EN UZUN YIL 2002

Almanak 2002Biçimsel bakımdan her yıl gibi 2002 yılı da 1 Ocak günü başladı, 31 Aralık günü sona erdi. Ama politikanın takvimi farklıdır. 2002 yılı ile ilgili bir yazı yazabilmek için, onu 11.Eylül .2001 tarihinden başlatmak ve 2003 Mart’ında Irak savaşının başladığı gün bitirmek doğru olur.

2002 yılı, yakın tarihimizin bu bakımdan en uzun yılıdır.

11 Eylül, elbette insanlığın tanık olduğu en irrasyonel terör eylemlerinden birisiydi. Eğer terör eylemlerini planlayanlar, bununla Amerikan yönetimine göz dağı vermeyi düşündüyseler, belli ki amaçlarına ulaşamadılar. Eğer bu terör eylemi gerçekten de Amerikan karşıtlarının işi ise, bu saptamamız geçerli olur. Fakat aradan geçen uzun bir zamandan sonra, bu saldırının gerçek failleri hala ortada yoklar ve Amerikan istihbaratının bu eylemle ilgili tutumunda kuşku uyandıran bir çok belirti var. İkiz kulelere yönelen terör eylemi kimin işine yaradı? Bu soruya verilen yanıt saldırının işlevini, amacını ve hiç kuşkusuz failini de ele verir. En azından insanlığın belleğinde gerçek terörist olarak, bir zamanlar CIA tarafından Afganistan’a yerleştirilen Usame Bin Ladin’in, adı değil, bu eylemden, daha Sovyetler Birliği’nin dağıldığı günden başlayarak yapılan planlarını uygulama fırsatı yakalayanların adı kalacaktır. Bunlar seçilmesi bile Bush ve onun çevresindeki petrol ve silah kumpanyalarının temsilcilerinden oluşan kliğin isimleridir. Wolfowitzler, Cheneyler’dir.

11 Eylülden önce de ABD’nin eski sosyalist ülkelerden boşalan pazarları denetim altına alma planları yürürlükteydi. Ama 11 Eylül’den sonra ABD önce Afganistan’ı, ardından Irak’ı işgal ederek dünya hegemonyası yarışını yeni ve tehlikeli bir aşamaya yükseltti. Öyle ki, tüm kapitalist ülkeleri Afganistan işgali sırasında peşine takan ABD, Irak işgalini Almanya, Fransa, Rusya ve Çin gibi ülkeleri bile karşısına alarak gerçekleştirilecek denli gözü kara bir adım attı.

2002 yılı bir “ABD yılı” oldu. “ABD yılı”ise bölge halkları ve dünya halkları için bir tehlike sinyaliydi. Şimdi ABD’nin, petrol ve silah tekellerinin iştahını kabartan bütün gelişmekte olan ülkeler hedef tahtasındadır. Bunlar kimi zaman kitle imha silahları, kimi zaman terörizm, kimi zaman uyuşturucu ticareti, kimi zaman da totalitarizm gerekçeleriyle ABD tarafından işgal edilme tehdidiyle yüz yüzeler.

Türkiye bu tabloda özgün bir yere sahip. 11 Eylül tarihi Türkiye’nin ünlü “jeostratejik” öneminin üstüne kara bulutların biriktiği süreci de başlattı.O güne kadar bölgede bir ABD’den yana güvenlik rolü karşılığı ABD desteğini elde eden egemenler, Orta Asya’nın tam da kalbi olan Afganistan’a yerleştikten sonra, ABD ile “komşu” olmanın şokunu yaşıyorlar. Türkiye, deyim yerindeyse rolünü kaybetti, Meclis’den geçiremediği tezkere karşılığında teskeresini aldı, bir bakıma terhis edildi. Şimdi Türkiye’nin rejimi, 2002 yılı boyunca hazırlıkları yapılan “önleyici savaş” stratejisinde kendisine yer bulamamanın, dahası Irak ya da Afganistan gibi olmasa da ABD müdahalelerine her zamankinden çok daha açık hale gelmenin krizini yaşıyor. Bu krizin kendine özgü yanı, düne kadar politik yaşamımıza askeri kullanarak müdahale eden ABD’nin, bu defa TSK’nin merkezi komuta kadrolarını hedef alması, doğrudan doğruya orduya müdahale etmeye başlamasıdır.

