Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiasının, ta başından beri bir yalan olduğu biliniyordu ama bunun bizzat bu silahları araştıran BM silah denetçisi Hans Blix tarafından da itiraf edilmesi bir skandal etkisi bile yaratmadı. Çünkü zaten, bu operasyonun kendisinin bir skandal olması ayrıntıların ve gerekçelerin önemini ortadan kaldırmıştı. Zira skandala meşru bir gerekçe bulunamazdı.
ABD ne zaman demokrasi ve özgürlük misyonu taşıyıcılığına soyunmuşsa bu tek yanlı bir savaş ilanı anlamına geldiği için Saddam'ın diktatör, Irak halkının baskı altında olduğu gerçeğine rağmen bu söylem de dünya halkları nezdinde pek itibar görmedi. Dolayısıyla Irak işgalinin ABD açısından derin bir meşruiyet sorununa rağmen hayata geçirildiği söylenebilir. ABD bu süreçte, şimdiye dek hiç olmadığı kadar yalnız kaldı. Ama bu durumun, dünyanın bugünkü koşullarında diğer rakiplerini ve yoluna çıkacak herhangi başka bir engeli bertaraf ederek dünyanın tek hakimi olmak niyetindeki bir süper güç için çok dayanılmaz bir statüko olduğu söylenemez. En azından şimdilik. Zira "imparator"un en büyük hayali, bütün çelişkileri ve çatışmaları kontrol altına alınmış, bağımlı tebaalardan oluşan büyük bir yeryüzü ülkesinde tüm nüansların kendinde eridiği bir "tek kutuplu" dünya yaratmaktı; sefere de bunun için çıktı.
Savaş, emperyal idealin gerçekleştirilmesi için başvurulan yöntemlerden sadece birisidir. Zira savaş eğer politikaların başka araçlarla sürdürülmesiyse Afganistan ve Irak saldırısının nedenlerini anlamak için barış dönemlerinde başvurulan yöntemlere bakmakta yarar var. Bu sürecin adı bizzat ABD yöneticileri tarafından “4. Dünya Savaşı” olarak konulduğuna; iki kutbu oluşturan ülkelerin resmi belgelerinde vaktiyle "barış içinde birarada yaşama" retoriğiyle ifade edilmesine karşın, "soğuk savaş dönemi"nin şimdi, 3. Dünya Savaşı dönemi olduğu iddia edildiğine göre yaşadığımız günleri koşullayan tarihsel birikimin nasıl oluştuğu sorusunun yanıtını en iyi, "barış içinde birarada yaşanılan" dönemde bulacağız demektir. Elbette bölgeye ilişkin bütün jeostratejik tahliller, jeopolitik öngörüler doğrudur. Petrole ilişkin söylenenler de gerçektir. Fakat bunlar yine de birer sonuçtur.
KOLONYALİZMDEN SONRA
20. yüzyıl, eski sistemin yıkıntılarının üzerinde dünyanın yeniden yapılandırıldığı; bu yapılanmanın son derece sancılı geçtiğinin kanıtı olan iki dünya savaşına sahne olmuş hareketli bir yüzyıldı. Coğrafyanın tamamını kendi aralarında paylaşan bir kaç emperyal imparatorluk; hem sermaye birikiminin önünde önemli birer siyasal ve toplumsal engel haline geldiklerinden, hem de yine bununla ilintili olmak üzere farklı etnik tebaalar arasında yayılan ulus devletleşme emelleri nedeniyle, hem de ortaya çıkan kapitalist kriz nedeniyle duyulan yeniden paylaşım ihtiyacı yüzünden birbiri ardı sıra çöktü. Romanov hanedanlığının çöküşü bir işçi devrimiyle sonuçlandı ama Avrupa'da uzun süren "ulusal birlik" hareketlerinin sonucunda imparatorluklar bir kaç ulus devlete ayrıldılar. Her ulusal kitle kendisini devlet olarak örgütleme yoluna girmişti. Yaşanan iki dünya savaşı, dünya haritasının 90'lara kadar stabil kalan şeklinin çizilmesini sağladı.
