İNSANIN GEZEGENE AÇTIĞI SAVAŞ

Almanak 2002İnsanın Dünya gezegeni üzerindeki macerasının son bir kaç bin yılı, sistemli “bir yağma ve talan öyküsü”dür[1]. Endüstri Devrimi ve insan nüfusunun aşırı çoğalması ile son birkaç yüzyılda gerçekleştirilen yıkım ise artık gezegen ölçeğinde olup, hem gezegenin doğal dengelerini hem de doğanın parçası olduğunu hala tam olarak kavrayamamış görünen insanı tehdit etmektedir. Bu yazı, Greenpeace’in 2002 yılında yayınladığı bazı brifinglere dayanarak, 1992 Rio ve 2002 Johannesburg Dünya Zirveleri arasındaki on yıla ilişkin kısa bir değerlendirme yapmayı hedeflediğimiz için söz konusu savaşın bütününe ilişkin başka bir yorum içermeyecek.

Son 30 yılda gelişen çevre hareketini şöyle bir saptama ile özetleyebiliriz: İnsan, 1970’lerde uzaydan bakarak Dünya’yı gördükten ve çevresel yıkımın sonuçlarını şiddetle yaşamaya başladıktan sonra, gezegenin “sınırlı” kaynakları olduğunun bilincine vardı. Bu süreçte insanın gezegene (dolayısıyla kendine) açmış olduğu bu savaşı “daha ne kadar” sürdürebileceği konusundaki tartışma alevlendi ve çevre hareketinin “çok geç olmadan” bu savaşa acilen son verilmesi talebi küresel ölçekte yankı buldu. 20. Yüzyıl’ın son çeyreği, ilk tepkilerin bilimsel bulgularla birleşerek bir sivil toplum hareketine dönüştüğü ve baskı gruplarının etkisiyle devletlerin dünya çapında bir araya gelerek imzaladığı uluslararası çevre anlaşmaları süreçleriyle öne çıkıyor.

 

Yasanın olmadığı yerde yasa oluşturulmasının önemi ortada fakat bu süreçler hakkında bilinmesi gereken bazı gerçekler de var: Tarafların bir araya gelip bir uluslararası anlaşmayı imzalamasından sonra bile yaptırımların hayata geçirilmesinin (buna bir tür “ateşkes” diyebiliriz), çıkar gruplarının engellemeleriyle uzayan ayrıntılı görüşmeler yüzünden onyıllar alabildiği ve alabildiğine “sulandırıldığı”, hatta Bush Hükümeti’nin Kyoto Protokolu, Biyolojik, Kimyasal, Nükleer silahsızlanma anlaşmalarında da yaptığı gibi, askeri ya da ekonomik güç kullanarak sabote edilebildiği de unutulmamalıdır. Karşı karşıya olduğumuz soru şudur: 21. Yüzyıl’da insan, bir önceki yüzyılın sürdürülemez üretim-tüketim kalıplarını değiştirerek, gezegene ve kendine açmış olduğu yıkıcı savaşa bir son vermeyi başarabilecek mi yoksa “ne pahasına olursa olsun savaşı sürdürmek”ten çıkarı olanlara yenik düşüp, doğayla barış içinde yaşamanın yollarını hayata geçiremediği için kendini ve bir çok başka türü yok mu edecek?

2002 Johannesburg zirvesi öncesinde Dünya Doğal Yaşamı Koruma Vakfı (WWF) tarafından yayınlanan bir rapora göre, doğal kaynakların tükenmesinin sorumlusu, kendi çevre sorunlarını “görünürde” çözmüş ama “savurgan ve sorumsuz” bir tablo çizen endüstrileşmiş ülkelerdir ve hükümetler bu gidişi durdurmak üzere eyleme geçmezse, çocuklarımızın yaşam süresi içinde, insanlığın refah düzeyi daha da düşecek, kriz geri dönüşsüz bir hale gelecek ve...

insanlık, dünyanın doğal kaynaklarını bu hızla tüketmeyi sürdürürse, 48 yıl içinde Dünya'ya tıpatıp benzeyen bir gezegen daha bulup yerleşmek zorunda kalacaktır!

İnsanlığın doğal kaynak kullanımı, ya da bir başka deyişle “ekolojik ayakizi” 1980’lerin ortasından bu yana, Dünya’nın kendini yenileyebilme kapasitesini aşmıştır.

