ABD EMPERYALİZMİNİN İKİ SURETİ: NATO ve BOP

Almanak 2003Haziran ayında İstanbul’da NATO Zirvesi toplanıyor. ABD emperyalizmi dünya egemenliği arayışında NATO’yu Büyük Ortadoğu bölgesinde seferber etmeyi planlıyor. Bu Kuzey Afrika’dan Pakistan’a; Basra Körfezi’nden Kafkaslar’a merkezinde bulunduğumuz bölgede savaşlar, gözyaşı, işkenceler demek.

Bu süreçte hepimize Türkiye’deki en geniş kesimlerle birlikte tüm dünyaya, “bu ülkede anti-emperyalistler var, bu ülkede savaş karşıtları var, bu ülkede ABD’nin saldırgan politikalarına direnmeye karar alanlar var” mesajını vermek sorumluluğu düşüyor.

 “Başka bir dünya” arayışı, savaşsız, sömürüsüz bir dünya mücadelesinde şimdi en önemli görev, barışa sahip çıkmaktır. Enternasyonalizm bugün “küresel adalet” anlayışımızı “evrensel barış” talebinde somutlaştırmayı gerektiriyor.

ABD emperyalizmi yeni bir ortak düşman arayışı içerisinde, dünyanın hem enerji kaynakları, hem de jeo-stratejik konum açısından en kritik bölgesinde gerçekleştirdiği işgali genişletmek istiyor. AKP hükümetinin NATO, IMF, DTÖ gibi emperyalizmin kurumlarının direktiflerine kayıtsız şartsız riayet etme biçiminde kendini gösteren teslimiyetçiliği biliniyor. Kendi tabanını da “yeni Osmanlıcılığın” ihyası hayaliyle peşinden sürükleyerek Türkiye’yi BOP’ a dahil etme planlarını teşhir etmek hayati önemdedir. ABD ergeç yenilecek, tası tarağı toplayıp bölgeyi terk edecektir. Türkiye’nin “bölge gücü” olma ham hayaliyle bu maceranın ortasına atılması önlenmelidir.

Bu anlamda bizler açısından, NATO’nun tarihsel misyonunu anlatabilmek, BOP’un gerçek amacını deşifre edebilmek çok önemlidir.

 

21.YÜZYILDA NATO

NATO’nun Tarihsel Misyonu

NATO 1949 yılında Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlama bahanesiyle, kuruldu. NATO’nun kuruluş anlaşmasını imzalayan ülkeler ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Benelüx ülkeleri, İtalya, Norveç, İzlanda, Danimarka ve Portekiz’di. 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın, 1955’te Almanya’nın, 1982’de İspanya’nın katılımıyla ittifak genişledi. Soğuk savaş sonrası Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan ittifaka kabul edildi.

NATO’nun kuruluş döneminde Batı kapitalizmini bir Sovyet saldırısından koruma iddiası yanında, Alman militarizminin canlanmasına karşı önlem alma kaygısı da vardı. 1949 anlaşmasıyla ABD’nin Avrupa’daki askeri varlığı süreklilik kazanmış, bir anlamda kapitalist dünyanın lideri konumu tescil edilmiş oluyordu.

1955’te Almanya’nın katılımıyla NATO Paktı Batı Avrupa çapında bir örgütlenme olanağına kavuştu. Bu tehdit Sovyetler Birliği’ni aynı yıl Varşova Paktı’nı kurmaya yöneltti.

NATO’nun sivil, askerî ve askeri kumanda kanatları bulunur. Sivil bölümün başında bir Avrupalı, askeri bölümün başında ise bir Amerikalı görev yapar.

NATO tüm Soğuk Savaş boyunca özellikle nükleer güç kullanımı tehdidiyle barış aktivistlerini ve çevrecilerin tepkisini çekti.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte NATO’nun artık gerekli olup olmadığı tartışması başladı. NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesi, bundan böyle tekrar edilebilecek sorumluluk “alanı dışı” operasyonların meşruiyet zemininde soru işaretleri uyandırdı. Zaman içinde Bosna ve Kosova müdahalelerinin adeta, Afganistan ve Irak işgalleriyle ortaya çıkan ABD hegemonyasını askeri güçle kabul ettirme stratejisinin bir provası olduğu ortaya çıktı.

Şimdi ABD dünya hakimiyetini sağlamlaştırma planının son ayağı BOP’da NATO’yu askeri aktör olarak devreye sokmaya çalışıyor. Avrupa’nın tavrına göre ya NATO sönümlenmeye yüz tutacak, ya da tarihi misyonunu bir kez daha ifa edip ABD emperyalizminin koçbaşı olma görevini daha geniş bir coğrafyada sürdürecek.

NATO Doğuya Genişliyor

Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte, 90’lı yıllar ABD’nin dünya kapitalizminin liderliğini koruma çabasıyla geçti. Bu dönemde özellikle 1995-2000 arası, hızlı bir ekonomik büyüme gerçekleştiren ABD’nin durgunluk yaşayan Avrupa’ya ve bir türlü içine sürüklendiği krizden kurtulamayan Japonya’ya karşı üstünlük sağladığı bir dönemdi. Bill Clinton’un başkanlığı altında bu dönemde seçici olarak askeri güç kullanıldı. ABD’nin Avrasya’da hegemonyası sağlandı.

NATO şemsiyesi altında 1995’te Sırbistan ve Bosna’da, 1999’da Kosova’da sürdürülen askeri operasyonlar ABD’nin kahredici askeri gücünün sergilenmesi, Avrupa Birliği’nin de ABD’ye bağımlılığının net bir biçimde ortaya çıkması açısından önemliydi.