Bir önceki yüzyılda topraklarında güneş batmayan "Britanya İmparatorluğu"nun karşısında artık yeni rakipler vardı. Almanya'nın yirminci yüzyıl başında parlayan yıldızı, ABD 'nin yükselişi hiç kuşkusuz dünyanın yeniden paylaşılarak tanımlanması ihtiyacını doğurmuştu. Zira emperyalizm dönemindeki sermaye birikiminin bekası için ulusal sınırlar fazla dar geliyor, uluslararası dolaşım için mevcut sistem engelleyici görünüyordu. Bu bakımdan yeni emperyal güçler ulus devletleşme sürecini; eski imparatorluk sisteminin çökmesini tercih etmişlerdi. ABD, İngiliz hegemonyası altındaki topraklarda yayılabilmek için Britanyalı kardeşleriyle karşı karşıya gelmektense imparatorluğun dağılmasını ve bölünmüş topraklar üstünde oluşmuş ulus devletlerle hegemonik ilişki kurabileceği bir politik yeniden yapılanmayı elzem görüyordu. Bu bakımdan kapitalizme entegrasyonla sonuçlanması kuvvetle muhtemel, sömürge ülkelerde ulusal burjuvazinin başlattığı milliyetçi hareketleri kerhen destekledi. Buna bir bakıma mecburdu da. Zira 20. Yüzyılın ulusal hareketleri, 1917 Ekim Devrimi'nin bütün emekçiler ve ezilen halklarda uyandırdığı özgürlük duygusundan feyiz alıyordu. "Çağın ruhu" öyle duygular ve fikirlerle oluşmuştu ki, öne çıkan özgürlükçü eğilim dünyanın eski paradigmalarla yönetilemeyeceğinin de kanıtıydı. Halklar kendi ulus devletlerini kurmak, ulusal ekonomilerini inşa etmek, siyasal bağımsızlıklarını kazanmak istiyorlar; ülkelerinde yabancı yöneticiler ve askerler bulunmasını, sömürülmeyi, aşağılanmayı, kendi topraklarında ikinci sınıf insan muamelesi görmeyi, işkenceyi ve baskıyı istemiyorlardı. Bu durumda Sovyetler Birliği kaynaklı bir pradigma ABD'nin de prensibi haline geldi. "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı", Wilson'dan itibaren yeni emperyalist ülkenin hegemonik bir sloganı olarak benimsendi. Sömürge Hindistan'ın barışçıl lideri Gandhi'nin, ulusal ekonomiyi çökerten İngiliz tekstiline karşı ulusal ekonomiyi geleneksel çıkrıkla sembolize ederek başlattığı bağımsızlık hareketinin dünyanın o koşullarında büyük çatışmalar olmaksızın başarıya ulaşması bu bakımdan önemli bir örnektir. Dönemin süper güçleri arasında derin çatlakların bulunması ve Sovyetler Birliği'ne karşı çakışan çıkarları nedeniyle ortak bir hatta buluşamamaları da bu başarıyı kolaylaştırdı ama en önemli neden; bağımsızlığın makaradan boşalma hızıyla ulusların önüne bir tercih ve yazgı olarak çıkmış olmasıdır. İkinci Savaş bittiğinde eski sömürgelerin büyük bir çoğunluğu siyasal bağımsızlıklarına kavuşmuş oldular. Cezayir'in 50'lerdeki Fransa'dan kurtuluş mücadelesi eski tipte sömürgeciliğe indirilmiş son darbelerin simgesi olarak kabul edilebilir.