Son 30 yıl içinde

Dünya'nın doğal kaynaklarının üçte birini, ormanların yüzde 12'sini, okyanuslardaki biyolojik çeşitliliğin üçte birini; tatlı sulardakinin ise yarısını yeryüzünden sildik; izlenen 350 çeşit memeli, sürüngen ve balığın nüfuslarının ise yarı yarıya azalmasına yol açtık. Bazı kirli ve tehlikeli teknolojileri az da olsa kullanımdan kaldırmaya başlayan endüstrileşmiş ülkeler, bunları ve atıklarını milyarlarca insanın yaşadığı 3. Dünya’ya atmayı/satmayı sürdürüyor. Medya marifeti ve reklam kampanyalarıyla beyinlere enjekte edilen resmi/askeri/endüstriyel söylemle dayatılan bir savaş aracı olarak “tüketim toplumu” sürekli yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Halbuki, krizin boyutlarını, nedenlerini ve çözümlerini yok sayma kampanyalarına karşın, dünya artık gözardı edilemez hale gelen sayısız stres sinyali veriyor.

Dev çıkar ilişkileri doğrultusunda kitle medyasında yer bulamayan bilimsel uyarılar da bu yolun sonuna geldiğimizi gösteriyor. Örneğin, petrol, otomotiv ve kömür lobileri ne derlerse desinler,

yeryüzünde ne kadar petrol ve kömür yakılabileceği hesaplandığında, küresel ısınma ve tehlikeli iklim değişikliklerinin geri dönüşsüz noktaya gelmeden önlenebilmesi ya da dünyanın kitlesel bir ekosistem çöküş yaşamaması için, bırakın fosil yakıtları sonuna kadar kullanmayı, mevcut ekonomik fosil yakıt rezervlerinin en fazla 1/4’inin yakılabileceği ortaya çıkmıştır[2].

1992-2002 döneminde ne yazık ki çevrenin korunması için eylemden çok tutulmayan sözler ön planda oldu. Özellikle son 10 yılda, “ekonomik büyüme” bayrağı sallanarak aşırı boyutta çevresel sömürü sürdürüldü. Dünya nüfusunun %20’sinin, mevcut yaşam kaynaklarının %80’ini tüketip kirliliğin de %80’ini üretebilmesi için, bir yerlerde 800 milyon insan açlıktan ölüyor; başta silah, kimya, enerji ve otomotiv endüstrilerinin sürdürülemez etkinlikleri yüzünden doğal kaynaklar ve türler geri gelmeyecek bir biçimde yok ediliyor, canlılarda bağışıklık sistemi bozuklukları, kanser vb. hastalıklar yaygınlaşıyor ve iklimler değişiyor.

Başlangıçta “sürdürülebilir kalkınma”, “çevre" ve toplumsal eşitlik ile ilişkilendirilmişti ve içi boşaltılmadan önce, “sürdürülebilir kalkınma”nın bir sacayağı gibi ayakta durmasını sağlayan 3 öge şunlardı: Çevre, Ekonomik Kalkınma ve Toplumsal Eşitlik. Hükümetler ve dev şirketler, “sürdürülebilir kalkınma” kavramını sakatlayarak yalnızca “ekonomik büyüme” anlamında kullanmaya başlayınca 20. Yüzyıl’ın sonunda artık istisnasız her tür endüstriyel üretim “sürdürülebilir kalkınma” maskesi altında savunulur oldu! Üç ayağının ikisi olmayan ya da üçüncüsünden kısa olan bir sacayağının düzgün bir biçimde ayakta durması nasıl olanaksızsa, “çevreci” maskesiyle pazarlanmaya çalışılan bu sistemin ayakta durması da olanaklı değildir.

Avrupa ve ABD’de tüketim toplumlarının yaşadığı çevresel, toplumsal ve psikolojik açmazlar ve son olarak da Bush Yönetimi’nin uluslararası hukuku çiğneme alışkanlığı ve Afganistan-Irak saldırıları, 21. yüzyılın, “savaş”ın tek kazananı olan bir avuç dev şirket ve onların hükümetlerdeki temsilcileriyle, barış talebi olan milyonlar arasındaki mücadelenin yüzyılı olacağı açıktır. Dünyanın kaynakları sınırlıdır ve bu sınırlara karşın “sonsuz (sınırsız) ekonomik büyüme”yi dünyaya dayatanların, “çevreci, ekolojist ya da yeşil” olmaları olanaksızdır. Sözcüklere/kavramlara sahip çıkmak adına,  sürdürülebilir kalkınmanın gerçek anlamının, kaynakları Dünya’nın yenileyebileceğinden daha hızlı tüketmemek, gezegenle ve birbirimizle barış yapmak ya da BBC çevre muhabiri Alex Kirby’nin deyimiyle, “Dünya’ya, üzerinde daha uzun süre kalmak niyetindeymişiz gibi davranmak” olduğunu anımsamalıyız.