Bu arada, 1990’da Londra zirvesinde Doğu Avrupa’ya genişleme projesinin ilk adımı atılarak, Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Sovyetler Birliği’ne NATO’yla diplomatik ilişkiler kurma çağrısı yapıldı. 1994’te Barış İçin Ortaklık programı altında bu ülkelerin NATO’ya tam üye yapılmalarının yolu açıldı. Genişleme, Sovyetlerin çöküşünün bir “fırsat penceresi” açtığı, bu fırsatın kaçırılmaması gerektiği tespitine dayanıyordu. Böylelikle hem stratejik askeri dengeyi NATO kimliğinde ABD lehine çevirmek, hem de Orta Asya ve Kafkaslar’a kadar uzanan bölgeyi kapitalist dünya ekonomisine entegre etmek yolunda adımlar atılabilecekti.

1997’de demokrasiye attıkları adımlar gerekçe gösterilerek Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti NATO’ya üye kabul edildiler. Polonya dışındaki üyelerde yeterli halk desteği olmadan hükümetlerin kapitalizme geçişi hızlandırma beklentisiyle NATO üyeliğine sıcak bakıldı. Buna karşı Rusya’yı fazla ürkütmemek amacıyla Estonya, Letonya, Litvanya gibi Baltık ülkeleri başta olmak üzere diğer başvurular beklemeye alındı.

NATO’nun Doğu ve Orta Avrupa’ya genişlemesi Balkan Savaşı’yla birleştirilince üç önemli fonksiyonu bulunduğu saptaması yapılabilir: (1) ABD’nin Soğuk Savaş sırasında tesis ettiği Batı Avrupa’nın lider ülkesi konumunun doğuya doğru genişleyerek sağlamlaştırılması. (2) Bir Transatlantik gücü olarak kurulan ABD’nin başını çektiği NATO’nun, ekonomik ve stratejik önemi bulunan Orta Asya’ya nüfuz etmesinin önünün açılması. (3) Kısa sürede küresel kapitalizme entegre olması zor görünen hala ciddi bir askeri güce sahip olan Rusya’nın kuşatılması.

Daha sonra Afganistan ve Irak işgallerinin de gerekçesini oluşturacak olan “insani müdahale hakkı” ideolojisi ilk kez Balkan savaşında sahne alıyordu. Artık ulus devletin egemenlik hakkına, “insan hakları, demokrasi, özgürlükler” söz konusu olunca riayet etmek gerekmeyecekti. Tabii diğer şart da bu müdahalenin ABD’nin stratejik çıkarlarına uymasıydı. Yoksa Filistinlilere karşı İsrail’in insanlık dışı uygulamalarına destek verilebilirdi. Topraklarını ABD üslerine açmaları karşılığı Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan gibi Orta Asya’daki zorba rejimlerle yakın işbirliği geliştirilebilirdi.

AB Askeri Açıdan Zorda

Soğuk Savaş döneminde Avrupa’nın ABD’nin liderliğini kabullenmesinin çeşitli nedenleri vardı: Birincisi, ABD Sovyet genişlemesine karşı güvence oluşturuyordu. Bir Sovyet işgali çok yüksek olasılıklı görünmese de, Varşova paktının Orta Avrupa’daki konvansiyonel gücüne karşı mali yükünü en fazla ABD’nin çektiği bir ittifak güvenceydi. İkincisi, ABD ile bir stratejik ittifak Avrupa’da radikal bir sosyal değişime karşı emniyet subabıydı. Özellikle güçlenen Avrupa komünist partilerine karşı Avrupa burjuvazisiyle, ABD dış politikası arasında bir mutabakat söz konusuydu. Üçüncüsü, Soğuk Savaş’ın başlangıç yılları “kapitalizmin altın çağı” denilen üretimin hızlı arttığı, tam istihdamın sağlandığı, işçi sınıfı dahil toplumun farklı katmanlarının maddi yaşam koşullarının iyiye gittiği bir dönemdi. Refahın Amerikan hegemonyasıyla birleşmesi bu projeye politik meşruiyet sağlıyordu.

Soğuk Savaş görünürde iki kutuplu bir çatışmaydı. Ama ABD’nin kayıtsız şartsız liderliğine zaman zaman itirazlar yükselmiyor değildi. Charles Degaulle döneminde Fransa NATO’nun askeri kanadından çekildi, komuta merkezi Paris’ten Brüksel’e kaydırıldı. Avrupa ABD’nin Vietnam savaşını da yanlış ve sorumsuz bularak doğrudan desteklemedi. 1971’de doların devalüasyonu gibi ekonomik kararların da ABD tarafından tek taraflı alınışı Avrupa’yı tedirgin ediyordu. Ama gene de Avrupa hiçbir zaman ABD’nin askeri liderliğine açıkça karşı çıkan, NATO dışı alternatifler geliştiren bir noktaya gelmedi.

Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte ABD’nin tek taraflılığı göze batmaya başladı. AB’nin bir ekonomik ve politik birlik olarak varlığını kanıtlamaya başlaması, askeri konuların, diğer bir deyişle NATO’nun da masaya yatırılmasını getirdi. ABD açısından da AB gittikçe bir tehdit olarak algılanmaya başladı. Birincisi, AB bir ekonomik güç olarak ABD hegemonyasına kafa tutacak bir düzeye gelmişti. İkincisi, Avrupa’daki politik gelişmeler, özellikle Almanya’nın birleşmesi, Fransa-Almanya yakınlaşması Avrupa’nın bağımsızlığı talebinin dillendirilmesine kadar varıyordu. Üçüncüsü, belki de en önemlisi Avrupa daha bağımsız bir savunma politikası arayışındaydı. Bu arayış Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) olarak adlandırılıyordu. Böylelikle Avrupa dünya liderliğinde ekonomik gücü ile bağlantılı bir role sahip olacaktı. 1991’de Fransız Cumhurbaşkanı Mitterand ve Alman Şansölyesi Kohl’un önerisiyle AGSK kapsamında Batı Avrupa Birliği (BAB) AB’nin resmi kolu haline geldi.