Savaştan sonra yaklaşık 40 yıl sürecek yeni coğrafi düzen, görünüşte statik bir düzendir. Gerçekte ise bu statüko, varlığını çok sayıda çelişki ve çatışmanın içinde güçlükle sağlanmış bir dengeye borçludur. Sovyetlerin bir kutbunu, ABD ve yandaşı diğer süper güçlerin öteki kutbunu oluşturduğu bölünmüş dünya, kıyasıya rekabet eden iki sistemin diğer uluslar ve dünya emekçileri üzerindeki hegemonya mücadelesinin platformu haline gelmiştir; bu yeniden yapılanma bütün bu mücadelelerin izlerini taşır.
Elbette küresel düzeyde iki kutubun mücadelesinde kristalize edilebilen çelişki, bu çelişkileri iç ve dış politika düzeyinde yaşayan ulus devlet hükümranlıklarının da çelişkisiydi. Dolayısıyla ulusal yeniden yapılandırmaların koşulları da ulusu oluşturan sınıf ve katmanların çatışmaları tarafından belirlendi.
Soğuk savaş döneminin başlıca paradigmaları; "demokrasi", "bağımsızlık" ve "refah toplumu"; ulus- devletlerin iç ve dış konjonktürel çatışmalarından da türemiş paradigmalardır. Ve küresel kutuplaşmanın; sosyalizm ve kapitalizm arasındaki kutuplaşmanın izdüşümü ulus- devlet egemenliklerinin misak-ı millisinde de cereyan etmiştir.
ULUSAL BAĞIMSIZLIK… NEREYE KADAR?
1955 yılında Mısır lideri Enver Sedat, Yugoslavya lideri Josef B. Tito ve Hindistan'ın Nehru'su önderliğinde Endonezya-Bandung'da toplanan bağımsız ülkeler temsilcileri toplantı sonunda yayınladıkları deklarasyonla her iki kutba da mesafeli olarak bir ulusal kalkınma programı başlatacaklarını ilan ettiler. Üçlünün başlattığı ve bir süre sonra "Bağlantısızlar Hareketi" adını alacak olan hareket, siyasal bağımsızlıklarını kazanmış diğer ülkelerin de kısa zamanda sempatisini kazandı. Yaygın olarak kendilerine "Üçüncü Dünya ülkeleri" adı verilen ülkelerin başlıca yönelimi yer altı ve yer üstü kaynaklarının devletleştirilmesi, planlı bir kalkınma programı kapsamında birbirleriyle ticari dayanışmaya girmek, yabancı sermayeye karşı korumacı önlemlerin alınmasıydı. Mısır'ın, Bandung sürecinden hemen sonra İngilizlerin denetimindeki Süveyş Kanalını, Irak'ın da petrolünü millileştirmesi diğer ülkeler üzerinde de önemli bir moral etkide bulunmuştu. Pek çok ülke aynı yola gittiler; devlet kapitalizmi kalkınma hamlesi doğrultusunda pek çok kaynak ulusallaştırıldı.
Bu ülkeler açısından devlet kapitalizminin tercih edilmesindeki en önemli nedenlerden biri ulusal burjuvazinin yeterince rüştünü ispatlayamaması, ulusal sermaye birikiminin yeterli boyuta ulaşmaması olduğu gibi, bölüşüm süreçlerinin de ancak devlet tarafından düzenlenebilir olmasıydı. Ağır sanayiyi kalkınmanın başlıca koşulu olarak gören ama pahalı yatırımların mali külfetini taşıyamayacak durumda olan ulusal burjuvazi, emekçiler ile ilişkisinin ayarlanmasını, takibini, kontrolünü de kendi adına bu işleri üstlenecek olan siyasal erke bırakmıştı.
Kalkınma paradigması, az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınma yoluyla ileri modeller olarak görülen metropol ülkelerin düzeyine ulaşabileceklerini varsayar. Kapitalist sistemin, tek tek yoksullar için vaat ettiği sınıf atlama olanağı, yoksul ülkeler düzeyinde gelişmiş ülkelere yetişebilme imkanı olarak tercüme edilmiştir. Üretimi ve sermaye birikimini artırarak ülkeler zenginleşebilir ve kendilerini refah toplumu ülkeleri olarak organize edebilirler. Ancak bu ham bir hayaldir; gelişmeler, çok geçmeden kalkınma paradigmasının bir fiyasko olduğunu kanıtlamıştır.