2002 yılında yapılan Johannesburg Dünya Zirvesi ne yazık insanların henüz Kirby’nin söz ettiği bilinç düzeyine gelmediğini gösterecek biçimde geçti. Gerekli somut hedefler, takvimi ve bütçesi belirlenmiş eylem planları olmaksızın, dev şirketlerin çıkarları doğrultusunda sulandırılan metinlerle son buldu. Oysa Dünya’nın içinde bulunduğu krizin hiç de ertelenebilir bir yanı yok:

PETROL-KÖMÜR BAĞIMLILIĞI VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

İnsan etkinlikleri sonucunda Dünya atmosferinde karbon dioksit vb. seragazları, “görülmedik bir hız ve şiddette” gerçekleşen bir küresel ısınmaya ve tehlikeli iklim değişikliklerine yol açıyor. Kutup ve buzulların erimesi, deniz düzeylerinin yükselmesi, atmosferde dolaşan su miktarının artışına bağlı anormal yağış miktarları, seller, mevsimlerde farklılaşma, kasırga, kuraklık, orman yangınları, erozyon, parazit ve salgınlarda artış, bu hızlı değişime uyum gösteremeyen bitki ve hayvan türlerinin yok olması, kıyılardaki su kaynaklarının tuzlanması, kıyı bölgelerinin su altında kalması gibi nedenlere bağlı açlık, göçler, toplumsal çatışmalar… Gezegenin 21. yüzyılda karşı karşıya olduğu bu en büyük küresel tehdit karşısında ortak geleceğimiz, yıllık ciroları trilyon dolarlarla ölçülecek kadar devleşleşmiş bir avuç petrol, kömür ve otomotiv şirketinin insafına mı bırakılmış gibi.

Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC’nin (yaklaşık 3000 uzmanın oluşturduğu bilim kurulu) gittikçe daha ürkütücü bir hal alan bir dizi raporuna karşın, Bush Yönetimi’nin 2001 yılında Kyoto Protokolu’ndan  çekilmesi, hükümetleri, medyayı ve dünya kamuoyunu alarma geçirmiş ve kafa karışıklığına yol açmıştı. Bush Hükümeti yalnızca uluslararası bir anlaşmayı sabote etmekle kalmamış, dünyanın en büyük petrol şirketi ExxonMobil’in (Avrupa’da Esso adı ile bilinir) dikte ettirdiği biçimde, ABD’de yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği alanlarındaki yaptırım ve destekleri azaltan yeni bir enerji-iklim politikası da oluşturmuştur.

Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kamuoyu araştırmaları, iklim değişikliği konusunda eyleme geçilmesi yönünde gittikçe daha fazla destek olduğunu gösteriyor. ABD dahil dünya kamuoyu, hükümetlerin, gezegeni tehlikeli iklim değişikliklerinden korumak için, Brezilya’nın Rio kentinde 1992 yılında imzalanan BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşmasındaki yükümlülüklerini teyid etmelerini ve daha da güçlendirerek yerine getirmelerini bekliyor. Bu anlaşmaya taraf ülkeler “atmosferdeki seragazları yoğunluğunu, iklim sistemine tehlikeli insan müdahalesini önleyecek bir düzeyde dengeleme” yükümlülüğünü üstlendi (Madde2). Bunun nasıl yapılacağına ilişkin mekanizmalar ise Anlaşma’nın 1997 tarihli Kyoto Protokolu tarafından belirlenmektedir.

Rio’daki Dünya Zirvesinden 10 yıl sonra, Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde yapılan Zirve (26 Ağustos - 4 Eylül 2002, BM Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi -  DSKZ), ABD, Avustralya, Suudi Arabistan gibi fosil yakıt lobilerinin güdümünde lobi yapan bazı devletlerin yıkıcı çalışmalarına karşın, Kyoto Protokulu’nun yürürlüğe sokulması için önemli bir olanak olarak görülüyordu (bu doğrultuda Kyoto’nun Rusya’nın da onaylamasıyla 2003’te yürürlüğe girmesi bekleniyor). Johannesburg’da başta çevre kuruluşları olmak üzere çeşitli alanlarda çalışan sivil toplum kuruluşları, Brezilya ve Avrupa Birliği ülkeleri, şu talepleri savundu:

  • İklim değişikliği ile başa çıkabilmek için acilen eyleme geçme gerekliliği teyid edilmeli; Kyoto Protokolu açıkça desteklenerek ABD olmasa da 2002 yılında yürürlüğe girmelidir;
  • ABD’nin iddialarının aksine, tehlikeli iklim değişikliklerini engellemek için uluslararası tek çerçeve olan Kyoto Protokolu’nun bir alternatifi olmadığı teyid edilmelidir;
  • İklim değişikliğinin baş nedeninin karbon-esaslı yakıtlar olduğu ve insanın enerji gereksiniminin karşılayabilecek tek sürdürülebilir enerji sisteminin, sürekli artan enerji verimliliği ile birlikte kullanılacak yenilenebilir kaynaklara dayanacağı kabul edilmelidir;
  • Yenilenebilir enerji ve verimlilik teknolojilerinin, başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere tüm dünyada sürdürülebilir kalkınma konusunda üzerlerine düşeni gerçekleştirebilmeleri için, gerekli büyük siyasi desteğe ve düzenlemelere kavuşturulacağı garantilenmelidir; ve
  • Enerji arzının korunması ve arttırılması için, Hükümetler, fosil ve nükleer enerji sistemlerine verildiği gittikçe daha iyi belgelenmekte olan milyar dolarlık sübvansiyonlardan vazgeçilmesini desteklemeli, bunu yerine yenilenebilir enerji teknolojilerine büyük bir destek programı başlatılmalıdır.

DSKZ’de, dünyada en yoksul ve elektriği olmayan yaklaşık 2 milyar insana yenilenebilir enerji hizmetleri sağlanması, endüstrileşmiş ülke enerji bütçelerinin %20’sinin yenilenebilir enerjiye yatırılması, dünya enerjisinin %10’unun 2010 yılına kadar yenilenebilir enerjilerden sağlanması, sürdürülemez fosil yakıt ve nükleer endüstrilere her yıl verilen 250-300 milyar dolarlık sübvansiyonların aşamalı bir biçimde kaldırılarak yenilenebilir enerjilere destek verilmesi, gibi hedefleri gerçekleştirmek üzere açık ve net bir eylem planı ve takvim benimsenmedi! Fakat, Johannesburg’da görüşmeleri engellemeye çalışan ABD, Avustralya, Kanada, Suudi Arabistan gibi ülkelerin fosil yakıt lobilerine karşın, bu hedefleri yine de gerçekleştirmek için 2003 yılında çalışmalara başlayacak olan Brezilya ve Avrupa Birliği ülkelerinin başı çektiği bir “İstekliler Koalisyonu” oluşturdu.

NÜKLEER GÜÇ VE RADYOAKTİF ATIKLAR

Nükleer gücü destekleyen politikalar, son 50 yılda ulusal ekonomiler ve enerji sektörlerinde çarpıklıklara yol açmıştır. Nükleer endüstri, çevresel açıdan yararlı enerji biçimlerinin araştırılması ve yatırımları için gereken siyasi irade ve paranın yerine ulaşmasını engellemiştir. Gelişmekte olan ekonomilere nükleer santralların ihraç edimesi de son dönemde büyük başarısızlıklarla sonuçlandı. Örneğin, 35 yılda 3 uluslararası nükleer ihale açmış bulunan Türkiye’ye reaktörlerini satmak için yıllarca uğraşan uluslararası nükleer endüstri, 3. ihalenin 2000 yılı Temmuz ayında iptal edilmesiyle bir kez daha kapı önünde kaldı. Brezilya’nın Angra II reaktörünün tamamlanması 24 yıl sürdü ve 10 milyar dolara maloldu! Filipinler’de iptal edilen Bataan reaktörü içinse, ülkenin dış borcunun %20’sine eşit bir para harcandığıyla kaldı.

Nükleer güç, kısa tarihi içinde çözümü olmayan çok uzun ömürlü (plütonyum 250 bin yıla yakın bir süre kontrol edilmesi gereken son derece toksik ve radyoaktif bir insan yapısı maddedir) bir radyoaktif miras bırakmış durumda. Ajanda 21’in 22. Bölümü devletlere radyoaktif atık üretimini en aza indirmeleri, sınırlamaları ve bu tür atıkları depolama, taşıma ve son depolama işlemlerine ilişkin çeşitli güvenlik önlemlerini yerine getirmeleri çağrısında bulunuyor. 1992 yılından sonra bazı küçük gelişmeler olduysa da, nükleer endüstri temel sorunlarını çözememiştir.

Tükenmiş yakıttan plütonyum ayrıştırılması (yakıt yeniden işleme) ve plütonyum-saslı MOX yakıtı üretimi, atıklar bu amaçla dünyanın bir yanından diğer bir yanına taşınırken, çevresel sorunları ve nükleer silah yapımına uygun maddelerin dünyaya yayılması tehdidini daha da arttırmıştır. Nükleer güce sahip belli başlı ülkeler hem atık taşımacılığının yapıldığı güzergah üzerindeki ülkelerin kaygılarını hiçe sayarak büyük tehlike yaratıyor, hem de Rusya vb. yerlerde uluslararası nükleer atık depoları oluşturma girişimleriyle çözümsüz nükleer atık sorununu “kaçak yollardan halletmeye” çalışıyor.