Bu resti ABD görmekte gecikmedi. Baba Bush, “Eğer kendi savunmanızı kendiniz sağlayacaksanız hemen söyleyin gerekeni yapalım” dedi. ABD’nin resmi askeri belgelerine de, “NATO’yu baltalayacak Avrupa’nın savunma düzenlemelerini önlemeliyiz. Potansiyel rakiplerin bırakın küresel rol, bölgesel rol bile oynamalarını engellemeliyiz” yorumları yansıdı.

BAB’ın kurulmasının ardından Avrupa’nın askeri özerklik arayışları fazla ivme kazanamadı. Çünkü, Fransa dahil AB üyeleri Atlantik İttifakı’nı sonlandıracak cesarete sahip değillerdi. Bir türlü ABD askeri gücüne eklemlenmek zorundaydılar. Bu arada ABD’nin sadık müttefiki İngiltere Alman-Fransız pozisyonuna karşı beklenen tavrıyla devreye girdi. AB’nin küçük ortakları da Alman-Fransız hakimiyetine karşı ABD’nin belli bir etkinliği sürdürmesini tercih ettiler.

İşte bu sırada NATO’nun doğuya doğru genişleme, Doğu Avrupa’nın bir kısmını ortaklığa katma girişimi devreye girdi. Genişleme sayesinde Rusya’nın burnunun dibine girmek yeni bir tehditle karşı karşıya gelmekti. NATO’yu geçmişte tehditler ve düşmanlar hayali ayakta tutmamış mıydı? Şimdi de varlığı tartışma konusuyken bu eski hileyi devreye sokmak gerekliydi. Bu genişleme sayesinde NATO’nun, dolayısıyla ABD’nin Avrupa’daki egemen rolü tescil edilecek, bağımsız bir Avrupa’nın önü kesilecekti. Ayrıca Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte tüm dünyada askeri harcamalar gerilemiş, silah tekelleri sıkıntıya düşmüştü. Muhtemel bir genişlemeyle silahlar, iletişim cihazları ve her nevi askeri cihaz satışları patlama gösterecek, piyasa açılacaktı. Bu nedenle tüm lobi faaliyetlerini hızlandırarak Boeing, Mc Donald Douglas, Motorola vb. bu sürece destek verdiler.

Kosova ve Bosna savaşı Avrupa’nın askeri olarak hem teknik yetersizliklerini ortaya koydu, hem de AB’nin karar alma mekanizmalarının askeri alanda ne denli hantal olduğu anlaşıldı. Amerika da Balkan Savaşı sırasında Avrupa’nın çelişkilerini deşifre etmek için önüne geleni ardına koymadı.

Balkan Savaşı’nın trajedisi, 1999’da AB’yi BAB kapsamında 60 bin kişilik bir acil müdahale gücü oluşturma kararına götürdü. Çünkü ulusal ordularının 1.5 milyon kişilik gücüne karşın Avrupa’nın Kosova’da, o da barışgücü misyonuyla ancak 40 bin kişiyi biraraya getirebilecek gücü olduğunu göstermişti.

AB Askeri Harcamalarını Artırıyor

Bu 60 bin kişilik gücün 60 gün içinde devreye girmesi planlanıyor. Bu rakamın ancak 20 binini savaşçı güçler oluşturacak. Hesaplar bunun için 150 ila 180 bin kişilik bir havuza gerek olduğunu ortaya koyuyor.

Şu anda AB ülkelerinin toplam yıllık askeri harcamaları 190 milyar dolar civarında. Bu ABD’nin 400 milyar dolarlık bütçesinin yanında küçük kalsa da dünyanın ikinci büyük gücünü oluşturmak için yeterli. Ama gerçekte ortak bir planlama olmadığı, ulusal orduların güçleri bir sinerji yaratmadığı için, konuşlandırılabilir asker oranı %10’u geçmiyor. Özellikle AB’nin iki nükleer gücü Fransa ve İngiltere yıllık askeri harcamalarını hızla artırıyorlar (2003’de sırasıyla 3 milyar euro ve 3.5 milyar pound).

Irak işgali öncesinde AB’nin ortak bir savunma politikası oluşturma gereği net bir şekilde anlaşılmıştı. ABD’nin Irak işgali sırasında İngiltere başta olmak üzere ABD yanında saf tutanlarla, “yeni Avrupa” Almanya-Fransa ile birlikte karşı çıkanlar arasındaki saflaşma “eski Avrupa” askeri düzlemde AB’yi bölünme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Berlin Artı Anlaşmasıyla AB NATO ile ilişkilerini ortak yürütme konusunda uzlaşmaya vardı. Brüksel’de bir askeri planlama merkezi kurulması kararlaştırıldı. AB 50 yıl sonra ilk kez güvenlik stratejisi konusunda fikir birliğine varmış görünüyor.

Ama Avrupa, ya BOP’u NATO eliyle gerçekleştirme planlarının bir parçası olarak tamamen ABD hegemonyasının güdümüne girecek. Bunu yaparken, kendi kamuoyuna karşı ABD’yi başıboş bırakmamak, Ortadoğu ve Kafkaslara demokrasi, özgürlükler ve insan hakları getirme iddiasına nezaret etmek gerekçesini öne sürecekler. Ya da NATO’nun işlevsizleşmesini veya çatlamasını göze alarak, BOP’un askeri gücünü NATO’nun oluşturmasına karşı çıkacaklar. İkinci seçeneğin hayata geçmesi savaş karşıtı hareketin gayreti, demokratik kamuoyunu harekete geçirebilmesiyle de bağlantılı. Böylelikle ABD’nin dünya kamuoyunda yalnızlaştırılması, saldırgan politikalarında geri adım atması için de bir şans yaratılmış olacak.

ABD’nin Yeni Kozu: Polonya-Romanya-Bulgaristan Hattı

Bu arada ABD de NATO’yu Doğu’ya doğru genişletme planına hız vererek baş durmuyor.

