ABD'NİN HALKLARLA SAVAŞI BÜYÜYOR

Almanak 2002Amerikan-İngiliz emperyalizmi ve öteki irili ufaklı işbirlikçilerinin 12 yıldan beri Irak'a yönelik olarak sürdürdüğü ambargo, abluka, örtülü ve açık askeri müdahaleler, 2002 yılının buna yönelik özel bir propaganda yılı olarak değerlendirilmesinin ardından Irak'ın istilasıyla "sonuç"landı.

Birinci Körfez Savaşı diye anılan ve BM Güvenlik Konseyi'nin kararıyla uluslararası bir operasyon olarak gerçekleştirilen Amerika ve müttefiklerinin, Irak'a yönelik ilk saldırısının resmi amacı, bütün Körfez ülkelerine özgürlük, demokrasi getirmek, bölge halklarını şeyhlerden aşiret reislerinden kurtarıp milyarlarca dolarlık petrol gelirini, halkların refahının yükseltilmesi için kullanılacak bir demokrasi ortamı oluşturmaktı. Amerika'nın başındaki saldırgan kuvvetler, bu propagandayla halkların desteğini kazanmayı, dünyayı arkalarına almaya çalışmışlardı. Bunda da bir hayli başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.

Ancak, geçen 12 yıl içinde bölgeye ne özgürlük geldi, ne demokrasi; ne halklar şeyhlerden, krallardan kurtuldu ne de sosyal adalet konusunda bir ilerleme sağlandı. Tersine, savaşın faturasını da yoksul halk, bölge ülkeleri ödediler; adaletsizlik büyüdü, şeyhlerin, kralların zulmüne, bölgeye yerleşen emperyalist kuvvetlerin yarattığı ortam güç verdi. İsrail daha çok şımardı;  Irak ve bölge ülkelerine yönelik olarak "Çekiç Güç" tehdidi yeni bir unsur oldu. Bölgedeki kargaşa daha da arttı. Bölgedeki ülkelerin iç sorunları ve ülkelerin arasındaki sorunlar daha da büyüdü.

 

Irak'ın işgali için girişilen son saldırıyı haklı göstermek için öne sürülen iddaların, 1. Körfez Savaşı'nın nedeni olarak gösterilen iddialarının aynı olması da 1. Körfez Savaşı'nın bölge sorunlarını azaltmayıp arttırdığının bir ifadesinden başka bir şey değildir.

Yani, birincisinden 12 yıl sonra emperyalist ordular yeniden Körfez'e ve Doğu Akdeniz'e yığıldı. İngiliz ve Amerikan askerleri Irak' topraklarını işgal etti. Irak'ın istilası amaçlı bu harekata da "Irak'a özgürlük operasyonu" adı verildi.

"Özgürlük" Irak'a, savaş uçaklarından bombalar gemilerden fırlatılan füzeler olarak, halkının tepesinden boşaltılan bir "Pandora Kutusu" olarak geldi. Tepeden tırnağı silahlı istila kuvvetleri ise, "özgürlüğü" tankların paletleriyle Irak'ın köylerine, kasabalarına taşıdılar. Bu özgürlük halka sadece ölüm, açlık, susuzluk, elektriksizlik, hastalıklar olarak yansırken ondan çıkar sağlayan sadece yağmacılar, sokak çeteleri ve çapulcular oldu. İstila kuvvetlerinin yayılmasına paralel olarak kentler, kasabalar, hastaneler, okullar, resmi daireler, elçilikler,  tarihi eserler, müzeler, ibadethaneler, "insanlığın köklerine" dair bütün tarihsel birikim yağmalandı, yıkıldı, yakıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, bu yağmanın, çapulun kendi getirdikleri "özgürlüğün kullanılma biçimi" olarak ifade edip yağmacıları "özgür Iraklılar"olarak selamladılar.

SADDAM YENİLDİ AMA IRAK HALKI BOYUN EĞMİYOR

İkinci Körfez Savaşı'nın sonunda; Irak'ta Saddam ve ordusu yenilmiş, istila güçleri başlıca Irak kentlerin kontrolleri altına almış görünmektedirler.

Televizyonlar; işgalcilerin Irak topraklarında kontrollerin her gün artığını söylemekte, bunu kanıtı olarak da yağmanın yayılmasını göstermektedir. Ama, bu görüntü gerçeğin sadece bir yanıdır ve bu yolla asıl propaganda Irak halkına değil de; dünyanın geri kalan bölgelerindeki "savaşa hayır" diyenlere yönelik olarak yapılmaktadır.