Ulus devletleşmek için mücadele eden her halk siyasal bağımsızlıklarını elde eder etmez, silahlarla kazandıklarını müzakerelerde yitirdiler. Daha kılıçlar kınlarına girmeden, kapıda beliren uluslararası finans kuruluşları, kalkınma yolundaki "üçüncü dünya" ülkelerinin, birbirleriyle ve metropol ülkelerle umarsız rekabetini kışkırtacak cazip kredi olanakları, borçlandırma sistemleri ve ticaret anlaşmalarıyla kapıda belirmişlerdi. Ulus devletlerin ulusal ekonomiyi korumacı önlemleri bir fanteziden öteye gidemedi. Yabancı sermayenin yatırımları kotalarla, yüzde oranlarıyla kısıtlanıyordu ama bir yerden kovulan yabancı sermaye, IMF gibi finans şirketleri aracılığıyla devletlere uygulanan borç kıskacıyla geri dönüyordu. Ağır sanayi düşleri, ucuz emek gücü cenneti bu ülkelerde kurulan montaj sanayisi ile ikame edilmişti. Dünya pazarlarında rekabet şansları hiç yoktu. Aynı türden ürünleri aynı sınırlı pazara sunan 70 küsur üçüncü dünya ülkesi hem birbirleriyle rekabet etmek hem de emperyalist ülkelerin ithalatı kısıtlayıcı önlemleriyle, kotalarıyla mücadele etmek; bu yüzden yüksek maliyetle ürettikleri ürünlerin fiyatlarını düşürdükçe düşürmek zorundaydılar. Ekonomik açık büyüdükçe bir daha borçlanmak; borçları ödeyememek yüzünden artan dış ödemeler açığını da yine borçla kapatmak zorundaydılar.
Örnek aldıkları "Batı"daki refah toplumu uygulamaları ise ancak ya bölük pörçük uygulanabildi ya da hiç uygulanmadı. Başlangıçta bağımsızlıkçı bir retorikle hareket eden bu ülke yöneticileri git gide emperyalist sermaye sahiplerinin ülke içindeki uzantıları haline geldikleri gibi, emekçilerin sosyal güvenliğini gözeten "sosyal devlet" esasına dayalı bölüşüm modeli de anomalik bir doğum oldu.
Soğuk Savaş dönemi, bir bakıma ABD emperyalizminin, finans kurumları aracılığı ve kalkınma ekonomisi adı altındaki kuşatma yöntemiyle bağımsız devletleri süreç içinde yeniden bağımlılaştırmasının öyküsüdür. Eli kolu bağlanan onlarca ülke 1989'da dünyanın öteki kutbu yıkıldığında önemli ölçüde ekonomik şantajlara dayalı "barışçıl" yöntemlerle sömürgeleştirilmiş bulunuyordu. Kuşkusuz dönemin özellikleri, güç dengeleri, sermaye birikiminin düzeyi ve hakim paradigmaları nedeniyle bu uzun sürmüş bir operasyondur. Bu ülkelere yönelik savaş ve saldırı tehdidi her zaman bulunmakla birlikte emperyalizm, ülkelerin görünürdeki siyasal bağımsızlıklarıyla, iç hukukun bütünlüğüyle uzlaşmak zorunda kalmıştı. Ekonomik tıkanıklıkların içerdeki askeri darbelerle, hükümet değişiklikleri, iç karışıklıklar ve ancak son tahlilde ancak askeri işgalle çözülmesi tercih ediliyordu. Zira 1970'li yılların başındaki Vietnam hezimeti de ABD'nin cüretini sınırlamayı başarmış, yeltenme potansiyelini sınırlamıştı.
