Türkiye'de benzer gelişmeler yaşandı. İşbirlikçilerin, tekelci medyanın tüm propagandalarına rağmen ABD'nin saldırgan politikalarına, savaşa karşı olanlar yan yana gelerek bir şeyler yapmaya çalıştılar. Bu yan yana gelişlerde şimdiye dek bir araya gelmemiş, birbirlerine çeşitli önyargıların etkisi altında davranmış olanlar, yavaş yavaş birlikte adımlar atmaya başladılar. Bu dar bir bakış açısıyla bakılacak olunursa değişik siyasi kesimlerin ve onların etkisindeki örgütlerin, kurumların daha sağduyulu, aklı başında düşünmeye başlamalarının yarattığı bir sonuçtur denilebilir. Bu sonuç olarak belki böyledir ama, bu sonuca giden yolda dünyanın yeni durumunun ve dayattıklarının her kesim için politikalarını yeniden değerlendirmek, gözden geçirmek ve bu yeni durum karşısında yeniden mevzilenmek ihtiyacının yarattığı bir sonuçtur. Yan yana gelen kesimlerin tamamının böyle bir bilinçle davrandığını, yeni durum karşısında yeni saflaşmalara ihtiyaç duyulduğunu ve bu yüzden böyle bir politik davranış içersine girdiğini söylemek elbette abartı olacaktır. Ama 11 Eylül sonrası ABD emperyalizminin ilan ettiği yeni konseptle birlikte safların yeniden tanımlanması doğal bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmış bulunmaktaydı. 'Ya benden yanasın ya terörist' şeklinde ifade edilen yeni konsepte göre ABD planlarına destek vermeyen herkes hedef konumundaydı. Bu yaklaşım önceki tüm tanımlamaların, saflaşmaların yerine yeni saflaşmalar oluşması ihtiyacını da ortaya çıkarıyordu. İşte tüm dünyada ve Türkiye'de savaş karşıtı kampanyaları, gösterileri ve bunlara katılanları bu yeni durum değerlendirmesi ışığında ele almak gelişmeleri kavramak açısından anlamlı olacaktır.
Irak'a saldırıya karşı çıkan, Türkiye'nin ABD planlarında Irak'ta daha aktif rol almasına karşı çıkanlar yapılan istatistiklerde Türkiye halkının %94'ü olarak gözüküyordu o dönemde. Yani bir avuç işbirlikçi ve işgalden çıkarı olanların dışında herkes savaşa karşı çıkıyordu, ABD planlarına destek vermiyordu.
Bu %94'ün tamamı eylemlerde, etkinliklerde elbette hiçbir zaman yer almadılar. Karşı çıkış pasif bir niyet belirtisinin ötesine geçmedi. Ama yığınların yalnızca kendiliğinden sokaklara döküleceğini beklemek de mümkün değildi. Sürdürülen çalışmaların da bu yığınların duygularını örgütleyerek tepki şekline dönüştürmesini sağlamadığı da ortadadır. Ötesinde mücadele içersinde olan bazı siyasi kesimlerin böyle bir yaklaşımı ve niyetleri de bulunmamaktaydı. Halk adına karar vermek ve onun adına davranarak protesto eylemleri düzenlemeyle yapılması gerekenlerin tamamlandığı eğilimi bu süreçte de ağırlığını hissettiriyordu.
Bütün bu zaaflara karşın yüzden fazla kurum, örgüt, siyasi çevre bir araya gelerek savaş karşıtı mücadeleyi birlikte sürdürmek için adımlar da attılar. Bu önemli ve şimdiye dek pek görülmemiş bir örnekti Türkiye açısından. Sendikalar, partiler, yöre dernekleri, platformlar ortak bir kampanya örgütlemek için yan yana geldiler. Aydınlar, sanatçılar aktif bir biçimde savaş karşıtı hareketin içersinde yer aldı. Bu birlikte davranış ABD işbirlikçilerini, onların medyasını oldukça rahatsız etti. O süreçte sık sık kullanılan 'solcu-islamcı-manken ittifakı' tanımlaması duyulan rahatsızlığın somut bir ifadesi oldu. Elbette yan yana gelenler için yapılan bu tanımlamalar bahsedilen her kesimin aktif bir şekilde savaş karşıtı süreç içersinde yer aldığı anlamına gelmiyordu. Değişik siyasi kesimler ve kümelenmeler içersinde yeni dönemle birlikte ister istemez yaşanan bir çözülme ve dönemin ihtiyaçlarına ilişkin yeniden yerini belirleme ihtiyacının sonucu yaşanan gelişmelerde duruşunu değiştirenlerin, şimdiye dek yan yana gelmedikleriyle buluşması şeklinde yaşandı bu süreç. Aynı sıfatlarla anılan ama işbirlikçiliği seçenler ve ABD planlarına destek olanlar da vardı. Bu da eski tanımlamaların bir genelleme olarak sürdürülmesinin yetersizliğini ortaya koyuyordu. Bir dönem emperyalizmin ihtiyaçlarına denk düşecek şekilde bölme politikasının yarattığı tanımlamalar bugün için yetersiz kalmaktaydı ve de doğru bir saflaşmayı tarif etmemekteydi. ABD'nin saldırgan politikalarına destek olmak ya da tavır almak ikilemi içersinde her kesim açıktan olmasa da yerini yeniden tarif etme ihtiyacı duydu, bunu hayat o kesimlere dayattı.