Nükleer  güç ve yarattığı nükleer silah ve atık tehdidine ilişkin gerçekler, onun pahalı, tehlikeli ve kirletici olduğu, sürdürülebilir kalkınma ölçütlerine uymadığı ve iklim değişikliğine etkili bir yanıt olmadığı yönündedir. Artık yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği teknolojilerinin destekleneceği yeni bir enerji anlayışı, çağı kapanmış ve tehlikeli nükleer teknoloji promosyonunun yerini almalıdır.

Bu doğrultuda:

  • Enerji alanında mevcut ve yeni benimsenecek mekanizmalarda sürdürülebilir enerji üretimi ve kullanımı desteklenmeli, nükleer enerji Kyoto’da olduğu gibi bu tür mekanizmalardan dışlanmalıdır;
  • 2000 yılı Haziran ayında Kuzey Doğu Atlantik OSPAR Komisyonu evsahipliğinde yapılan anlaşmaya uygun olarak, plütonyum yeniden işlemeye son verilmesi ve plütonyum (MOX) yakıtı üretimi ve kullanımından vazgeçilmelidir;
  • Tüm uluslararası radyoaktif atık taşımacılığı işleri için tam bir çevresel değerlendirme ve kapsamlı yükümlülük anlaşmaları yapılmalıdır; ve
  • Radyoaktif atık ihracatı yasaklanmalıdır.
TEHLİKELİ VE TOKSİK KİMYASALLAR

Canlı küremizde tehlikeli ve toksik maddelerin sürekli artışı, yalnız insan dahil tüm çevre sağlığını değil, kullanılabilecek mevcut su ve toprak kaynaklarını da etkilediği için, küresel güvenlik açısından en büyük tehditlerden biridir. Sürdürülebilir kalkınmanın temel ve gerekli bir bileşeni, bu zararlı maddelerden vazgeçilmesidir. 1992 Rio Zirvesinden bu yana, uluslararası topluluk tehlikeli atık ve zehirli kimyasal krizine son vermek için önemli anlaşmalar imzaladı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun bunların somut önlem ve uygulamalara dönüştürülmesidir.

1993 yılında, endüstriyel atıkların denizlere dökülmesi ve denizlerde atık yakma gibi yıkıcı işlemler, Londra Anlaşması ve birçok başka bölgesel anlaşma ile küresel ölçekte yasaklanmıştı.

1994/95 yıllarında ise OECD ülkelerinden diğer ülkelere (son depolama ve geri kazanım amacıyla) tehlikeli atık ihracatı Basel Anlaşması ile yasaklandı. Bu tehlikeli atık yasağı da birçok bölgesel anlaşma tarafından benimsendi.

2001 yılında ise en kötü toksik kimyasallar olan Kalıcı Organik Kirleticiler’in (KOK’ların) kaynağında ortadan kaldırılması için Stockholm Anlaşması imzalandı. Tüm tehlikeli maddelerden vazgeçilmesi yönünde başka bölgesel anlaşmalar da mevcuttur.

Sürdürülebilir kalkınmanın temel bir bileşeni olarak toksik maddelerin kullanılmadığı bir geleceğe doğru yol alabilmek için, bu anlaşmalarla bir temel oluşturuldu. Aşağıdaki önlemlerin yerine getirilmesi gereklidir:

Tehlikeli Atıklar:

  1. OECD ülkelerinden diğer ülkelere tehlikeli atık ihracatını yasaklayan Basel Anlaşması imzalanmalı ve ülke parlamentolarında onaylanmalıdır;
  2. Basel Anlaşması’na taraf olan devletlerin kabul ettiği gibi, önümüzdeki onyıl için öncelikli konu tehlikeli atık üretiminin azaltılmasıdır. Bu konuda tüm ülkeler anlaşmış olduğu halde tehlikeli atık üretimi artmaktadır. OECD ülkeleri en azından belli bir yıldaki üretim miktarını temel alarak artan üretimlerini o yılın miktarında dengelemeye ve daha sonra da azaltmaya karar vermelidir;
  3. Endüstri kaynaklı tehlikeli maddelerin çevreye yayılmasında olduğu gibi, tehlikeli atık konusunda da soruna yeterli bir çözüm getirmenin tek sürdürülebilir yolu, bunların temiz üretim kapsamında tehlikesiz ve zehirsiz alternatifleriyle (hammadde, girdi, ürün, teknoloji) değiştirilmesidir.