2002 yılı, gerçekte Türkiye’yi böyle bir kaotik gelişmeye karşı hazırlık yapma şansının yakalandığı bir yıldı. 2002 yılının en önemli gelişmesi, Ecevit hükümetinin erken seçim kararı almasıydı. Eğer 3 Kasım seçimleri, demokratik bir seçim yasasıyla yapılsaydı ve IMF ipoteği altına giren ekonominin ağır yükünü yüklenen emekçiler, aydınlar, kadınlar ve gençler birleşebilseydi, 4 Kasım sabahı Türkiye başka bir Türkiye olma yoluna girecekti. SDP, bu olguyu saptadı. HADEP’le, EMEP’le, DEHAP çatısı altında, Emek, Barış, Demokrasi Bloku’nun kuruluşuna kendi katkısını yaptı. Bir dizi sosyalist grup ve çevreyi, tek tek bireyleri bu blok içinde birleştirmek için elinden gelen çabayı gösterdi. O güne kadar Türkiye’nin bütün temel sorunlarının üstünü laik-anti laik kavgasıyla örten çevreler Emek, Barış, Demokrasi Bloku’nu yalıtmak için büyük çaba harcadılar. Medya sayfalarını bloka kapattılar. Egemen çevreler Blok’u seçmenin gözünde yıpratmak için her yola başvurdular. Sonuçta hiç birinin beklemediği bir gerçekle yüz yüze geldiler. 28 Şubat sürecinde parçaladıkları İslami politik güçler, AKP saflarında büyük bir çoğunlukla iktidara geçtiler.

Böylece yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türkiye’yi ABD politikalarının peşine takanlar, bu politikanın ters tepen sonuçlarıyla yüz yüze geldikleri gibi, üstüne titredikleri laisizmin İslami bir partinin işbaşına gelmesiyle “tehlikeye” girdiği vehmiyle, büyük bir şaşkınlığa düştüler. Dışarıda stratejik müttefikleriyle ilişkileri bozulmuştu ve içerde de İslami çevrelerin zaferini engelleyememişti.

Bu gibi durumlarda akla gelen “darbe” de artık bir çözüm olamıyordu. AB aday üyeliğini bir yana bırakalım, Irak’ı “totaliter BAAS rejiminden Irak halkını kurtarmak” için işgal eden ABD karşısında ve bu devletle ilişkilerin bozulduğu koşullarda böyle bir darbenin çıkış yolu olmaması nedeniyle, o yola başvurulması söz konusu değildi. Böylece egemen çevreler tam bir çaresizlik içine düştüler.

Hiç kuşkusuz bütün bu gelişmelerin merkezinde Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün yıkıcı sonuçları yatıyor. Türk egemenleri, 11 Eylül terörünü, kendi Kürt karşıtı siyasetlerinin doğruluğuna bir kanıt gibi yorumladılar. Batılı devletlere, Irak savaşına kadar şunu anlattılar; Türkiye terörizmden çok çekti. Şimdi siz de anladınız. O halde Kürt hareketine karşı Türkiye’nin yürüttüğü savaşı destekleyin. Bu hiçbir ciddi öngörüye dayanmayan kör politika, ABD’nin Saddam rejimine karşı Kürt “kozunu” kullanmaktaki kararlı tutumu ile iflas etti. 2002 yılı Türkiye’nin Kürt sorununda çözümsüzlük siyasetinin adım adım çöküş süreci oldu.

Bu kısa panorama bize şunu gösteriyor: Türkiye 2002 yılını boşuna harcadı. Varolan statükoyu hiçbir sonuç doğurmayacak politikalarla koruma çabaları Türkiye’ye zaman kaybettirdi. Ve şimdi Türkiye şu ikilemle karşı karşıya geldi: Ya “Amerika renginde bir değişim”le, ya da “Türkiye renklerinde bir toplumsal değişim”le statüko sona erecek. Onu korumak artık olanaksız. Elbette bu iki seçenek arasında “Avrupa Birliği renklerinde liberal bir değişim” şıkkı da var. Bunu savunanların Kürt sorununa çözüm konusunda açık bir tutum almamaları, onları kaçınılmazlıkla en kötü seçeneğe doğru itecek. Çünkü “AB renklerinde liberal değişim”in kapsamında Kürt sorununu adil, demokratik ve barışçı yoldan çözme maddesi yoksa, sonuç Amerikan renklerinde değişim olur.

Kısacası Türkiye halkının ve Türkiye’nin gereksinmelerine ve özlemlerine, taşıyıcı gücü halk olan gerçek bir demokrasidir. Herkesin kendisini, kimliğiyle, kültürüyle, diliyle, cinsiyetiyle ifade edebileceği ve o bağlamda örgütlenebileceği çoğulcu, demokratik bir ortamdır. Bunun karşılığı da bu beklentiler hattında buluşacak demokratik ve siyasi güçlerin birliğinde olacaktır. Türkiye’nin parlak geleceği de buna bağlıdır

Ek bilgiler

  • Yazar: Akın Birdal
  • Yıl: 2002
  • Kurum: SDP Genel Başkanı
Ara...