İşte o dönem oluşturulan Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu böyle bir gelişmenin sonucu olarak ortaya çıktı. Bir sene sonra NATO zirvesine karşı oluşturulan NATO ve Bush Karşıtı Birlik de benzer bir ihtiyacın ürünü idi. Elbette iki oluşumun yaptıkları ve sürdürdükleri kampanyalar arasında farklılıklar bulunmaktadır. Bu başka bir yazıda ele alınarak tartışılabilir.
Yüzden fazla kurumun birlikte oluşturduğu Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu savaş karşıtı mücadelenin bir çekim merkezi oldu denebilir. Hiçbir kesim bu oluşumun dışında kalmamaya çalıştı, en azından karşısında durmadı. Birçok etkinliğin, eylemin yanı sıra esas olarak 1 Mart'taki Ankara'daki miting bu süreçteki en kitlesel savaş karşıtı gösteriydi. Üstelik şimdiye kadar yapılan Ankara eylemlerinden farklı olarak mitingin yapıldığı gün mecliste tezkere oylamasının reddedilmesi oluşturulan basıncın ve mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Somut bir kazanım elde etmenin verdiği moralle sonraki süreç ve ihtiyaçlar yeniden tanımlanabilir ve eksik gedik giden pek çok şey yeniden tarif edilebilir, tartışılabilirdi. Ancak birlikte bir takım işler yapılırken ve bu birliktelik bütün Türkiye'de olumlu etki yaratan bir hava estirirken soruna farklı bakış açıları sürecin her anında zorlayıcı da olmuyor değildi. Kendi anlayışlarını dayatmaya çalışanlar, işin vitrininde olmayı her şeyden daha önemli görenler, bir araya gelişin sınırlarını kendi örgüt ihtiyaçları temelinde tarif edip zorlayanlar, kendi bildiği eylem tarzını mutlak görenler, denetimi altındaysa birlik iyidir diyip denetim elden çıkarsa birliği dağıtmaya çalışanlara rağmen savaş karşıtı geniş bir kampanya sürdürüldü o dönem. Ama kitlelere inme, onları harekete geçirme, sendikal örgütleri tabanıyla beraber hareketlendirme perspektifi birlikte yer alanların çoğunda hakim düşünce olamadı. Yığınlar adına iş yapma daha ağır basan bir eğilim olmaya devam etti. Daha sonraki dönemde oluşturulan NATO ve Bush Karşıtı Birlik bir dönem için bile olsa daha ileri konumda davranmayı başarabilmişti.
ABD'nin Irak'ı işgaliyle birlikte de yeni bir süreç başlamış oluyordu. İşte tam bu noktada yeni dönemin ihtiyaçlarını tartışmaktan çok yeni durumu fırsat bilerek Koordinasyon yani birliktelik dağıtılma çabasına girişildi bazı çevreler tarafından. Bu aslında yürünen yol içersinde farklı anlayışların birbirlerinden rahatsızlığının doğal bir sonucuydu. Ama iş bu doğallığı içersinde farklı anlayışların tartışılması ve birbirinden öğrenme gibi bir tavır içersine girmek yerine gerçek olmayan göstermelik gerekçelerle dağıtma pozisyonuna girmek şeklinde oldu. Esasında farklı anlayışlar konusunda da çok derinlikli bir tartışma kamuoyu önünde yürütülmedi denilebilir.
