Türkiye tarihinde 1990’lı yıllar, koalisyon hükümetleri, ekonomik kriz, siyasi istikrarsızlık, yoksulluk, yolsuzluk, mafya, insanlar arasında ayrımcılık, [Sivas örneğinde olduğu gibi] toplu katliamlar, güneydoğu Anadolu’da iç savaş, işkence, faili belli [olmayan] siyasi cinayetler, iç göç ve işsizlik gibi birbirine bağlı pek çok toplumsal sorunlarla hatırlanmaktadır. Bu koşullarla 2000’li yılların başına gelindiğinde Türkiye’de merkez sağ ve sol partilerin yolsuzluk, yoksulluk ve siyasi istikrarsızlık gibi sebeplerle tasfiye olması, siyasal alanda bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğu, “demokratikleşme ve istikrar” söylemini kullanan, 2001 yılında kurulan ve 2002’de iktidara gelen AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) doldurmuştur.
Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlarının çözümü için istikrar ve güçlü liderliğe vurgu yapan AKP ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin sermaye sınıfı için adeta Napolyon Bonapart gibi bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte eski solcular ve liberaller de AKP’ye ideolojik destek vermişlerdir. AKP, o dönemde iç dinamiklerden ziyade gücünü ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ve AB (Avrupa Birliği)’den almıştır. Ancak AKP herhangi bir merkez sağ parti değildir. AKP, içerisinde seçimle iktidara geldiği rejimi, BOP’un “ılımlı İslam” projesinin bir parçası olarak ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik olarak dönüştürmekte ve kendi hegemonyasını tesis ettiği yeni bir rejim kurmaktadır.