Çünkü, Irak'ın istilasıyla sonuçlanan savaşın en azından propaganda düzeyinde ana dayanağı, emperyalist orduların Irak'ta, "çiçeklerle karşılanacağı" idi. Halk Saddam rejiminden öylesine bıkmıştır, piyasayı, piyasa değerlerine ve onun getireceği özgürlüğe öylesine inanmıştır ki istila orduları "kurtarıcılar" olarak halkın alkışları arasında Bağdat'a kadar gidecektir! Ama öyle olmadı, Irak halkı belki Saddam'dan bıkmıştı, onun diktatörlüğü altında yaşamak istemiyordu, ama istila edilmiş bir ülkede de yaşamak istemiyordu. Bu yüzden istilacılar kentlerde, kasabalarda, köylerde, "Ey Amerikalılar, İngilizler hoş geldiniz" diyecek, tek bir namuslu Irak'lı bulup televizyona çıkaramadılar. Hiçbir Irak kenti ya da köyü, istilacıları selamlamadı. Tersine, Saddam'dan en çok acı çekenler bile "işgale hayır" dedi. Bunu her vesileyle gösterdi. Daha işgalcilerin tüfeklerinden,. toplarından dumanlar tüterken, camilerde başlayan "Ne Saddam Ne Amerika" diyen tepkiler giderek yaygınlaşan gösterilere dönüşmeye başlamıştır.

Evet, Irak'ın başlıca kentlerin, limanların, hava alanlarının işgalcilerin kontrolü altında olması İstila ordusunun Irak'a tümüyle egemen olduğu anlamına gelmemektedir. Tersine, halkın ülkesine ve bağımsızlığına sahip çıkacağını gösteren çok önemli gelişmeler uç vermiş bulunmaktadır. Irak halkı, Şiisiyle, Sünnisiyle, Hristiyanıyla şimdi işgal ordularına karşı direnmek için hareket geçeceğini gösteren tutumlar sergilemektedir. İslam’ın, özellikle de Şiiliğin kutsal kentlerinin işgal ordusuna karşı bir ayaklanma merkezine dönüşeceğini gösteren eğilimler ortaya çıkmış; İngiliz-Amerikan yanlısı "Şii din adamlarına" karşı kesin tutum alınmaya başlamış; işgalcilerin Bağdat'ta, işbirlikçileri ile kuracakları bir hükümeti ülke nüfusunun yüzde 60'ından fazlasını oluşturan Şiilerin tanımayacağı şimdiden ilan edilmiştir.

Şiilerden hemen sonra Sünni Arap'ların da Şiilerle ortak davranacağını, tarihsel ayrılıkların üstüne çıkarak yurt sevgisiyle Şiilerle birleşeceklerini gösteren belirtiler uç vermiş, böylece Bağdat ve Musul gibi Orta ve Kuzey Irak kentlerinde de Arapların istila ordusuna karşı bir "ret cephesi" oluşturması için girişimler gözlenmektedir.

Kuzey Irak'ta ise, istilacılar, Kerkük ve Musul dışında ciddi bir direniş görmemiş tersine Barzani ve Talabani Şiilerin aksine işgalcileri çiçeklerle ve şenliklerle, "kurtarıcı" olarak karşılamıştır. Bu milliyetçi-işbirlikçi fırsattan yararlanma tutumu elbette ki, Irak halkının birleşmesi, Kürtler ve Araplar arasındaki kardeşliğin gelişmesi bakımından sorunlar yaratacak bir tutumdur. Dahası Kuzey Irak'taki Kürt grupların bu tutumu, bölge haklarıyla Kürtlerin birleşmesini zorlaştırıcı olacaktır. Ama zaman içinde Kürtler de Amerika'nın istekleriyle Kürtlerin isteklerinin de taban tabana zıt olduğunu göreceklerdir. Bu yüzden de zorluklar da olsa, güneyden kuzeye Irak halkının işgalcilere karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturması, biraz zaman alsa da imkansız değildir. Ancak Irak'ın kuzeyi, yakın gelecek açısından, birlikten çok bir çatışma bölgesi olmaya aday görünmektedir. Bölgenin Türkiye, Suriye ve İran'ın müdahalelerine açık olması, her üç ülkenin de burada etkileyecekleri ve silahlandıracakları güçler bulunması, bunu da ötesinde Kürtler ve Araplar arasında "mal kavgasını" da içeren çatışmaların çıkma ihtimali bu bölgeyi savaş döneminden daha tehlikeli hale getirmektedir.

ABD bütün bu çelişmeleri kullanarak, Kerkük ve Musul petrolleri üstünde tam egemenlik sağlamayı amaçlayacaktır, ama böyle bir çatışma ortamında bu amacına kolayca ulaşmayacağı da bir gerçektir.