Ama dağıtma çabası içersinde olanların gerçekten de farklı bir yönelim tarif ettikleri ortada idi. Bunu açık olarak anlatmada her zaman ürkek davransalar bile bu yeni bir politika yapma şekli olarak tarif ediliyordu. Ama bir yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen halen üzerinde tartışma ihtiyacı hissetmemizdeki ana etken mücadele için son derece sakıncalı olan bu eğilimin her fırsatta karşımıza çıkması ve önümüzdeki süreçte oynayabileceği dağıtıcılıktan dolayı taşıdığı tehlike açısındandır. Esasında önerilen kitlelerin gücüne güvenme, kitle mücadelesini temel alma, uzun ve sabırlı bir aydınlatma faaliyeti yerine güvensizliği, bireyciliği, şov tarzı grup eylemlerini, medyatik çalışmayı temel alan bir yol idi.
Bu amaçla oluşturulduğu iddia edilen, üstelik eksiklerine, hata ve zaaflarına rağmen birlikte davranma açısından olumlu bir deney olan Koordinasyon'a alternatif olarak kurulan örgütlenme bütün bu sakat eğilimleri taşımaktaydı. Aslında örgütlenme demek de yanlıştı, çünkü kendileri de buna bir örgütlenme demiyor, ısrarla bu tanımlamadan kaçıyor, yerine ne kastettiği belli olmayan 'kampanya birlikteliği' gibi garip bir ifade kullanılıyordu. Bu elbette bilinçli bir tercihti. Örgüt fikri, kitlelerin örgütlenmesi ihtiyacı yanlıştı onlara göre. Bu yeni oluşumda da bu yüzden örgütler yer alamazdı. Örgütlerin- ki bu tanımlama içinde yalnız partiler, platformlar değil sendikalar, yöre dernekleri, odalar vs. de bulunmaktadır- birlikte iş yapması yerine kişilerin özgür davranışı dedikleri istediği an istediği gibi davranmalarını öne çıkaran bir hat gerekliydi ve işte bu yeni oluşum da bu ihtiyacın ürünü olarak doğmuştu. Eğer işin içinde örgütler olursa, siyaset olursa geniş kitleleri seferber etmek mümkün olmuyordu. Bu yüzden tek tek bireylerin yan yana gelmesi daha doğruydu. Hem bunda bir bağlayıcılık da yoktu. Bugün gelirdi yarın gelmezdi. Bu esneklik örgütlü ve belli bir disiplin altında olmayı reddedenlere cazip gelecekti. Geniş yığınlar politika sözcüğünden de politika yapmaktan da çekiniyordu. Böyle bir hat inşa edilince de kitleselleşmenin önündeki engel aşılacak, yığınlar koşa koşa eylemlere gelecekti.
Bunun böyle olmadığı geçen süreç içersinde ortaya çıktı. Yığınları politikadan uzak tutmaya çalışmakla kitleselleşmenin sağlanamayacağı hayat tarafından da kanıtlandı.
Gerçekten önerilen değişik bir şeydi. Ama kitleselleşmenin önünü aşmayı sağlamanın değil yığınları politikadan uzak tutmanın teorisiydi önerilenler. Mücadelenin her döneminde başka isimler, değişik tanımlamalarla karşımıza çıkan liberal eğilimler bu kez böyle tarif ediliyordu. Sık sık kitleselleşmekten bahsediliyordu ama aslında yığınlara ulaşmak, onlara güvenmek, daha ileri bir bilinçle donatıp daha yüksek bir mücadele hattına doğru ilerletmek gibi bir niyet yoktu. Tersine bütün bunlara şiddetle karşı çıkılıyordu. Emekçilerin, işçi sınıfının uzun yılların mücadele deneyimleriyle elde edilenler, bir süzgeçten geçerek birikerek bugüne gelen her şey 'ezber' olarak tanımlanıyor ve reddediliyordu. Çok sevdikleri 'ezber dışı davranmak' deyimi de işçi sınıfının teorik ve pratik birikiminin reddedilmesi idi. Aynı eğilimlerin işçi sınıfının artık bittiğini, sınıf mücadelelerinin ortadan kalktığını iddia ettikleri günler de olmamış mıydı?
Sosyalizmin teorik birikimleri, bu birikimlerin ışığındaki mücadele deneylerine karşı açıktan karşı çıkmak yerine günün ihtiyaçları ve kitleselleşememenin önündeki engelleri aşmak adına öneriliyordu bütün bu 'yeni' tarzlar.