Nitekim 29 Mart 2004 günü Washington’da düzenlenen törenle Estonya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya, Slovakya ve Slovenya NATO’ya katıldı. NATO’nun üye sayısı 26’ya yükselmiş oldu. Törende yakında NATO kabul edilmeleri beklenen Arnavutluk, Sırbistan, Makedonya da hazır bulundu.

Bu arada Bulgaristan ve Romanya’nın Karadeniz kıyısında iki NATO üssü devreye girdi. Böylelikle ABD BOP kapsamında Karadeniz’i sıçrama tahtası olarak kullanmak için stratejik bir mevki daha elde etti. Bu stratejinin ilk adımı Almanya’da bulunan Amerikan askeri kuvvetlerinin Polonya’ya kaydırılması olmuştu. Şimdi ABD “yeni Avrupa’yı” yanına alarak Ortadoğu’ya yönelik amaçları için, Polonya-Romanya-Bulgaristan ekseninde askeri bir hat oluşturmuş oluyor. Türkiye’nin Karadeniz kıyısında yeni üs girişimleri de bu stratejinin Kafkaslar’a yönelik ayağı olarak düşünülüyor. Balkan hattı her iki bölgeye de uzanacak bir jeostratejik konumda bulunuyor.

NATO’nun genişleme töreninde konuşan Bush, “Terörle mücadelede NATO, Ortadoğu’ya doğru da uzanacaktır. NATO, özgürlük ve barış davasını ileriye götürecektir. Birliğimiz ve özgürlüğümüze bağlılığımız bir Soğuk Savaş’ta zafere götürdü. Aynı ilkeler şimdi de bizi teröre karşı zafere taşıyacak” dedi.

George Bush’un ağzından NATO’nun yeni misyonunun teröre karşı savaş olduğu açıkça ifade edildi. Ayrıca NATO’yu Ortadoğu’da kullanma niyetinin altı çizildi. ABD Doğu Avrupa’yı hem askeri güç takviyesi, hem de stratejik konuşlanma için BOP’ta kullanmaya kararlı. Önümüzdeki dönemde ya AB bu planın mali yüküne ortak olup NATO’nun BOP’un askeri gücü olmasına rıza gösterecek. Ya da ABD NATO’nun Doğu Avrupa kanadıyla yürüyüşüne devam edecek.

Tablo1: NATO Üyelerinin Askeri Harcamaları

 

1985

2000

2001

 

Milyon $

GSMH %

Milyon $

GSMH %

Milyon $

GSMH %

Belçika

6223

3.0

3212

1.4

3017

1.3

Çek Cum.

-

-

1148

2.3

1167

2.2

Danimarka

3161

2.2

2395

1.5

2909

1.5

Fransa

49378

4.0

34053

2.6

32909

2.6

Almanya

53303

3.2

27924

1.5

26902

1.5

Yunanistan

3521

7.0

5528

4.9

5517

4.8

Macaristan

3588

7.2

805

1.7

909

1.8

İtalya

25974

2.3

22488

2.1

20966

2.0

Lüksemburg

96

0.9

129

0.7

145

0.8

Hollanda

8991

3.1

6027

1.6

6257

1.7

Norveç

3129

3.1

2923

1.8

2967

1.8

Polonya

8706

8.1

3092

2.0

3408

2.0

Portekiz

18533.1

2221

2.1

2226

2.0

 

İspanya

11390

2.4

7063

1.2

6938

1.2

Türkiye

3470

4.5

9994

5.0

7219

5.0

İngiltere

48196

5.2

35665

2.5

34714

2.5

ABD

390290

6.5

304136

3.1

322365

3.2

Tablo 2: Silah Alım Harcamaları ve Ar-Ge (Milyon $)

 

Ar-Ge

Silah

 
 

Harcamaları

Alımları

Toplam

ABD

39340

59878

99218

AB Toplam

9100

27442

36542

İngiltere

3986

8597

12583

Fransa

3145

5450

8595

Almanya

1286

3389

4675

İtalya

291

2291

2582

Hollanda

63

1341

1406

İspanya

174

1062

1236

Türkiye

50

2517

2567

Kanada

121

1295

1416

ABD’nin Küresel Enerji Kaynaklarını Ele Geçirme Stratejisi

Amerika’nın jeopolitik stratejisinin Kenar Kuşak teorisi üzerine oturduğu; kenar kuşak bölgesine hakim olan Avrasya’ya hakim olur; Avrasya’ya hakim olan da dünyaya hakim olur varsayımına dayandığı söylenebilir. ABD stratejik elitleri Avrupa ve Doğu Asya’nın kenar kuşaklarını kontrol ettiklerine emin olduktan sonra artık Güney-Orta Avrasya’ya yönelmeye karar verdiler.

Basra Körfezi bölgesi dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip. Hazar Denizi havzası da çok ciddi petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip olmasının yanısıra Orta Asya devletlerini de çevreliyor. Böylelikle Ortadoğu ve Kafkaslar dünya hakimiyetinin yeni merkezi haline geldi. Daha 11 Eylül saldırısı gerçekleşmeden Bush yönetimi bu kritik bölgeyi egemenliği altına almaya kesin kararlıydı.

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra bu strateji uyarınca Amerikan güçleri Avrupa’da ve Doğu Asya’da kuvvet azaltımına gider, hatta Avrupa’da bazı üslerini kapatırken, Basra Körfezi ve Orta Asya’da askeri varlığını artırıyordu.

Bu süreç Bill Clinton’un Kazakistanı Özbekistan, Gürcistan ve Azerbaycan’la askeri ilişkiler kurmasıyla başladı. ABD zamanla Basra Körfezi/Hazar denizi bölgesine müdahale kapasitesine erişti.