Savaş Irak'ta, Irak ordusu ve halkıyla emperyalist istila kuvvetleri arasında olmuş gibi görünmektedir. Ama aslında savaş; daha Irak'ta silahlar patlamadan önce BM'de, NATO'da, AB'de, tüm dünyada başlamıştı. Çünkü, Irak'taki savaşın nedeni ne Saddam'ın diktatörlüğü, ne de çoğu zaman söylendiği gibi sadece Irak'ın petrolüydü. Belki bunlar "Neden Irak?" sorusunun yanıtıdır. Ama, 2003 yılında Amerikan-İngiliz ordularının ve diplomasisinin, mevcut uluslararası ilişkileri ve kurumları "eskimiş" ilan ederek dünyayı yağmalayan en büyük uluslararası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda hareket geçmelerini açıklamaz. Tersine, her geçen gün daha iyi anlaşıldığı gibi, onların asıl amacı, 1990'ların başında ilan ettikleri Yeni Dünya Düzeni'nin ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik her alanda kaosa sürüklenmesi sonrasında "dünya düzeninin normlarını yeniden belirlemek"tir. Irak'taki savaş, bu, önü üçüncü dünya savaşına açılabilecek bir saldırganlığın Irak'ta aldığı biçimden ibarettir.

Aslına bakılırsa, bu hedefi daha11 Eylül 2001 günü New York ve Washinton'a yönelik saldırılar sonrasında Bush ve onun çevresi tarafından açıkça ilan edilmişti: "Terörizme karşı mücadele önümüzdeki 20-30 yıl boyunca sürecektir", "Bu 20-30 yıl sürecek bir savaştır" açıklamaları sonraki aylarda ve yıllarda da pekiştirilerek yinelenmiştir.

BİR DÜNYA SAVAŞININ YOLU DÖŞENİYOR

"ABD Başkanı George W. Bush ve 'savaş çetesi'nin bu strateji içindeki 'yeri' ve 'önemi' nedir?" denirse, bu soruya verilebilecek en yalın yanıt, "2. Dünya Savaşı öncesinde Hitler ve onun NAZİ partisinin Alman sermayesi ve 'Üstün Alman Irkı ideolojisiyle ilişkisi gibidir. Burada belki bir fark, Bush ve adamlarının tekellerle aşırı bir biçimde içlidışlı olmaları ve onlara dolaysız bir sınıfsal bağ ile bağlanmış olmalarıdır" biçiminde olabilir. Burada elbette Amerikan tarzı siyaset ve Hitler sonrasında geçen yarım yüzyıldan fazla zaman içinde sermayenin temerküzü bakımından gelinen aşamayı da eklemek olup biteni anlamamızı kolaylaştırır.

Amerikan başkanları özellikle "Cumhuriyetçi" geleneği, prüten Amerikan "ahlakı" ve "radikal Hristiyan", Evangelist Kilisesi'nin aşırılıklarını, bir dünya görüşü, bir ahlak anlayışına dönüştürmüşlerdir. Amerikan yönetimlerinin Hrisitiyan-Yahudi efsanelerin en gerici yorumları üstünden politikalar geliştirmek gibi bir damarı hep olmuştur. Örneğin Cumhuriyetçi Başkan Ronald Regan, dönemin İsrail Başbakanı katliamcı, ırkçı, çeteci Menahem Begin ile yaptığı görüşmede, İsrail-Amerikan misyonunun bir Armegeddon'u* gerçekleştirmek olduğunu, kendisinin de gönlünde yatanın bu olduğu açıkça söylemiştir.

Amerikan başkanları da; tıpkı Amerikan sermayesi gibi Hristiyanlık ile Yahudilik arasındaki ayrım ve çatışmayı "ortak değerler" (buna her iki dinin de ortaklaştığı efsaneler, vahiyler, kehanetler demek daha doğru olur) üstünden uzlaştırmışlar, nakide çevirmişlerdir. İsrail'in kurulması, bile Müslümanlarla bir hesaplaşma, kutsal Hristiyan değerlerinin, mabetlerinin Müslümanların işgalinden kurtarılması olarak Hristiyan dünyasına propaganda edilirken; gerçekte ise İsrail, Ortadoğu'nun petrol, doğal gaz, öteki servetlerinin Batı'lıların denetiminde olmasının bir dayanağı bir köprü başı olarak görülmüş; son 50 yıl içinde Yahudi şeriatçısı İsrail emperyalist batının bir üssü olarak rol oynamıştır.