YÜKLÜ FATURA
Soğuk Savaş döneminin bir diğer önemli paradigmasının "refah toplumu" olduğu söylenebilir. Refah toplumunun siyasal ifadesi "sosyal devlet", Batı'da sistemi tehdit eden işçi sınıfı mücadelelerine ve Sovyetler Birliğindeki işçi devleti gerçeğine karşı verilmiş bir taviz gibidir. Hem burjuvazi için hem de işçi sınıfı için politik sınırlayıcılığı nedeniyle bir denge rejimidir de. Örgütlü ve politik olarak nitelikli işçi sınıfının, emek gücünün yeniden üretiminin koşulları sosyal refah önlemlerini şart koştuğu için, metropol ulus devletler birer sosyal güvenlik devletine dönüşmüşlerdi. Emekle sermaye arasındaki toplu sözleşme pazarlıkları iki sınıf arasındaki barikatın ertelenmesine ve görünmezleştirmesine yol açar. Bu yüzden sosyal devletin iki sınıf arasındaki barışçıl bir çatışma ortamı yarattığı söylenebilir. Bu süreçte işsizlik sigortası, parasız eğitim ve sağlık, sosyal konutlar, çocuklar için ekonomik ve kültürel destekler gibi çok önemli olanaklar sağlandı. Kadın haklarının siyasal son sınırına kadar genişletilmesi, kariyer ve iş olanaklarında fırsat eşitliği gibi hukuki prosedürün gerçekleştirilmesi, emekçi ailesinin korunmasını gözeten sosyal yardımlar ve dayanışma ağları kuruldu. Böylece kapitalizm bölüşüm süreçlerinde bir ayarlama ile büyük kapitalist ülkelerdeki devrimi ertelemeyi başarmış oldu. İşçi sınıfı da müzakere masasında, kendinin ve neslinin emek gücünün yeniden üretimi için yüklü bir fatura çıkarmış oluyordu.
Refah toplumu, toplumsal eşitsizliklerin, sosyal devlet organizasyonu biçimindeki toplu tüketim modeli ve hukuki süreçlerle gizlendiği bir yapılanma modelidir. Seçme seçilme hakkı da demokratik katılım duygusunun yeniden üretilmesine olanak sağlar. Toplu sözleşme ve emek ile sermaye arasındaki örgütlü pazarlık, sistemin karakterini oluşturur.
Ancak 1970'lerdeki büyük krizin başlangıcından itibaren modern emek gücünün yeniden üretim faturasının ödenmesi sermaye sahibi sınıf ve devleti için ciddi bir yük haline geldi. Bu tarihten itibaren de; kitlesel tüketim kalıplarını esastan bozacak biçimde, emekçilerin örgütlenme olanaklarını kolaylaştıran kitlesel üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin değiştirilmesi ve dağıtılması gündeme getirildi. Eski fordist üretim biçiminin yerine geçirilen esnek çalışma, toplam kalite yönetimi, taşeronlaştırma, fason üretim vs. hem iş süreçlerinde önemli değişikliklere yol açıyor hem de işçilerin büyük işletmelerde toplu olarak çalışması esasına göre oluşan sendikal yapıların dağıtılmasına hizmet ediyor. Sosyal güvenlik devleti gitgide bir güvensizlik devletine dönüşmekte. Sağlık ve eğitimdeki özelleştirme, öteki edinilmiş haklar "reform paketleri"yle birer birer elden gidiyor. Esnek çalışma kapsamında, stok biriktirmemeye yönelik "tam zamanında üretim" nosyonu işçilerin, işleriyle düzenli ve belirli bir ilişki kurmasını engellediği gibi işyerinin de dağıtılmasını öngördüğünden işyeri esaslı bir mücadelenin de zemini, çalışanların ayaklarının altından kaydırılıyor.
Böylece hem iş süreçlerinde hem de bölüşüm süreçlerindeki yeniden yapılandırma, örgütlü işçi sınıfını olduğu kadar, refah toplumunun temel "yapı taşı" emekçi ailelerinin de ekonomik belirleyenlerini çözüyor.