Irak’ın işgali Basra Körfezi’ndeki egemenliğini pekiştirmek için burayı atlama tahtası yapma amacına yönelikti. Basra Körfezi bilinen petrol rezervlerinin %70’ini barındırıyordu. Burayı kontrol eden sadece bir yakıt kaynağını değil bir iktidar kaynağını da kontrol edecekti. Bu anlamda Irak işgali belki Suriye’den, İran’dan öte Çin’e, Rusya’ya, Avrupa’ya bir tehdit içeriyordu.

Washington Mayıs 2001’de yayınladığı, Başkan yardımcısı Dick Cheney başkanlığında hazırlanan Ulusal Enerji Planı’nda özünde üç saptamada bulunuyordu:

*ABD şimdi petrol tüketiminin %53’ünü, günde 10 milyon varil petrol ithal ediyor. 2020’de ABD’nin ithalatı tüketiminin %65’ine 17 milyon varile ulaşacak.

*ABD geleneksel petrol kaynakları Suudi Arabistan, Venezuella ve Kanada’ya bağımlı olmaktan kurtulmalı, Hazar Denizi, Rusya ve Afrika’ya yönelmelidir.

*ABD artan petrol ihtiyacını karşılamak için piyasa güçlerine dayanamaz. Amerikan enerji şirketlerinin önünü açacak şekilde Bush yönetimi devreye girmelidir.

Rapor, Orta Asya’da ve Azerbaycan’da petrol üretiminin artırılmasının, Batı’ya petrol boru hatlarıyla aktarılmasının önemine dikkat çekiyor. Ayrıca Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika hükümet yetkililerini petrol sahalarının ABD şirketlerine açılması için ikna edilmeleri gereğinin altını çiziyor.

Bu rapor, “küresel petrol kaynaklarını ele geçirme stratejisi” olarak da nitelenebilir.

Hazar havzasında kurulan üsler, Venezuella’da Chavez’e karşı darbe destekçiliği, Kolombiya’daki ABD yanlısı hükümete askeri takviye hep bu stratejinin parçaları. ABD’nin Suudi Arabistan’la bozulan ilişkileri, Suudilerin paralarını ABD’den çekmeye başlamaları OPEC içindeki bu Truva atının artık kullanım süresinin dolduğunu gösteriyordu. Irak’ın işgaliyle, hem zarar gören petrol yataklarının onarımı, hem yeni petrol arama izinlerinin ABD şirketlerine yönlendirilmesiyle yeni kâr kapıları açılacaktı. ABD yanlısı yeni Irak yönetimi OPEC’ten çekilebilir, yeniden imarı gerekçesiyle yüksek fon ihtiyacı Irak’ın petrol arzını artırmasını getirebilirdi. Bu da ABD’nin ithalatının zıpladığı bir dönemde fiyatların düşmesi demekti.

Daha da önemlisi, petrol kaynaklarını egemenliğine alan ABD ekonomik rakipleri petrol ithalatçısı Almanya ve Japonya, stratejik rakipleri Rusya ve Çin’e bariz üstünlük sağlamış olacaktı.

ABD Dünya Egemenliği Planı : BOP

BOP Tepemizde

BOP’un kapsam alanında 22 Arap ülkesinin yanı sıra İran, İsrail, Türkiye, Pakistan ve Afganistan yer alıyor. ABD bu bölgeyi tamamen egemenliği altına alınca dünyanın kalbini, en kritik enerji ve geçiş yollarının merkezini de fethetmiş olacak. ABD küresel egemenlik planında Avrupa’yı hatta Rusya ve Çin’i amaçlarına tabi kılarak yanına almak istiyor. Çünkü ABD’nin temel stratejisi, tek tek her ülke ve bölge ile asli ilişkiyi kendisi kurduktan sonra diğer büyük güçleri kıyısından köşesinden de olsa ganimete ortak etmek, böylelikle etkisizleştirmek.

Soğuk Savaş döneminde, ABD caydırıcı askeri güce sahip tek kapitalist merkez olarak bu modeli başarıyla işletti. Güney ülkelerinden petrol ve hammadde sevkiyatı, yatırımların garantisi son kertede ABD’nin caydırıcılığına bağlı oldu.

ABD Büyük Ortadoğu’daki askeri ve ekonomik emellerini, kurşunlarına “demokrasi, insan hakları” şekeri kaplayarak gerçekleştirmek istiyor. Aslında BOP, “insani savaş” etiketi altında emperyalist müdahaleyi meşrulaştırmanın en kapsamlı uygulamasını oluşturacak. Emperyalizmin bazı ideologları ABD’yi iyilik imparatorluğu olarak adlandırıyor. Bu imparatorluk, tarihin yazdığı en dehşetengiz askeri güç sayesinde müdahale ettiği ülkede serbest piyasayı, insan haklarını ve demokrasiyi tesis ediyor.

Haziran 2004’de ABD’nin Georgia eyaletinde yapılacak G-8 Zirvesinde ABD Avrupa’yı, Büyük Ortadoğu’da bölgeyi politik, ekonomik ve sosyal olarak dönüştürmek için yanına almaya çalışacak. Eğer G-8 zirvesinde bir uzlaşma gerçekleşirse İstanbul’da toplanacak NATO zirvesinde de NATO’nun BOP’un askeri kolu olması için görüşmeler yürütülecek. ABD özellikle Avrupa’nın 2003 Selanik zirvesinde karara bağladığı Geniş Avrupa siyasetinin önünü kesmek için Avrupa’yı yedeğine almayı bu denli önemsiyor.

Geniş Avrupa BOP’a Rakip

Avrupa’nın 1 Mayıs 2004’teki genişlemesinin ardından, gerekli koşulları yerine getirdikleri takdirde Romanya ve Bulgaristan’ın katılımıyla AB’nin sınırları aşağı yukarı çizilmiş olacak. Tek pürüz olarak 2004 Aralık’ında üyelik tarihi verilip verilmemesine karar verilecek, artık yılan hikayesine dönen Türkiye meselesi kalacak.