Tehlikeli Maddeler/KOK’lar:

Aşağıdaki önlemlerin ulusal yasal düzenlemelerle bütünleştirilmesi gereklidir:

  1. Kalıcı ve tehlikeli yeni kimyasalların üretimi yasaklanmalıdır. Sürdürülebilir kalkınma, bir yanda kimyasallarla ilgili mevcut sorunlarımızı çözerken, diğer yanda yeni bir kimyasal kirlilik akışı yaratmama becerimize bağlıdır.
  2. Çevreye tehlikeli maddeleri yayan veya yayma olasılığı bulunan alternatif malzeme, ürün ve teknolojilerin kullanımı zorunlu tutulmalıdır. Arıtma, baca filtreleri gibi tehlikeli atıkları yalnızca bir noktada toplayıp yoğunlaştıran önlemler, sürdürülebilir çözümler değildir.
  1. Dioksinler ve furanlar gibi üretimde istenmeden ortaya çıkan KOK kaynaklarını durdurmalıdır. Alternatif atık teknolojileri, başlıca KOK kaynaklarından biri olan atık yakmanın yerini almalıdır. Klorlu çözücüler, PVC plastiği (sürdürülebilir bir dünyada yeri olmayan en kirletici plastik türü), klor dioksitli kağıt hamuru beyazlatma dahil, klorlu beyazlatma işlemleri ve klorlu böcek öldürücülerin tümü, KOK kirliliği ile başa çıkmak için açık hedeflerdir.
  1. Endüstri tesisleri için her ülke “toksik madde envanterleri” ve “bilgi edinme hakkı”nı uygulamaya almalıdır. Halk, toksik kirliliğin olmadığı bir çevrede yaşamak ve bu nedenle de endüstriyel tesislerin yaydığı kirleticilerin hangileri olduğunu bilmek gibi temel bir insan hakkına sahiptir. Bir madde bir tesisten kamusal alana yayıldıktan sonra, bunun bir “sanayi sırrı” olduğu ileri sürülemez. Halk ve çevre sağlığının yararı, bu tür iddiaların üzerindedir.
TARIM VE GENLERİYLE OYNANMIŞ ORGANİZMALAR

1992-2002: GENLERİYLE OYNANMIŞ ORGANİZMALAR ONYILI: Birçok sürdürülemez ve yıkıcı tarımsal etkinlik devam ettiği için tarımın çevresel etkileri gittikçe kötüleşirken, besinlerde ve tarımda genleriyle oynanmış organizmaların yaygınlaşması, 1992 Rio Dünya Zirvesi sonrasında ortaya çıkan yeni bir gerçektir. Bu nedenle çevre koruma ve evrimin bütünselliği açısından ciddi tehditler ortaya çıkmaktadır. Tür kayıpları felaket boyutunda gerçekleşirken, hem doğal hem de üretilmiş biyolojik çeşitliliğin endüstriler tarafından “entellektüel mal” olarak ele alınmasına (“yaşamın patentlenmesi”) yönelik niyetler de bambaşka bir tehlike yaratıyor. İnsanlık biyoteknoloji yüzyılına girerken, gen mühendisliği alanında “tedbirli yaklaşım ilkesi” ne yazık ki uygulanmamaktadır ve bunun sonucunda sağlık, biyolojik çeşitlilik ve ekonomik alanda büyük kayıplar olması beklenmektedir.

Tarım sektörü, zehirli tarım ilaçları, hormonlar vb. zararlı maddelerin yol açtığı sağlık sorunlarının yanısıra, biyoçeşitliliğin ve içilebilir su  kaybından da sorumludur. Dahası dünyadaki küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının üçte biri tarım kaynaklıdır. Endüstriyel ve yıkıcı tarım uygulmaları karşısında, su kullanımını en aza indiren, biyoçeşitliliği koruyan ve ürün niteliğini yükselten birçok yeterli ve güvenli alternatif mevcuttur.

Devletler bu sektörde:

  • Geleneksel bilgiye ve çevreye saygılı tarımsal uygulamalara öncelik vermeye, politikalarını ekolojik açıdan sağlıklı uygulamalara destek verecek biçimde değiştirmeye karar vermelidir;
  • Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması ve onun Biyogüvenlik Protokolu’na uygun olarak tarımsal çeşitliliği etkin biçimde koruma yükümlülüklerini yerine getirmelidir;
  • Dünya Ticaret Örgütü’nün TRIPS yaklaşımına karşı, yaşamın patentlenmesini önleyecek yeni bir yasal aracı benimsemelidir; ve
  • Genleriyle oynanmış organizmaların yayılmasını önlemek için önlemler almalıdır.
YAŞLI ORMANLAR

Dünya yüzünde kalmış yaşlı ormanların ekolojik bütünlüğünün korunması büyük bir aciliyet taşımaktadır. Bu ormanlar, yerli halkların ve orman köylülerinin, kendine has kültürlerinin, dillerinin ve dinlerinin yaşadığı ortamdır. Dünyanın kara kökenli bitki ve hayvan varlığının %80’i yaşlı ormanlarda bulunmaktadır. Yaşlı ormanların bugüne dek yok edilmemiş bölümünün yarısı, bugün kereste, maden, tarım endüstrilerinin tehdidi altındadır. Bu tür ormanlardaki yıkımı durdurmak istiyorsak önümüzdeki on yıl kritik bir dönem olacaktır.