Bu, dünya emekçilerinin yirminci yüzyıl öncesindeki pozisyonlarına dönmeleri demek. İnsanlığın büyük mücadelelerle biriktirdiği ne varsa ona yönelik planlı saldırı, küreselleşmenin başlıca yönelimlerinden birini oluşturuyor. Dolayısıyla Yeni Dünya Düzeni denilen yeniden yapılandırmanın iki önemli ilkesi "dünya ülkeleri"ndeki bağımsızlık fikri ile refah toplumu paradigmasının çökertilmesinden oluşuyor.
İŞGAL: YENİDEN YAPILANDIRMA HAREKATI
Küreselleşme sürecinde en çok konuşulan konulardan birisi de ulus devletlerin geleceğinin ne olacağı. Daha doğrusu tartışılan; ulus devlet sözcüğünün yakın bir zamana kadar hatırlattığı bağımsızlık, refah toplumu, milli egemenlik, iç hukuk, iç ve dış politika, demokrasi gibi, aslında çok önemli nesnel ilişkileri tarif eden kavramlar.
Küreselleşme stratejistleri bu konuyu sadece tartıştırmıyor; tartışma aynı zamanda ulus devletlerin yeni paradigmalarla düzenlenmesi işlemi ile birlikte, eş zamanlı yürütülüyor.
Çoktan beri "serbest ticaret"in (büyük tekellerin ticareti) önündeki bütün engeller, ülkelerin iç hukukunu işlevsizleştiren küresel bir hukuk sistemi ile bertaraf edildi. MAI-MIGA Tahkim prosedürü, sermaye dolaşımını ulus devletlerin bürokrasilerini ve mevzuat sınırlarını elimine ederek mevzi kazanıyor. DTÖ, siyasal bağımsızlık kalıntısı korumacı önlemlerin kaldırılmasını; GATS eliyle süren yerelleştirme, yerel yönetimlere sözde özerklik sloganıyla, yerel kamu hizmetlerinin yabancı sermayeye özelleştirilmesini öngörüyor. Başlıca ihraç geliri tarımdan olan az gelişmiş ülkelerin tarımlarını çökerten patent yasası (TRIPS) gibi özel projeler kapsamında da kapitalizmin başlangıcından sonraki ikinci büyük kırsal çözülme körükleniyor. Bizde olduğu gibi devletin yetkileri "üst kurul" denen, IMF uydusu, sorumsuz ve denetlenemez oluşumlara terk edilerek ulus devletin eski statükosu ve yetkileri desantralize ediliyor; bağımsızlığın başlıca göstergelerinden olan merkez bankalarının denetimi uluslararası finans kurumlarına bırakılıyor.
Yukarıda da değinildiği gibi sosyal haklar çoktan beri erimiş durumda. Kamuda ve özel sektörde çalışanlar yoğun bir işsizlikle karşı karşıya.
Bütün bunlardan olarak ABD emperyalizmin ve kapitalist sınıfın dünya emekçilerine ve halklarına yönelik sistemli bir saldırı başlattığı söylenebilir.
Öyleyse Kemal Derviş'in, Türkiye’ye gelir gelmez "15 günde 15 yasa" direktifi ile hızlandırılan özelleştirmenin, pancar yasası, şeker yasası fındık yasası vb. ile 2003 yılında gündemimize giren Irak savaşı nedeniyle bir süre ertelenen Mayıs’ta meclise getirilen 1475 no'lu iş yasasındaki değişikliğin, Kamu Personel Rejimi yasasının ve Yerel İdareler Reformunun, savaş sürerken, 1994'teki taahhütlerine yenilerini ekleyerek 31 Mart 2003'te GATS'a sunduğu listenin Irak'taki saldırıyla çok yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Türkiye'nin de bir Irak olmasının koşulu bu yasaların çıkarılmamasıdır. Nitekim, hükümet ve askeri kesim Irak işgali sırasında ABD'nin işlerini kolaylaştırmadığı için sert tehditler ve uyarılar aldı.
