Bilindiği gibi BM Güvenlik Konseyi 2.Dünya Savaşı’nın galiplerine veto yetkisi veren işleyişiyle esasen anti-demokratik bir organdır. Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB’nin karşılıklı veto yetkilerini kullanmalarıyla pek işlevli olamamıştı. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise neredeyse ABD noteri gibi çalışmıştı. Ama G.W.Bush, BM’de dahil bu tip kurumları devre dışı bırakarak tek süper güç olduğunun kayıtsız şartsız onayını istediği için hiçbir uzlaşma arayışına gitmedi. Önümüzdeki dönem BM Güvenlik Konseyi’nin ihyasından öte, BM Genel Kurulu’nun yetkilerinin artırılarak, uluslararası demokratik kamuoyunun temsilcisi olmasını amaçlamak gerekir. ABD’nin bundan sonraki adımının, IMF, DB ve DTÖ’nün sermayenin genel çıkarlarını savunmanın ötesinde ABD’nin tam yörüngesine girmesi doğrultusunda olması beklenmelidir.
ABD’nin tek kutuplu dünya egemenliğine kafa tutabilecek güç, AB ve Japonya önderliğinde Asya blokları veya Fransa, Almanya, Rusya gibi ulusal devletler değil, tüm dünyada savaşa karşı örgütlenen “Küresel Adalet” hareketidir. Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da belki de hepsinden önemlisi New York’ta, Los Angeles’ta sokaklara, meydanlara dökülen insanlar geleceğin dinamiğini temsil etmektedir.
Bir anlamda Bush “Büyük İnsanlığı”birleştirdi. Küresel haydutluğa karşı ilk kez “Uygarlıklar Çatışması” tezini yalanlarcasına din, ırk, millet kimliklerini aşan bir irade doğdu. Bu hareketin geleceği küresel barış talebini; iş, konut, erişilebilir eğitim, sağlık, altyapı talepleriyle diğer bir deyişle sosyal taleplerle birleştirmesinde yatmaktadır.
AB’nin ekonomik ve hukuksal düzenlemeler anlamında çok detaylı bir mevzuatı olmasına, üyelerinin büyük çoğunluğunun tek parayı kabul etmesine karşın, henüz siyasi bir ortak kimlik ve dış politikaya sahip olmadığı Irak savaşında açıkça ortaya çıkmıştır. Bu asimetrinin gerginlikleri önümüzdeki döneme damgasını vuracaktır. ABD’nin yedeğinde konuşlanmaktan başka çıkar yol bulamayan İngiltere, İspanya, İtalya’nın yanısıra Doğu Avrupalı taze üyeleri kapsayan “Yeni Avrupa” ile; Fransa, Almanya öncülüğündeki ABD ile bir hegemonya mücadelesinin kaçınılmazlığı üzerinden kimliğini oluşturmaya çalışan “Eski Avrupa” arasındaki çekişme kolayca çözüme bağlanamayacaktır. Eğer savaş karşıtı ruh hali sandığa yansırsa “Yeni Avrupa” tasfiye olabilir. “Eski Avrupa”nın ise kamuoyu desteği sağlasa bile ABD karşısında askeri bir güç olarak rekabeti kolay görünmemektedir. Avrupa’nın rotasında da “Küresel Adalet” hareketinin dünya çapındaki performansı önemli rol oynayacaktır.
II - TÜRKİYE
Dünyada küresel hegemonya mücadelesi sürerken, Orta - Doğu da yeniden yapılandırılyor. Türkiye ise yıllardır biriktirerek bugüne taşıdığı ekonomik ve siyasi sorunların kıskacında yolunu çizmekte zorlanıyor.
Türkiye Irak’a savaş planları yapılırken, dünya kamuoyu nezdinde hiçbir ahlaki kaygısı bulunmayan, savaşı bir mali bilanço hesabıyla değerlendiren, deyim yerindeyse "bezirgan" bir ülke görünümündeydi. 1 Mart’ta “Irak’a asker gönderme ve Türk askerlerinin yurtdışında konuşlanması”na izin veren tezkerenin reddiyle aslında Türkiye büyük bir vebalden de kurtulmuş oldu. Bir anlamda yurttaşlarımızın onur yarası bir ölçüde tamir edilirken, dünya kamuoyunda da Türkiye "ABD mandası" görünümünden bir ölçüde sıyrılmış oldu.
TÜSİAD ve ekonomi bürokrasisi başta olmak üzere Türkiye’nin geleceğini ABD rotasında küresel entegrasyonda görenler, ekonomik krizin de etkisiyle şiddetle ABD’nin yanında savaşa girmeyi savundular. ABD’den gelecek sıcak para ve Irak pastasından pay kapma çabaları bu kesimlerin büyük medya desteğinde savaşa katılma konusunda çok açık tutum almalarını getirdi. Ekonomi ile politikanın ayrı alanlar olduğu yolundaki neo-liberal tez bir anlama kendi savunucularının ağzından yalanlanmış oldu.