Hükümetler yaşlı ormanların korunmasını aşağıdaki çerçevede gerçekleştirebilir:

  1. 1992 Biyolojik Çeşitlilik Anlaşmasının güçlendirilmesi ve yerel olarak hayata geçirilmesiyle tüm ilgili sektörlerde ormanların korunması;
  2. Koruma alanlarının arttırılması;
  3. Ağaç dışı doğal ürünlerin desteklendiği ve uluslararası bağımsız kuruluşlarca belgeleme yapılan sürdürülebilir ormancılığın geliştirilmesi.

Bu bağlamda yapılması gerekenler şunlardır:

  • Yerli halkların topraklarının sınırları işaretlenerek yasalarla korunmalı;
  • Devlet ve diğer kamu kuruluşlarının alımlarında, orman ürünlerinin sürdürülebilir ve yasal kaynaklardan temin edildiğini garantileyecek kurallar işletilmeli;
  • Terkedilmiş orman alanları yarının yaşlı ormanları olarak restore edilmeli;
  • Ulusal topraklar dahilinde ve haricinde (ticaret, yardım ya da ulusal sübvansiyonlara bağlı olarak) yaşlı ormanların yok edilmesine yol açan etkenler belirlenmeli ve ortadan kaldırılmalıdır. 

FİNANS KAYNAKLARI VE MEKANİZMALARI

Ajanda 21’e göre, gelişmiş ülkeler GSMH’larının %0,7’sini uluslararası yardım için harcama konusunda Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği hedefi 2000 yılından itibaren uygulayacaklarını teyid etmiştir. “Yaratıcı finans sağlama” amacıyla belirlenen 5 yoldan biri, mevcut askeri harcamaların bir bölümünün yardım programlarına kaydırılması olarak belirlenmişti.

Halbuki, 1998’e kadar arka arkaya 11 yıl boyunca sürekli azalma gösteren küresel askeri harcamalar, 1999’dan itibaren %2 artarak tekrar yükselmeye başladı! 1999 yılında 523 milyar dolar olan rakamın, 2 yılda %62 artarak 2001 yılında 839 milyar dolara çıkması dehşet vericidir. Bu harcamaların yalnızca birkaç ülkede odaklandığının, yani dörtte üçünün 10 ülke tarafından harcadığının altı çizilmelidir. Aşağıdaki tabloya göre, 1999’da en fazla askeri harcama yapan ilk 6 ülke G-7 ülkeleri, 7. ülke ise Rusya olup yeniden başlayan tırmanışın sorumluları ABD, Fransa, Rusya ve Çin’dir:

SIRALAMA

ÜLKE

ASKERİ GİDER 1999 (milyar USD, 1995 sabit kuru)

DÜNYA GİDERLERİ İÇİNDEKİ PAY (%)

1

ABD

259,9

36

2

Japonya

51,2

7

3

Fransa

46,8

7

4

Almanya

39,5

5

5

İngiltere

31,8

4

6

İtalya

23,5

3

7

Rusya

22,4

3

8

Çin

18,4

3

9

Güney Kore

15,0

2

10

Suudi Arabistan

14,5

2

TOTAL

 

523,0

73

 

Raporlar, yardımların Ajanda 21’e uygun olarak %0,7’ye yükseltilmesi bir yana, azaltıldığını gösteriyor. 1998’de %0,7 hedefini aşan yalnızca 4 ülke vardır: Danimarka, Norveç, Hollanda ve İsveç. En fazla askeri harcama yapan 6 OECD ülkesi bu hedefe ulaşmamıştır!