Irak ve öteki "haydut devlet"ler küresel yeniden yapılandırmanın inatçı ve iflah olmaz istasyonları olarak görülüyor. Serbest piyasa koşullarına topraklarını ve zihniyetini uyarlamamanın, ABD'nin sadık bir tebaası olmamanın cezasını Saddam'ın nezdinde bu ülke halkı ödedi. Saddam'ın arkaik bir "üçüncü dünya" lideri olarak küçümsenmesinin nedeni de budur. Irak, çokuluslu tekellerin iştahını kabartan petrolünü küreselleşme prosedürü kapsamında ABD'nin ellerine teslim etmeyince bu talep şiddetle yerine getirildi.
ABD ekonomisi son yıllarda 1930'lardan sonraki en büyük gerilemesini yaşıyor. Kriz, aşılmasının olanaklarını da zorlaştırarak ilerliyor. Askeri bakımdan en güçlü göründüğü bir dönemde ekonomik büyüme göstergeleri aşağılara doğru çekiliyor. Ekonomik kriz, dünyanın siyasal yeniden yapılandırılmasının, yeniden paylaşılmasının hızlandırılmasını da koşulluyor. 1990'lardaki barışçıl ve seyreltilmiş değişim yerini, "yeni muhafazakarlar"ın liderliğindeki güç gösterilerine bıraktı. İmparatorluk hayalleri bir an önce gerçekleştirilemezse hem krizin sarsıcı etkileri yoğunlaşacak, hem diğer hegemonik güçler palazlanacak, hem de savaşa karşı protesto gösterileri yapan milyonlarca insanın küreselleşmeye ve ABD'ye yönelik tepkileri yıkıcı boyutlara ulaşacak. Bu yüzden Afganistan ve Irak savaşlarının zamanlaması, serbest ticaretin önündeki siyasi engeller bir an önce bertaraf edilsin diye siyasi kaygılarla da ayarlandı..
Diğer ulus devletleri yeniden yapılandırmaya çalışan ABD kendi ulus devletini ve iç hukukunu güçlendiriyor. Üçüncü Dünya ülkelerinin en bağımsızlıkçı oldukları dönemde bile alamadıkları korumacı önlemler, başta AB ülkelerinin olmak üzere diğer ülkelerin ticaretine karşı ABD'de alınıyor. Dünya emekçilerinin yoksulluğu pahasına ulusal ekonomiler; tarım, ticaret, sanayi, para sistemi çökertilirken ABD kendi tarımını sübvanse etmeye devam ediyor, uluslararası şirketlerinin arkasında duruyor, önünü açıyor, doların değerini korumak için spekülatif önlemler alıyor. Büyük tekeller ulus devletlerinden vazgeçmiyor.
"ÜÇÜNCÜ DÜNYA"NIN TRAJEDİSİ
Bu süreçte Saddam'ın öğrettiği yegane şey; aslında paradigmatik çöküşünü çoktan yaşamış olan kapitalist kalkınmacılığın iflasını bir kez daha kanıtlamış olmasıdır. "Üçüncü Dünya" ülkeleri devletlerinin büyük bir çoğunluğu "üçüncü dünya savaşı"nın sonunda hakimiyeti milliyelerini, ekonomik bağımsızlıklarını, kalkınma ideallerini kaybederek teslim olmuşlardı. Irak ve benzerleri ise kapitalist yoldan kalkınmanın ABD'ye kafa tutarak mümkün olduğu iddiasını beyhude bir çabayla sürdürdüler. Ama vaktiyle ABD'yle dirsek teması halinde rantiye bir lider olarak varolabilen Saddam'ın, ülkesini ve halkını "satarak" kayıplara karışması ise bağımsızlıkçılığın bu türüyle bağımlılığın uluslararası finans kurumlarına teslim edilmesi arasında bir fark olmadığını da gösteriyor. Bizimkiler ve diğerleri, ülkelerini kapalı kapılar ardında müzakere masalarında satmışlardı Saddam içinse bir işgal yetti.