Bush ve avanesinin, yukarıda sözü edilen Armegeddon'a inanacak kadar meczup olduklarını, kabul etmek gerekir. Konuşmalarına, Kilise ile ilişkilerine, halka hitap ederken kullandıkları argümanlara bakıldığında, Hitler'in "Alman üstün ırkı" ideolojisine inandığı kadar Bush ve ekibinin "medeniyetler savaşı"na, Armegedon'a inandığını söylemek, onlara bir iftira değil, ama olup bitenin anlamı kolaylaştırması bakımından bir yanlış olmazdı. Buradan bakıldığında, gösterilerde Bush'a Hitler bıyığı takanlar, Amerikan bayrağındaki yıldızları gamalı haçla değiştirenler aslında doğru bir yorum yapmaktadırlar.

SAVAŞ KAPİTALİST DÜNYADA BLOKLAŞMAYI HIZLANDIRDI

ABD dünya kapitalizmin öncüsü ve "koruyucusu" olarak dünyayı, en gelişmiş ve en büyük tekellerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, Afganistan, Irak ya da başka bölge ve ülkelerdeki müdahalelerin amacı bu "büyük strateji"nin parçaları olarak anlaşılması gerekir. Yahudilik ve Hristiyanlığın efsanelerinin kullanılması, demokrasi ve özgürlük taşıyıcılığı iddiası gibi, bu stratejinin yaygınlaşıp benimsenmesinin bir dayanağı olarak önemlidirler. 

Irak'a saldırı, bu stratejinin bir aşaması olarak düzenlenmiş; ABD "eski düzenin kurumları" dediği, BM, NATO ve Avrupa ülkelerinin (ABD, eski ve yeni Avrupa diyerek, Avrupa'yı böldü, Almanya, Fransa, gibi gelenekselleşen Avrupa tutumunu izleyen ve ABD politikalarına karşı çıkan  ülkeleri "eskimiş Avrupa" diye aşağıladı) yeniden saflaştırmayı amaçladı. BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarının kendilerini bağlamayacağını ilan etti, NATO ülkelerini ABD yanlıları ve karşıtları olarak böldü, bütün ülkeleri; "ABD'den yana olanlar ve olmayanlar" ("terörizmden yana olanlar ve olmayanlar") olarak saflaşamaya zorladı. Böylece ABD, kendi pozisyonu en güçlü olduğu bir durumda, dünya ölçüsünde bir saflaşma yaratmayı, kendisine karşı olanları tecrit edip yalnızlaştırmayı amaçladı.

ABD'nin zorlaması, BM kararına rağmen dünyayı kendisinden yana ya da olamayanlar olarak böldüğü koşullarda ve bir güç gösterisi eşliğinde, yürüttükleri operasyona hem "Irak'a özgürlük harekatı" resmi adını verirken gayri resmi olarak da "şok ve dehşet operasyonu" adını verdiler. "Şok ve dehşet"le sadece Irak'ı değil karşısındaki ve yanındaki herkesi sindirmeyi de amaçladı.

Irak'ın istilasından sonra da herkesi bu savaşa katılım oranında Irak pastasından pay vereceğini açıklayarak, karşısındaki cephede karışıklık yaratmayı da ihmal etmedi.

Irak üstünden bir paylaşımın henüz yapılmadığı ama bu dağıtımın başında ABD'nin bulunduğunun açıkça görüldüğü koşulda; bugün dünyadaki saflaşma şöyle görünmektedir:

1-)Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, çoğunluğu bu harekata karşı olmasına karşın, tam bir derbederlik içinde olayları izlemiştir. Savaş sonrası Irak'ta da "insani yardımlar" ötesinde bir rol oynayacak durumda gözlenmemektedir. Bu yüzden önümüzdeki aylar ve yıllar BM'nin rol ve itibarının tartışılıp etkinliğin hızla yok olduğu bir dönem olacak görünmektedir.

2-) NATO, Almanya-Fransa-Belçika bloğu ve Amerikan-İngiliz bloğu olarak "bölünmüş"tür. Diğer ülkeler, bu iki blok arasındaki bir yelpazede dağılmışlardır. Bu bir yanıyla NATO'nun ABD'nin çöplüğü olmaktan çıkması anlamına gelirken öte yanda da böyle bir NATO'ya ihtiyaç olup olmayacağı tartışmaya açılacaktır.

3-) Irak'a saldırı karşısında alınan tutum ile BM ve NATO içindeki bölünme, ABD karşısında Avrupa'nın en güçlü iki devletin çekirdeğini oluşturduğu bir "bloklaşma"nın da kapısını aralamıştır. Almanya-Fransa bloğuna Rusya da katılmıştır. Böylece, en azından SB'nin dağılmasından sonra Amerika karşısında ilk kez ciddi bir güç odağı oluşmasının yolu açılmıştır. Üstelik bu odak tam da en gelişmiş kapitalist ülkeler kampında ortaya çıkarak, ABD'nin kurmak istediği "tek patronlu bir kapitalist dünya" planını daha şimdiden imkansızlaştıran bir bloklaşmanın yolunu açmıştır.