 

ÜLKE

 

ASKERİ HARCAMA SIRALAMASI

GSMH İÇİNDE YARDIM MİKTARI ORANI (%)

ABD

1

0,10

Japonya

2

0,28

Fransa

3

0,40

Almanya

4

0,26

İngiltere

5

0,27

İtalya

6

0,20

 

 

Dünyadaki herkesin ortalama bir Amerikalı gibi tüketmesi halinde tam 5,3 gezegene (!) gerek duyulacağı bilgisinden yola çıkarak, ABD’nin artık bir kabusa dönüşen “Amerikan Rüyası” ile insanın gezegene karşı yürüttüğü savaşı körüklediği sonucuna varmak zaten zor değil. Ayrıca, Bush Yönetimi’nin 21. Yüzyıl’da dünyadaki askeri harcamanın yaklaşık yarısını tek başına gerçekleştirerek, ABD’den sonraki 15 ülkenin toplamından daha fazla para yatırdığı da biliniyor. Yönetimle içiçe geçmiş silah ve petrol endüstrisinin çıkarları güdümünde, ABD’nin Afganistan-Irak saldırıları ile başlayarak “dünyaya savaş açtığı” günümüzde, aşağıdaki talepler toplumsal adaleti savunan ve savaşı vergileriyle desteklemek istemeyen ABD ve diğer ülke yurttaşları açısından her zamankinden daha fazla önem kazanıyor:

 

  1. Devletler GSMH’larının askeri harcamalara giden bölümünü azaltmalıdır.En büyük indirimler, en büyük askeri harcamaları yapan ülkelerde yapılmalıdır;
  2. Nükleer silah ve diğer kitle imha silahları ve “Yıldız Savaşları” gibi sistemler terkedilmelidir;
  3. Tüm OECD ülkeleri, GSMH’larının %0,7’sini uluslararası yardım için harcama hedefini en geç 2003 yılı içinde gerçekleştirmelidir;
  4. Askeri harcamalarda yapılacak indirimler, tek taraflı “sözler”le değil, yaptırımları ve doğrulama mekanizmaları bulunan çift-taraflı ya da çok-taraflı anlaşmalarla gerçekleştirilmelidir.
 
SONUÇ

2002’deki Dünya Zirvesi, daha önce de belirtildiği gibi, önemli ama küçük ama güçlü bir azınlığın dünyanın geleceğini hiçe saydığı bir süreç sayılabilir. Fakat bazı kazanımlar da olmadı değil. Bush’un Teksas’ta tatil yaparak (!) katılmadığı Johanesburg Zirvesinde ABD’yi temsil eden Colin Powell’ın sadece sivil toplum temsilcileri değil devlet delegasyonları tarafından bile “Utan Bush” sloganlarıyla protesto edilmesi, belki de birkaç ay sonra dünyada on milyonlarca insanın eş zamanlı olarak savaş karşıtı eylemlerle sokaklara dökülmesi kadar önemli bir gelişmeydi. Gezegenin yaşam kaynakları ve bugüne dek büyük mücadeleler sonucunda elde edilmiş insan, çevre, işçi, çocuk… hakları büyük bir saldırı altında yok edilmeye çalışılırken, kitlelerin bilinç kazanması ve tepkilerini barışçıl bir biçimde ortaya koyması süreci de  hızlanıyor. Uluslararası Çevre Vakfı Greenpeace’in Başkanı Gerd Leipold’un Johannesburg zirvesinin sonunda söyledikleri yapılan çalışmaların niteliğini açıkça özetliyor: "Burada olmak dişçiye gitmek gibi bir şey. Bunu kimse sevmez, ama gitmemek daha kötü sonuç verir."

İnsanlar, 21. Yüzyıl’da hep birlikte verilecek bir mücadele sonucunda, gezegen ve kendisi ile barış yaparak, hayatta kalabilecek mi? Gerekli dönüşümleri yaratmakta ve toplumsal/çevresel adeletin küresel ölçekte uygulanması konusunda yeterince akıllı, hızlı ve becerikli olup olamayacağımızı zaman gösterecek. Tek umudumuz, tüm engellere, zorluklara ve yanılsamalara karşın, farklı görüşlerimiz, tarzlarımız, uygulamalarımızla, çeşitliliğimizi yitirmeksizin, küresel ölçekteki yıkıcı saldırı karşısında birleşmekte. “Başka bir dünyanın mümkün olduğu”na yürekten inanarak, belki de şu anda sonuç almaya değil, yalnızca doğru yönde ilerlemeye odaklanmak bile aradığımız çözüm olabilir.

 

[1] Bu konuda okunabilecek çok sayıda kitap olduğu kuşkusuz, ama son on yılı içermedikleri halde ABD’de 1991’de yayınlanan “Dünyanın Yeşil Tarihi, Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü” (Pointing, C., Sabancı Üniv., 2000) ile 1992’de yayınlanan ve dünyayı yok edişimize ilişkin çarpıcı bir roman olan “İsmail” (Quinn, D., DharmaYayınları, 2002) ilk akla gelen kaynaklar olabilir.

[2] “The Carbon Logic; Fossil Fuels and Climate Protection”, (Karbon Mantığı; Fosil Yakıtlar ve İklimin Korunması) Greenpeace International, Londra, 2 Ekim 1997.

Ek bilgiler

  • Yazar: Melda Keskin
  • Yıl: 2002
Ara...