ABD’nin bizzat Orta-Doğu’ya yerleşmesi ve Irak’ı askeri üs kabul ederek bölge ülkelerini hizaya getirme misyonunu ortaya koymasıyla, Türkiye’nin “alt-emperyalist ülke” olabilme hülyası havada kalmıştır. Türkiye’nin İsrail veya İngiltere düzeyinde “stratejik ortak” konumunda kabul edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Gene de Türkiye, 20 yıldır izlediği piyasa ekonomisine yönelme stratejisi, bölgede burjuva demokrasisinin en yerleşmiş ülke olması, AKP hükümetinin Amerikancılık ile “yumuşak” İslamı bütünleştirme çabasıyla tam da ihmal edilemeyecek bir ülke konumundadır. Önümüzdeki dönemde ABD tarafından Türkiye’ye Orta-Doğu’da ve Kafkaslar ile Orta-Asya’da bazı taşeron görevler verilebilir.
Türkiye IMF yedeğinde istikrar programlarını sürdürdüğü müddetçe, siyasette de bağımsız bir çizgi izleyemeyecek, bulunduğu ittifaklar içinde de pazarlık gücü kazanamayacaktır. Ekonominin toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda yönlendirilmesi yönünde bir siyasi irade çıkmadan, Türkiye’nin kişilikli bir dış politika yönetimine kavuşması da zor görünmektedir. Bu yönelim, ülkede anti-kapitalist, emekten yana toplumsal muhalefetin güçlenip, siyasete ağırlığını koymasıyla mümkündür.
Türkiye’nin devletçi reflekslerini törpülemesi, Kıbrıs sorununa BM ve Kıbrıs’taki sol muhalefetin talepleri doğrultusunda bir çözüm arama rotasına girmesi, Kürt sorununda demokratik çözümlere yönelmesi halinde uluslar arası kamuoyunda saygınlığı artabilir, AB karşısında da elini güçlendirebilir.
Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmesi; KADEK militanlarının silah bırakarak Türkiye’deki siyasal süreçlere katılımlarını sağlayacak adımların atılmasına, Kürt yurttaşların kendi kültür ve kimliklerini yaşamalarının önünün açılmasına, bölgeye iş ve aş getirecek yatırımlara girişilmesine bağlıdır. Bu takdirde Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelişmelerden tedirgin olmasının gereği de kalmayacaktır.
III - ÖDP
Türkiye halkının büyük çoğunluğunun savaş karşıtı bir tutum alması, toplumsal muhalefetin barış ve adalet talebinde ortaklaşarak güçlenmesini olanaklı kılmıştır.
ÖDP özgürlükçü bir sosyalizmi hedefleyen ve enternasyonalist yönelimi bulunan bir parti olarak bu potansiyeli değerlendirmenin yanında, küresel kapitalizmin dünya çapındaki saldırısına karşı küresel direnişin de bir parçası olmak göreviyle karşı karşıyadır.
ÖDP onurlu bir yaşam, yeteneklerimizi harekete geçirebileceğimiz bir iş, yaşanabilir bir konut, eşit, parasız, kaliteli eğitim ve sağlık hizmetleri talebini barış talebiyle birlikte yükseltmeyi, emekten, özgürlükten, dayanışmadan yana bir Türkiye çağrısında bulunmayı görev saymaktadır.
Irak deneyimi bize eğer bir ülkenin halkı o ülkenin kaynaklarından yararlanamıyorsa, zorba bir rejime yakın olanlar gününü gün ederken sıradan insanlar yoksullukla pençeleşiyorsa, o halkın emperyalist işgale bile yeterince direnç gösteremeyeceğini öğretti.
ÖDP önümüzdeki dönemde bir yandan ABD saldırganlığını teşhir ederken; öte yandan, ülkemizde soldan yana eşitlikçi, özgürlükçü, çok kültürlü - çok kimlikli demokratik bir toplumun kavgasını verecektir.