Bu tablo, 1990’ların başında, ilan edilen Yeni Dünya Düzeni'nin ekonomik, siyasi ve ideolojik bakımdan bir kaosa sürüklenmesi üstünde ABD'nin yine kendi normlarını dayatıp herkesi buna uymaya zorladığı koşullarda ve bu koşulların da baskısıyla oluşmuştur. Bu yüzden önümüzdeki yakın gelecekte, az çok sözü edilebilir her çelişki derinleşerek, bu, ABD'nin bu ana amacıyla çatışacak ya da onunla uyuşacak biçimde anlamlanacaktır.

Bu yüzden de ABD, attığı her adımda, kırbacını şaklatacak, dostlarını ve düşmanlarını yeniden yeniden saflaşmaya zorlayacaktır. Bu yeniden yeniden saflaşmaya zorlananlar içinde en yakınındaki ülke İngiltere'den başlamak üzere tüm ülkeler, tüm  uluslararası organizasyonlar (BM, NATO, AB) tüm dünya ülkeleri sermayenin ulusal ve uluslararası güç odakları vardır.

Nitekim İngiltere de, ABD'nin yapmak istediklerin en yakından bilen ülke olarak, bu durumu anlamıştır. Bunun için de; Irak'ın paylaşımını ABD ile kapalı kapılar arkasında yapmaya cesaret edememekte, "savaş sonrasında Irak'ın yeniden yapılandırılmasında BM Güvenlik Konseyi'nin ele almasını istemekte; böylece, diplomatik manevralarla bugün savaşın dışında kalan ülkelerin desteğini arkasına alarak ABD ile pazarlık yapmayı istemektedir. Ama, Amerika buna yanaşmadığı gibi, İngiltere'nin isteklerine de çok dikkate almadan, ihaleleri kendi firmalarına vermekte, daha savaş tamamen bitmeden bile en yakın müttefiki İngiltere'ye ikinci sınıf ortak muamelesi yapmaktan geri durmamaktadır.

ABD-İngiltere bloğu, Almanya-Fransa-Rusya blokuna karşı, Fransa'yı hedefe koyan, eğer Fransa'dan ayrılırsa, Rusya ve Almanya'ya daha sıcak davranacağını (cezalandırmayacağını) gösteren jestler yapmaktadır. Ancak, bu üç ülke henüz aralarında tam bir birlik ve ortak hedeflerde birleşme olmamasına karşın ABD'nin niyetini anlamış olmaktan gelen bir çıkar duygusuyla birlikte davranmaktadırlar. Ve öyle anlaşılmaktadır ki; ABD'ye karşı bu seferki birlik uzun erimli, etrafında bir kamp oluşturacak özellikler taşıyan bir bloklaşma olarak görünmektedir. Ancak burada ülkelerin tam bir  birlik içinde olduğu söylenemez. Örneğin Almanya'da Hristiyan Demokratlar, Alman sermayesinin bazı kesimleri Amerikan politikalarına yakın ve Irak'a saldırıya katılmamış olmayı Almanya'nın kaybı olarak görmektedirler. Fransa ve öteki savaşa katılmayan ülkelerde de sermaye güçlerinin bir bölümü üstünde Amerika'nın etkisi elbette ki vardır ve olmaya devam edecektir. Bu durum politikada da bir etki yaratacak ve zaman zaman o yana ya da bu yana yönelmeyi belirleyecek kadar etkili olabilecektir. Dolayısıyla yukarda tarif ettiğimiz saflaşmaların her adımda yeniden olacağı ifadesi öylesine bir tespit değil; kapitalizmin iç çatışmalarının bir ifadesidir. Öte yandan Avrupa Birliği, ABD karşısında nasıl bir "birlik olmadığını" gösterircesine parçalanmıştır. Onun için kendisine, AB'nin kararsızlığından bunun da Türkiye'yi karasızlığa ittiğinden dem vuran Türkiye Dışişleri Bakanı'na Bush, "Ne Avrupa  Birliği onu üçe böldüm görmüyorsunuz?" diyebilmiştir. İtalya , İspanya, Hollanda gibi önemli AB ülkelerini bile "saflaşma" sırasında ABD'den yana tutum alması  Avrupa'daki 50 yıllık Amerikan şemsiyesinin hayli etkili işbirlikçiler yarattığını göstermesi bakımından da önemli olmuştur.

Kuşkusuz ki; bu bölünmede iktidardaki partilerin rolü vardır ama, son tahlilde, Avrupa Birliği kendisinin ciddi bir birlik olup olmadığını tartışan bir zemine sürüklenmiş de bulunmaktadır.

