaye kuruluşlarının sponsörlüğünde yıllardır sanatçıların bir kenara itilip şirket patronlarının ve medyatik kişilerin ön plana alındığı ödül törenlerine artık sanatçılar gitmiyor. “Tiyatro Tiyatro” Dergisi’nde Mustafa Demirkanlı ödülleri değerlendiren yazısının üst başlığında şöyle soruyor; ödül törenlerinde “Tiyatro ve tiyatrocular figürasyon olarak mı kullanılıyor, acaba”..

Amatör Tiyatrolara gelince sahnedeki yozlaşma amatör toplulukları da vurup geçiyor. Öncelikle bazı eğilimler virüs misali hızla yayılıyor.

Amatör tiyatro 90’lı yılların kültürel dibe vuruş sürecinde erkek oyuncularını yitirdi. Lise topluluklarından, semt tiyatrolarına bir dolu topluluk erkek oyuncu sıkıntısı çekiyor. Futbol ve lumpen kültür genç erkekleri sanattan uzak tutuyor.

Bir başka eğilim kolaycılığın yaygınlaşması. Bir metin üzerine derinlemesine kafa yormak ve değişik yorumlar çıkarmak yerine sabun köpüğü metinlerle yüzeysel yaratımlar daha geçerli. Sahneleyeceği olaya birkaç yanından yaklaşmak yerine onun sansasyonel yanını parlatan bir dolu oyun sergileniyor. Kolaycılığın bir başka yanı da oyunculukda kendini gösteriyor. Eğitim çalışmalarının geçiştirilmesi ve bir an önce sahneye çıkılma telaşı genel seviyeyi aşağıya çekiyor.

Amatör bir alanda üretilen ve sahneye getirilen Eski Tiyatro’nun “Uyarca” oyunu yılın önemli çalışmalarından biri olarak öne çıktı. Tarkan Çeper’in Friedrich Dürrenmatt’ın “Uyarca” yorumunda gerek oyunun yorumu gerekse oyunculuk üst düzeydeydi. Ne yazık ki yeterince gündeme gelemedi.

Bakırköy Oyuncuları genel sanat yönetmenleri Cem Yalın’ı 1999 da yitirmenin ardından ilk büyük çalışmalarını sergilediler. Max Frisch’in “Kundakçılar” oyunu Ercan Temel’in yorumuyla sahnelendi. Oyunculuk düzeyinde belli dengesizliklerine ve yer yer tempoda aksamalara karşın topluluğun yorumuyla belli bir düzeyi yakaladığı “Kundakçılar” Bakırköy Oyuncuları için iyi bir aşama oldu.

Kartal’da Kartal Sanat Tiyatrosu Metin Balay’ın uyarlaması “Zortlangalı” ile başka bir çizgiyi zorladı. Moliere komedisini kumpanya tarzı oynayan bir topluluğun gösterisine dönüştüren Balay’ın “Zortlangalı”sıyla yapılan bu deneme topluluğu yeni bir yöne taşıyordu.

Amatör topluluklar içinde Kağıthane Düş Sanat Oyuncuları Hale Üstün’ün yönetiminde sergiledikleri “Sağlık Olsun” özel bir hastanede sendikalaşan emekçilerin yaşadıklarını komik bir dille aktarıyordu. Belli bir oyunculuk düzeyini yakamaya çalışan Düş Sanat Oyuncuları’nın zorlu projeler için dramaturgiden oyunculuktan dekora kostüme bir dolu alanda yoğun çabalara girişmeleri gerekiyor.

 Bu yıl ilk kez perde açan ekiplerden biri de Gaziosmanpaşa’daki Eğitim-Sen 4 nolu şube oldu. Mehmet Esatoğlu’nun “Doğruyum Çalışkanım İnternetteyim” adlı oyununu sergileyen topluluk uzun bir çabanın ardından sahneye çıkmanın coşkusunu sahneye taşıdı. Günümüzde yaygın bir tanımla “sanal” ilişkileri ve onun ardındaki ekonomik ilişkileri irdeleyen oyun oyunculuk ve yönetim eksiklerine karşın izleyiciyle sıcak bir bağ kurmayı başaran sahnelemelerden biri oldu.

Amatör alanda topluluk ve oyun patlaması yaşandığı geçtiğimiz sezon nitelikli oyun sayısı bir elin parmaklarını aşamadı. Kimi topluluklar eskiden sergiledikleri oyunlarla sezonu geçirirken bir dolu üniversite topluluğu da suya sabuna dokunmayan metinlerle perde açtılar.

Tiyatro alanımız bir dolu sorunla serüvenini sürdürüyor. Sorunlar gerek amatör gerekse profesyonel toplulukların gündemine girdiği gün sorunlar aşılmaya doğru yol alınacak, sahnede düzey yükselmeye başlayacak.

Ek bilgiler

  • Yazar: Mehmet Esatoğlu
  • Yıl: 2002
Ara...