IV- 3 KASIM SEÇİM SONUÇLARI
Türkiye, her yönden küreselleşmeye eklemlenmenin yarattığı krizlerle kritik bir dönemin eşiğinde 3 Kasım seçimlerine girdi. Özellikle yaşanan ekonomik kriz sonucunda, emekçi kitleler önemli hak kayıplarına uğradı, işsizlik çığ gibi büyüdü, küçük ve orta boy sermaye zayıfladı, nitelikli iş gücü ucuzladı ve eski sosyal konumunu yitirdi, kırsal kesim tam bir yıkıma sürüklendi. Borç batağına sürüklenen ülke ekonomisi iflasın eşiğinden dönerken düzen kendini yeniden yapılandırma konusunda önemli adımlar attı. Bu yeniden yapılanma sürecinin politikanın sürdürülüşünde yaratacağı farklılaşma önümüzdeki dönemin politik koordinatlarını oluşturacaktır. Bu özellikle siyasal partiler düzleminin yeniden dizilmesi demektir. AKP ve CHP'den oluşan bir parlamento yapısı ve diğer siyasal partilerin çözülmesi bu dizilişin ilk ipuçları olarak görülebilir. Siyasal İslamcı gelenekten gelen AKP bütün seçim kampanyası boyunca, bir yandan kendi geleneksel tabanına yönelik ılımlı İslamcı mesajlar verirken, diğer yandan değiştiğini ve bu geleneğin has temsilcilerinden farklı olduğunu vurgulamaya çalıştı. Bu durum 28 Şubat sürecinden çıkarılan bir ders olduğu kadar, ondan daha fazla AKP'nin küreselleşmeci ve piyasacı yaklaşımları, ılımlı İslamcı hattıyla birleştirerek merkeze yönelmeyi amaçlayan yeni siyasal yöneliminin ifade edilmesi anlamını taşıyordu. İkili bir söylem tutturarak bir taraftan ülkedeki sermaye çevrelerine IMF politikalarını sürdüreceği güvencesi verirken diğer taraftan krizin mağdurlarının taleplerini seslendiriyordu. Milletvekili adaylarının profili de buna uygun olarak belirlendi.
Seçimlerin siyasal partiler açısından değerlendirilmesi kadar sınıfsal açıdan da ele alınması gerekmektedir. Özellikle AKP'nin kriz mağdurlarının taleplerini temsil eden bir parti "imajı" taşıması ve bu nedenle de mevcut rejime alternatif bir görüntü sergilemesi yoksul halk kitlelerinin bir umut olarak AKP'yi görmesine yol açtı. Oysa AKP küreselleşme sürecine eklemlenmek ve geleneksel iktidardan pay almak isteyen sermaye kesimlerinin öncülüğünde kurulan bir partidir ve bu sınıfların taleplerinin taşıyıcısıdır. AKP, yapabileceği kimi revizyon girişimlerine rağmen, esas olarak IMF politikalarını takip edecek ve borç ve faiz ödemesini sürdürecektir. AKP'nin iktidar alanını geliştirmek için dış dinamiklere yönelmesi, AB konusunda hızlı ve radikal adımlar atması ya da ABD politikalarının gönüllü taşıyıcılığına soyunması da kuvvetle muhtemelidir. Süreç ilerledikçe yoksulların talepleriyle; AKP'de temsil edilen sermaye kesimlerinin talepleri arasındaki açı giderek açılmak durumundadır.
AKP'nin önündeki önemli bir diğer sorun, kendisine oy veren geleneksel tabanın taleplerine yanıt oluşturabilmektir. Bu taleplerin devlet politikalarıyla çelişmesi nedeniyle ortaya çıkan ve çıkabilecek gerilimler AKP'yi yıpranma sürecine sokabilecektir. AKP bu sorunu aşabilmek amacıyla sadece bu taleplerle sınırlı adımlar atmak yerine demokrasi ve özgürlük yanlısı kesimleri de yanına çekebilecek daha geniş açılımlar gerçekleştirme arayışına girebilecektir.
AKP iktidarına karşı oluşacak muhalefetin sadece "yaşam tarzının korunması" üzerinden sürdürülmesi mümkün değildir. Bu özgürlük ve demokrasi mücadelesinin AKP'ye bırakılması anlamına gelen bir yanılgıdır. AKP karşısında böyle bir hattı tercih eden devletçi-statükocu elit karşısında toplumsal taleplerin taşıyıcısı olmak, kendi demokrasi ve özgürlükçü laiklik anlayışını esas alan bir muhalefeti geliştirmek zorunludur.
AKP karşısında sürdürülecek olan muhalefet esas olarak küreselleşme mağdurlarının taleplerini temel almak durumundadır. Borç servisini esas alan, özelleştirme ve tarımda yeniden yapılandırma sonucunda milyonlarca insanın yaşamını altüst edecek politikalar karşısında kararlı bir duruş sergilemek gereklidir. Böylesi bir muhalefet hattı, AKP'nin atabileceği kimi adımlar (emekli maaşları artışı gibi) nedeniyle daha da etkisiz hale gelebilecek, sadece yaşam tarzı üzerinden kurulan bir hatta çekilebilecek olan toplumsal muhalefeti de olumlu yönde etkileyebilecektir.