4-) Çin ise, savaşın hemen öncesine kadar "tereddüt"geçirmiş ancak, ABD'nin pervasızlığı karşısında Rusya-Fransa-Almanya bloğuna paralel bir tutum takındığı gibi, stratejik hedeflerini de yeniden gözden geçirmeye yönelmiştir.

5-) Asya'nın öteki büyük gücü Japonya ise, her zamanki ihtiyatlılıkla, Amerikanın dümen suyunda olmayı kendi "huzur" ve "istikrarı" için daha güvenli bulmuş görünmektedir.

6-) ABD'nin dünya ülkelerini yeniden saflaşmaya zorladığı koşullarda, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan "Bağlantısız Ülkeler Konferansı" yeniden gündeme gelmiş,  bu ülkeler de "savaşa karşı" olduklarını açıklamışlar, Amerika'yı BM Kararlarına uymaya çağırmışlardır.

DÜNYA HALKLARININ TARİHTE EŞİ GÖRÜLMEMİŞ SAVAŞ KARŞITLIĞI

Ama, Irak'ın işgaline gelen süreç içinde "savaşa karşı mücadele" ve " İşgale karşı tutum almada geleceğe dair en önemli gelişme dünya halklarının tepkilerinde görülmüştür. Yukarıdaki tablo, bu gelişmenin imkanlarıyla anlaşılır hale gelir.

Savaşın doğrudan kışkırtıcısı ve tarafı olan ABD, İngiltere ve Avustralya'da halk, yüzbinlerle, milyonlarla ifade edilen kitlelerle sokaklara dökülmüştür. Ve yığınlar kendi ülkelerinin hükümetlerini protesto etmiş,  saldırganlığı lanetlemişlerdir.

Savaş öncesi tepkiler göz önüne alındığında; denebilir ki sayısız ülkenin büyük kentleri insanlık tarihinin en büyük savaş karşıtı protestolarına sahne olmuştur. Dünya çapında savaş protesto gününde, bir günde 11 milyon kişi sokağa çıkarak emperyalist saldırganlığı lanetlemiştir. Aylar boyunca saldırgan ülkelerin temsilcileri protesto edilmiştir.

Savaş karşıtı eylemlere, özellikle İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerde sendikaların da katılması, İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde savaşı protesto amaçlı grevlerin, genel grevlerin yapılması, günlerce süren sokak eylemleri, sadece genel olarak savaş karşıtlığı fikrini değil, işçi sınıfı açısından da yeniden hareketlenmenin işaretlerini veren, işçilerin siyasete müdahale etmelerini yeniden gündeme getiren eylemler olması bakımından da ayrı bir öneme sahip olmuşlardır.

Gösterilerin hemen bütün dünya ülkelerine yayılması, halkların çok büyük çoğunluğunun bu savaşa karşı olduğunun çeşitli biçimlerde ifade etmeleri, özellikle dünya patronu Amerika'ya karşı tepkilerin "Amerikan mallarını kullanmama"ya kadar varan yaygın tepkilere yol açması anti - emperyalist ve anti- Amerikan mücadelenin kitlesel temelinin olağanüstü genişlediğini göstermektedir.

Belki bu tepkiler, Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin Irak'ı işgal etmesini önlemeye yetmemiştir ama, anti - emperyalist duyguların yaygınlaşmasını önemli ölçüde desteklemiştir.

Kuşkusuz tablonun en önemli özelliklerinden birisi de,"medeniyetler çatışması"nda, emperyalizmin kendi safına kazanmayı düşündüğü Hristiyan batı ülkelerinin işçi sınıfı ve emekçilerinin, Müslüman bir ülke olan Irak'a yönelik saldırıya en büyük tepkiyi göstermesidir. Bu, bir "medeniyetler çatışması" üstünden sistemin devamını sağlamak isteyen kapitalist güç odaklarının kabusu olacak kadar önemli bir gelişme olmuştur. Ama bu gelişme, insanlığın geleceği bakımından da aynı ölçüde umut verici olmuştur.