Örgüt, örgütlü davranma, disiplin, alınan kararlara uyma ve hayata geçirme gibi 'ezberler' bozulmalıydı onlara göre. Bütün bunların en geri bilinçle de olsa bir kez yola koyulduğunda sistemle karşı karşıya gelmenin sisteme karşı, sistemi değiştirmek için bir mücadeleye dönüştürme olanağı vardı. Reddedilen de tam buydu aslında. Düzenin kötü yanlarına ilişkin eleştiri hakkını özgürce kullanma, eleştirme, böyle de olmaz ki deme. Ama onun bir adım ötesine geçmeme. Tersine bütün bunlarla sistem arasındaki bağı kuranlara, bu eleştirdiklerinden kurtulmak için köklü bir mücadele ihtiyacı olduğunu söyleyenlere karşı çıkma.
Tam da son dönemde emperyalist teorisyenlerin yapmak istediklerine, önerdiklerine hizmet etmekten başka bir anlama gelmemektedir bütün bunlar. Onlar da çürüyüp dökülen, neresini tutsanız elinizde kalan kapitalist sistemin gözlere batan bütün bu yanlarını törpülemek için ellerinden geleni yapmıyorlar mı? Politik örgütlenmeler yerine sivil toplum örgütleriyle, dahası kendi finanse ettikleri NGO'lar ile düzenin göze batan yönlerine karşı 'mücadele' etmiyorlar mı? Mızrağın çuvala sığmayışına karşı yeniden yapılanmalara girişmiyorlar mı?
Peki önerilenlerin bütün bunlardan ne farkı var? Niyet ne olursa olsun yapılanların sistemin değirmenine su taşıdığı açık değil mi?
Bugün Türkiye'de sürdürülen mücadele içersinde eleştirilmesi gereken bir dizi şey olduğu ortadadır. Aşılması gereken pek çok sorun vardır. Bunların başında kitlelere güvenmemenin geldiği de bilinmektedir. Sınıf mücadelesinin kitlelerin mücadelesinin örgütlenmesi olarak algılamayınca da sağa sola savrulmaların yığınla örneği vardır gözlerimizin önünde. Bütün bunların çıkmaz sokaklar olduğu geçmiş mücadele deneyimleriyle de defalarca kanıtlanmıştır. Ama yepyeni bir şey öneriyormuş gibi yapıp kitlelere güvensizliği, örgütsüzlüğü, bireysel davranışı dayatanların oturup bir kez daha düşünmeleri gerekmektedir. En azından böyle bir sorunu olanların.
Ülkenin en temel ihtiyaçlarından birinin mevcut örgütsüzlüğü aşmak olduğu ortadayken, milyonlarca işçi her gün sermaye tarafından örgütsüzlük batağına biraz daha mahkum etmeye çalışılırken konfederasyon başkanlarının bile çıkıp örgütlü mücadele yerine bireysel tepkinin konulduğu yapılanmaların sözcülüğüne soyunması anlaşılır bir durum değildir. Başında bulunduğu kurumun tüm üyelerini temsil etmek, onların ihtiyaçlarına göre davranmak, örgütünü her geçen gün biraz daha büyütmek, ülke sorunlarına temsil ettiği emekçilerin cephesinden çözüm önermek gibi görevler ertelenemez bir şekilde orta yerde dururken 'ben birey olarak konuşuyorum' gibi yaklaşımların kimin değirmenine su taşıdığı ortadadır.
2003 yılı ve Irak'a karşı ABD'nin giriştiği işgal hareketi hem şimdiye dek pek tanık olunmamış bir şekilde değişik kesimlerin yan yana gelerek mücadele ettikleri bir süreç oldu hem de bu gelişen mücadelenin dağıtılma çabalarının 'yeni' önermelerle hayata geçirilmeye çalışıldığı bir süreç.
Ama sonradan gelişen mücadelenin de gösterdiği gibi, dağıtma ve bölme girişimleri, başarılı olma şansını yakalayamadılar. Tersine bu tezleri savunanlar her geçen gün biraz daha kitlelerden tecrit oldu. İlk başta bazı aydınlara cazip gelen bu önermeler çok kısa bir süreç içerisinde ilişkide bulunduğu aydınlardan da uzaklaştı, onları da dağıttı ve pasifleştirdi.
Sistemin emekçilere dayattıkları ortada, her geçen gün yeni bir saldırı ile karşı karşıya işçiler, emekçiler. Ve buna karşı mücadele de iddia edilenlerin tersine bitmedi sürüyor, sürecek de. Mücadelenin her adımında en geniş kesimleri katmak için çok çeşitli yollara ve araçlara başvurulabileceği de ortada. Ama işçi sınıfının yüzyılı aşkın bir süredir sürdürdüğü mücadele deneyimlerinden öğrendiğimiz 'ezberlere' sıkı sıkı sarılarak, onların ışığında.