Ancak AB’nin sınırlarını çizerken hemen yanı başlarındaki ülkelerle, bir anlamda Avrupa’nın periferisiyle özel ilişkiler geliştirmek amaçlanıyor. Geniş Avrupa ile dile getirilen “komşuluk siyaseti” Bağımsız Devletler Topluluğu’nun batı cephesinin (Beyaz Rusya, Ukrayna, Moldova) yanı sıra BOP kapsamındaki Cezayir, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Libya, Fas, Filistin Yönetimi, Suriye ve Tunus’u içeriyor. Özellikle Avrupa Hıristiyan Demokrat çevrelerince Türkiye’yi AB’ye üye yapmayıp, özel statü verme önerisi aslında Geniş Avrupa’ya eklemleme anlamı taşıyor.

Geniş Avrupa bölge ülkelerine pazarlarını dış ticarette öncelik olarak AB’ye açmaları; ulaşım, enerji, iletişim alanlarında AB’ye eklemlenmeleri; AB ülkelerinin yatırımlarına geçit vermeleri karşılığında özel programlarla yardım etmeyi, mali destek sağlamayı öngörüyor. Ayrıca insan haklarını, özgürlükleri geliştirmek yolunda adımlar da bekleniyor. Kısaca Geniş Avrupa’ya dahil edilecek ülkelerden Avrupa sermayesine ülkelerini açmaları, AB’nin arka bahçesi olmaları, böylelikle burjuva demokrasisi ve kapitalizmin gelişmesi sonrası “karşılıklı nemalanma” öneriliyor.

Bu model AB’nin ekonomik sömürü mekanizmalarının işletilmesini temel alan; askeri kuvvet kullanımından ziyade uzlaşmalar, anlaşmalar, kredilerle ekonomik bağımlılık yaratmayı temel alan uluslar arası diplomasi anlayışına uygundur. Gerçekten de Avrupa çok taraflı, ulus devletlerin yetkilerini büyük ölçüde BM, G-7, IMF, DB, DTÖ vb. uluslar arası kurumlara devrettiği küresel bir kapitalist hegemonyadan yanadır. AB içinde üye ülkelerin ilişkileri neo-liberal doğrultuda düzenlenmiş, toplumsal aktörler konumlarını Avrupa sermayesinin uluslar arası rekabet sürecinde iddiasını sürdürebilmesi amacına uyarlamışlardır. İşte Geniş Avrupa bu anlamda AB’nin ekonomik, politik ve ideolojik nüfuz alanını genişletmeye yönelik bir tasarımdır.

Avrupa’nın bu stratejisi 1995’te başlatılan Barselona Süreci ile ilk kez devreye sokulmuştur. Ekonomik koşullar yukarıda adını saydığımız, Türkiye’nin de dahil olduğu ülkeler grubunun serbest ticarete angaje olmasını, buna karşılık MEDA programı çerçevesinde yardımların artırılmasını öngörmektedir. Politik şart ise güvenlik konularında işbirliği ve çatışmaların sona erdirilmesini içermektedir. Sosyal şartlar da sivil toplum kuruluşları arasında işbirliğini, eğitim, sosyal planlama ve ırkçılığa karşı mücadeleyi kapsamaktadır.

Barselona Süreci ekonomik alanda sınırlı bir ilerleme sağlamıştır. Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Alanı’nın 2010’da devreye girmesi planlanmaktadır. Buna karşın politik ve sosyal alanlarda hiçbir gelişme kaydedilememiştir. Özellikle Orta Doğu ülkeleri politik ve sosyal reformları uygulamakta isteksiz davranmışlar, AB ise istediği ekonomik tavizleri elde ettiği için, demokrasi ve insan haklarındaki kayıtsızlığı özellikle dert etmemiştir. Bir anlamda AB’nin asıl önceliği de açığa çıkmıştır.

BOP Ne Amaçlıyor?

BOP ise, bir AB projesi olan Geniş Avrupa’nın karşısında ABD liderliğinde bir tasarım. Irak’ın işgaline gerekçe olarak gösterilen kitle imha silahlarının varlığı boş çıktı. Saddam Hüseyin ve Irak yönetimiyle El Kaide örgütü ve Usam bin Laden arasında da hiçbir ilişkinin, varlığı kanıtlanamadı. Daha sonra ABD, Irak’ı bölge için “demokratik” bir model olarak şekillendirme, devamında BOP ile bu modeli tüm bölgeye yaygınlaştırma planına sarıldı. Gerçi el Garip hapisanesinde ortaya çıkan işkence görüntüleri, ABD’nin tutsaklara insanlık dışı uygulamalarının tüm dünya kamuoyunda teşhir edilmesi BOP’a inandırıcılık şansını iyice azalttı. ABD’nin iyice teşhir olması, eğer BOP’ta ısrar edilecekse, AB’nin Geniş Avrupa projesinden vazgeçip projeye meşruiyet kazandırabilmek için aktif katılımcı olmasının önemini daha da artırdı.

BOP ile, NATO’nun Avrupa sınırlarını aşıp Büyük Orta Doğu’dan Kafkaslar’a, Orta Asya’ya uzanan bir kollektif güvenlik sistemine dönüşmesi isteniyor. Bunun anlamı, askeri kumanda ABD’de kalmak üzere, Avrupa NATO bütçesine daha fazla katkıda bulunacak, özellikle genişleme süreciyle AB’ye kabul edilen Doğu Avrupa ülkeleri daha fazla askeri kuvvet takviyesi yapacak, üyelerinin ulusal orduları sembolik bir düzeye indirilecek, Avrupa AGSP gibi askeri anlamda özerkleşme hülyalarından vazgeçecek.