Bütün bu gösterilerin en önemli zaafı ise, bütün kitleselliğine karşın "protestoyu aşamaması" olmuştur. Örneğin emperyalist ordulara hizmet veren limanlar ve hava alanlarında, gemilerde grevlerle işlerin durdurulması, iletişim ve ulaşımın kesilmesi gibi askeri harekatı dolaysız bir biçimde etkileyecek, sistemin sinir merkezlerini felç edecek düzeyde bir işçi emekçi tutumunu eylemlerin bir bileşeni olarak hayata geçememesi savaş karşıtı hareketin en temel zaafı olarak ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bunu "savaş karşıtı hareketin zaafı olarak belirlemekle" yetinmek, olup biteni hafife almak olur. Çünkü burada asıl zaaf işçi sınıfı hareketinin bizatihi kendisinin, sendikaların sermaye güçlerine karşı sınıfın çıkarlarını savunan ve sınıfı iktidara götüren mücadelenin merkezleri olarak inşa edilmemiş olması gerçeği vardır. Bu yüzden de işçilerin savaş karşıtı harekete katılımı herhangi bir vatandaşın katılımından farklı olamamıştır. Bütün olup bitenden, emek hareketi açısından çıkarılacak en önemli ders de buradadır. İşçi sınıfı hareketi, eğer sermayenin hayatiyetine yönelecek bir siyasi hatta ilerlemiyorsa, sınıf kendini öteki toplumsal kesimlerden ayıran devrimci rolü oynayarak, hareketin bütününün niteliğini ilerletme rolünü oynayamaz ve  bu durumda da en iyimser bir yaklaşımla eylemleri protestocu bir çizgide kalır.

 TÜRKİYE DE AMERİKAN'IN HEDEF ÜLKESİDİR

Türkiye açısından Irak sorunu, pek çok bakımdan egemenlerin ayaklarını suya erdiği bir süreç olmuştur.

Her şeyden önce Türkiye hükümeti, Kuzey Irak'a yönelik müdahaleler üstünden Kürtler başta olmak üzere bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı üstünde söz söyleme iddiasından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bu, Musul-Kerkük'ün statüsünden Kürtlerin nasıl bir biçimde Bağdat'a bağlı olacağına dair pek çok konuda Türkiye'nin isteklerine aykırı bir durumun çıkmasını "savaş nedeni" sayma tehdidi, Amerika'nın Irak'ı işgal etmesiyle anlamsızlaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye, böylece kendisinde gördüğü hakları Amerika'ya devretmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Irak'ta olanlar için artık Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Genelkurmayı'nı değil ABD Dışişleri Bakanını arayıp "güvence" almaktadır.

Şu bir gerçek ki, Türkiye'nin Kuzey Irak'taki iddialarından vazgeçmesinden Kürtlerden çok ABD kazanmıştır. Çünkü, Türkiye'nin baskılarından yılan Barzani ve Talabani ABD'yi Türkiye'ye karşı da kendilerini koruyacak bir kurtarıcı olarak karşılamıştır.

Böylece Türkiye'nin geleneksel ve sadece Türkiye'deki değil öteki ülkelerdeki  Kürtlerin de kaderine müdahale temeline dayanan "Kürt sorununu çözme planı" çökmüştür. Bu aynı zamanda Cumhuriyet Tarihi'nin en önemli sorununda egemenlerin duvara çarpması anlamına gelmiştir.

Irak'ın işgalinin, en dolaysız sonucu Kürt sorununda kendisini göstermiştir. Ama, diğer bir önemli sonuç da Türkiye'nin komşularıyla ilişkilerini dostluk ve kardeşlik temeline oturtması zorunluluğunun, "kör gözüm parmağına" bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Amerika'nın çıkarları uğruna bölge ülkeleriyle, komşularıyla düşman olan Türkiye, Irak'ın işgaliyle birlikte, "stratejik yer" pazarlığında da geriye düşmüştür. Çünkü Irak'ta üsler kuracak ABD'nin Ortadoğu'ya müdahaleleri için Türkiye'ye ihtiyacı azalmıştır. Dahası Irak'ın istilasıyla ABD ve İngiltere ile "komşu" olan Türkiye, "ikinci tezkereyi" çıkaramayarak, halkı "savaşa hayır" diyerek, Amerika'nın hizaya getirilecek ülkeler listesindeki sırasını da bir hayli yükseltmiştir.

Öte yandan Suriye ve İran'ın daha şimdiden ABD'nin "terörist ülke" liste sıralamasında en üst iki sıraya yükseltilmiş olmaları Türkiye’nin ABD'ye karşı tutumu ve bu iki komşusuyla ilişkisini acilen yeniden biçimlendirmesini dayatmıştır. Çünkü, ABD ile birlikte davranacak bir Türkiye (şimdi egemenler ve hükümetleri böyle davranmak istiyor) komşularıyla düşmanlaşıp bu ülkelere karşı harekatta ABD ile tam işbirliği yapmak zorunda kalacaktır. Ya da Türkiye, halkın da isteklerini dikkate alarak, anti - emperyalist bir politik hatta geçerek, İran ve Suriye başta olmak üzere tüm komşuları ve bölge ülkeleriyle Irak'ın işgaline son verilmesi ve ABD ve İngiltere'nin Irak'tan çekilmesi, Irak halkının Kürdüyle, Arabıyla, Türkmeniyle kendi kaderini tayin etmesini savunan bir mücadele çizgisini benimseyecektir. Halkın istekleri bu ikinci doğrultudadır ve halkın isteği ile egemenlerin istekleri arasındaki çatışma sadece dış politikaya değil iç politikaya da kaçınılmaz olarak yansıyacak kadar büyüktür.