Halbuki BOP’un uygulama ve inandırıcılık şansı hiç bulunmuyor. Çünkü otuz yıldır uygulanan tüm ABD politikaları Arab ülkelerinde demokrasinin gelişmesine ve ulusların kendi kaderini tayin hakkına tamamen aykırı yönde gelişti. Birincisi, İsrail’in kayıtsız şartsız desteklenmesi, Filistinlilere reva gördüğü insanlık dışı muameleleri görmezlikten gelişi ABD’nin Arap ulusu nezdindeki tüm itibarını yok etti. İkincisi, bölgede özellikle Mısır ve Ürdün’de Amerikan yanlısı, anti-demokratik hükümetlerin desteklenmesi ABD’nin demokrasi konusunda inandırıcı olmasını engelliyor. Üçüncüsü, Irak’ın işgali ve sonrasında açığa çıkan insanlık dışı muameleler ABD’nin petrol çıkarları ve bölgede egemen bir askeri pozisyon için bu işgale giriştiği kanılarını güçlendirdi.

ABD BOP girişimi ile kendi liderliğinde NATO ittifakını yeniden derleyip toparlamayı umuyor. Büyük Ortadoğu’nun sadece ABD’nin değil, tüm Batı dünyasının sorumluluğu olduğunda ısrar ediyor. ABD böylelikle dört temel inisiyatifi hayata geçirmeyi planlıyor:

  • ·        2004’te Afganistan’da NATO varlığını artırarak, Avrupa güçlerine Taliban ile sıcak çatışmaya girecek ölçüde sorumluluk vermek. Özellikle Avrupalılar’dan oluşacak “barış/ulus inşa” güçleriyle Taliban ve El Kaide’yi başbaşa bırakmak.
  • ·        Irak’ta yönetimin devrini izleyen süreçte askeri sorumlulukları ABD komutasındaki NATO güçlerine devretmek. Politik ve ekonomik konuları da belli şartlarla BM’nin sorumluluğuna vermek. Böylelikle bir yandan Irak’ta inisiyatifi elde bulundururken, öte yandan BM ve NATO kimlikleriyle ABD varlığını geri plana çekerek uluslar arası meşruiyet sorununu aşmak. Ayrıca savaşın maliyetini Avrupa başta olmak üzere uluslararasılaştırmak. Bu arada özelleşen savaştan Dyn, KRB gibi Amerikalı özel savaş şirketleri, ihalelerden de Bechtel ve Haliburton başta olmak üzere büyük Amerikalı müteahhitler aslan payını almayı sürdürecekler.
  • ·        Avrupa’daki ABD askeri varlığını Orta Doğu ve Orta Asya’daki ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırmak. Almanya’daki güçleri ve tesisleri azaltarak, Doğu ve Güney Avrupa’da yoğunlaşmak.
  • ·        NATO’yu kurgusal bir planlama örgütü olmaktan çıkarıp tüm Büyük Orta Doğu’da konuşlanan sahici bir güç haline getirmek.

Irak’ta direnişin gittikçe güçlenmesi, mezhepsel ayrımları aşarak Arap ulusalcılığı karakterine bürünmesi ABD’nin işini iyice zorlaştırdı. ABD yüksek teknolojili savaşta, bombalama ve amfibik operasyonlarda çok başarılı olsa da, istikrarı ve düzeni sağlamada, beklemeye geçen sıradan Iraklı’nın yaşam standardını yükseltmede tam anlamıyla bir fiyaskoyla karşılaştı. Bir anlamda, az sayıda elit birlikle kısa sürede savaşı bitirme anlayışına dayanan, ABD Savunma bakanının adıyla anılan “Rumsfeld Doktrini” iflas etti. Çok daha geniş bir askeri güçle, çok yönlü ve uzun süreli topyekün bir savaşı öngören “Powell Doktrini” doğrulandı. Ama ABD’nin bu saatten sonra bunun ne askeri güç ihtiyacını, ne de mali yükünü karşılaması mümkün değil. Bu nedenle de faturayı, Avrupa’ya yıkmaya çalışıyor.

ABD Avrupa’ya BOP’a katılmak için bir öneride bulunmuyor, açıkça tehdit ediyor. Eğer BOP içinde aktif yer almazsan askeri anlamda kendi başının çaresine bak, NATO’yu da unut mesajını veriyor.

BOP’ta İş AB’de Düğümleniyor

ABD’nin küresel hegemonya tasarımlarında her zaman belirleyici olmuş, Bush yönetimini tek yanlı ve uzlaşmaz bularak eleştiren Brezinski de Büyük Orta Avrupa ile stratejik ortaklığın sürdürülmesi gereğinde ısrar ediyor.

Brezinski, “Küresel Balkanlar” olarak tanımladığı Büyük Ortadoğu’da ABD’nin muhtemel müttefiklerini AB, İsrail, Hindistan, Rusya ve Türkiye olarak sıralıyor.

O’na göre İsrail’e bu projede aktif bir rol verilmesi Arap ülkeleri ile diyalog şansını ortadan kaldıracaktır. Rusya’nın da yıldızının fazla parlaması halâ ciddi bir potansiyel taşıdığı için tehlikedir. Ayrıca eski Sovyet deneyiminin anılarını canlandırabilir. Hindistan, kendi Müslüman azınlığı ile çarpıştığı için bölgede muteber bir güç olma şansına sahip değil. Brezinski, sayılan ülkeler arasında Türkiye’nin NATO üyesi olması, Orta Asya ile akrabalık ilişkileri, Küresel Balkanlar’a coğrafi yakınlığı nedeniyle bir adım öne çıktığı kanısında. Yalnız Kürtler ve İslamcı radikal güçler tehdidi gibi riskler taşıdığını gözönüne alma gereğine de işaret ediyor.

Bu durumda Brezinski, ABD’nin bölgenin yeniden yapılandırılması konusunda güvenebileceği tek aktörün AB olduğunu savunuyor. AB’nin mali sorumluluk alabilecek ekonomik güce sahip olması ve NATO şemsiyesi altında bulunması da büyük önem taşıyor.

Bu nedenle G-8 zirvesinin düğüm noktasının AB’yi BOP’a aktif katılmak için zorlama olacağı açıkça anlaşılıyor.

BOP daha planlama aşamasında Arap dünyasının gazabını üzerine çekti. İsrail dışında bırakılırsa zaten tüm bölge ülkelerinde ABD karşıtlığının en üst düzeyde bulunması nedeniyle projenin taraftar bulması zaten söz konusu değil. Ayrıca, BOP’un “Arap kimliğini” gözardı ederek Arapları, Türkiye, İsrail, Pakistan’la aynı kefeye koyması tepki topluyor. Bölgede Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere yıllarca ABD çıkarlarının bekçiliğini yapmış yönetimler, “demokrasi, insan hakları, kadın hakları” gibi söylemlerden rahatsızlar, ABD’nin kendilerine nankörlük yaptığını düşünüyorlar. Rejim muhalifleri ise yıllarca diktatörlere büyük mali ve askeri destek veren, işkenceyi, idamları, gözaltıları, baskıları görmezden gelen Amerika eliyle başlatılan bir girişimin inandırıcı olmayacağını vurguluyor. Ayrıca Irak’ta yeniden yapılandırma vaatlerinin halkın değil, büyük Amerika şirketlerinin çıkarına olduğunun yaygın kabul görmesi, BOP’un da Amerikan şirketlerinin kâr hırslarını tatminden başka hiçbir amaca hizmet etmeyeceği düşüncesini hakim kılıyor.

Türkiye İçin En Büyük Tehlike: BOP

Türkiye’nin ABD emperyalizminin yedeğinde, Irak örneğinde net bir biçimde görüldüğü gibi halka demokrasi ve refah değil, Bush’un 11 Eylül sonrasında “vaad ettiği” üzere “korku ve dehşet” getiren politikalarının kapsama alanını genişleten bir maceraya girmesine, doğaldır ki şiddetle muhalefet etmek gerekir. Bu anlamda ÖDP, Türkiye’deki tüm anti-emperyalist güçlerle ve savaş karşıtı hareketle birlikte BOP’a karşı en geniş direniş cephesini oluşturma çabası içindedir.

Irak işgali öncesi, Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a geçişi ve Türk askerinin ABD’nin yanında savaşa katılmasını öngören tezkere tartışmaları sırasında, “tezkere reddedilirse Türkiye’nin stratejik önemi azalır”, “çalan telefonlara kimse çıkmaz” yollu tehditvari yorumların gerçeği yansıtmadığı kısa sürede ortaya çıktı. ABD’nin öngörüldüğü gibi kolay bir zafer kazanmak bir yana Irak’ta her geçen gün bataklığa biraz daha gömüldüğü, Türkiye’ye daha fazla ihtiyaç duyduğu anlaşılıyor.

Şimdi aynı Amerikancı çevreler, “BOP ile Türkiye merkez ülke haline geliyor” tezini öne sürerek bu projeye eklenmek gerektiğini iddia ediyorlar. Türkiye’nin bölgede terör tehditleriyle, kitle imha silahlarının yıkıcı etkileriyle burun buruna olduğunu, ancak ABD’nin yanında yer alarak kendini koruyabileceğini iddia ediyorlar. Bu işin yükselen maliyetini de ancak Amerika sayesinde karşılayabiliriz, diyorlar.

Türkiye’nin BOP’a dahil olması, üstelik ABD tarafından laik siciliyle model ülke şeklinde sunulması İsrail dışında bölge halklarında büyük tepki toplayacak. Türkiye emperyalizmin işbirlikçisi etiketini ABD Vietnam’da olduğu gibi tasını tarağını toplayıp bölgeyi terketse bile kolay kolay silemeyecek. BOP’un uygulama alanına giren Irak, Suriye, İran’a komşuluğu, Türkiye’yi tam bir ön cephe ülkesi yapacak, uzun vadeli bir güvenlik krizine sürükleyecektir. Türkiye’nin İslami terörün daha şiddetle hedefi olması da korkarız ki önlenemeyecektir.

Türkiye’nin bölge gücü haline gelme hevesi, özellikle Kafkaslar ve Orta Asya’da Batılı büyük emperyalist güçlerin egemenlik kurması, Rusya’nın da etkinlik alanlarını kolay terketmemesiyle kursağında kalmıştı. Şimdi AKP hükümeti, Osmanlı nostaljisiyle, ABD’nin dümen suyunda gitme teslimiyetçiliğini birleştirerek BOP macerasına atlayabilir. Bunu da bir bölge gücü olarak ABD’nin stratejik ortağı haline gelmek biçiminde sunabilir. Türkiye’nin ABD’nin stratejik ortaklığına soyunması gerektiği tezi, Türkiye’nin ABD ile eşit ilişkiler geliştiren, ortak karar süreçlerine katılan bir özne değil, ABD’nin dayatmalarını kabullenen bir nesne konumuna düşürülmesi nedeniyle geçerli kabul edilemez.

Hele Avrupa’nın da BOP’a yan çizmesi halinde Türkiye, hem bölgeden, hem Avrupa’dan yalıtılmış, yalnızlaşmış, ABD’ye kölece sadakat dışında dış politika seçeneği kalmamış iyice sorunlu bir konuma düşecektir. Rusya ile ilişkilerinde, Kafkasya ve Orta Asya’daki pozisyonunda da seçenekleri iyice azalmış bir ülke olarak pazarlık gücünü kaybedecektir.

Bu nedenlerle BOP’un emperyalist niteliğinin, Irak’taki insanlık trajedisini tüm Büyük Orta Doğu bölgesine yayma tehlikesinin en geniş kesimlere anlatılması çok önemlidir. Özünde ABD emperyalizminin saldırganlık aracı olan NATO’nun BOP’a çekilmesi ise tüm Avrasya’yı bir kan ve barut terörüne çevirerek, büyük bir felâketin yolunu açacaktır.

Ek bilgiler

  • Yazar: Hayri Kozanoğlu
  • Yıl: 2003
  • Kurum: ÖDP
Ara...