Çünkü; Irak'a yönelik Amerikan saldırısı sürecinde görülmüştür ki Türkiye halkının ezici çoğunluğunun isteği, Türkiye'nin ABD'ye karşı çıkması, sadece "savaşa karşıyız" açıklamalarının sınırını aşıp, ABD'nin Irak'a müdahalesini engellemek için elindeki tüm imkanları kullanması doğrultusundadır. Halkın çok büyük bir çoğunluğunun isteği bu yöndedir.

Kuşkusuz Türkiye'nin bu savaştaki hassas pozisyonu, halkın savaşa karşı tutumu başka bakımlarından da dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi, savaş yanlısı medya organları ve hükümet tarafından, "Eğer Türkiye Amerikan-İngiliz blokuna katılıp savaşçı ülkeler safında açıkça yer almazsa, ekonomik kriz çıkar. Dolar ikibuçuk milyonu aşar, faizler yine yüzde bin olur" propagandası yapılmış Tayyip Erdoğan açıkça "Savaşa hayır diyenleri yarın maaşların ödenmediğinde görürüz" diyerek tehdit etmiştir. Bütün bu tehditlere karşın halkın ezici çoğunluğu "savaşa hayır" demede ısrar etmiştir.

Egemenlerin halkı "kıstırmak" istedikleri ikinci argüman ise, Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulacağı ve "Türkiye'nin bölüneceği" iddiasıdır. Egemen propaganda odakları ve hükümet sözcüleri, "Eğer Türkiye Amerika ile davranamazsa Kuzey Irak'ta Kürtler devlet kurarsa Türkiye müdahale edemez. Böylece Türkiye'nin bölünmesi için bir tehlike doğar", "Türkiye'nin güvenliği askerin Kuzey Irak'a yerleşmesiyle mümkündür" tezleri Musul-Kerkük üstündeki emperyal hayallerle süslenmiştir. Ama, bu eski kurt masalının da halkın tutumunu etkilemediği görülmüştür. Dolayısıyla egemenlerin en önemli kozları elinden alınmıştır. İkinci tezkerenin reddedilmesi, hükümetin bütün içten isteğine karşın savaşta Amerika'nın isteklerini yerine getirmemesinin arkasında halkın bu kararlı tutumu vardır.

Bunu içindir ki, Amerikan uşakları takımı, "Türkiye'yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaşa sokmamıştır" diye halkın tepkisini aşağılamaya kalkmıştır. 

Elbette ki, Türkiye'deki savaş karşıtı hareketin en önemli zaafı da dünyadaki ile çok benzeşmektedir. İşçi emekçi mücadelesinin üstündeki sendikal bürokrasini etkinliği, sınıfın ileri kesimlerinin bürokrasinin kuşatmasını aşma becerisini gösterememesi, Türkiye'deki halkın yüzde 94'e varan savaş karşıtlığının protesto düzeyini aşamamasını getirmiştir. Bu yüzden de bu hareket için bütün dünyadaki savaş karşıtı harekete güç ve nitelik farkı verebilecek İncirlik, İskenderun limanı gibi stratejik merkezlerde, "savaşa hayır" tutumunun işçilerin greve çıkması gibi etkin eylem biçimlerinin gündeme gelememesi, sendikaların hareketin önüne düşmekten kaçınması ve grevin, iletişimin ve ulaşımın durdurulamaması elbette ki, hareketi geriye çeken ve yeteri kadar da kitleselleşmesini önleyen bir faktör olarak rol oynamıştır.

Ama bunun da ötesinde Türkiye'deki savaş karşıtı hareket, halkın duygu ve düşüncelerindeki "savaş karşıtlığı"nın dünyadaki en yüksek ülkelerden birisi olmasına karşın kitlesel bakımdan da milyonların katıldığı kitle gösterilerine dönüşememesi, savaş karşıtı hareket içindeki örgütlerin halkın indindeki etkilerinin cılızlığının ortaya çıkması olarak tezahür etmiştir. Burada hükümetin, özellikle dini etkinin ağır olduğu kesimler içinde bölücü bir faaliyet sürdürmesinin de hareketin kitleselleşmesinde önemli bir etken olduğunu görmek gerekir. Yine sendikaların sınıf işbirlikçisi tutumları sadece protestocu çizgiyi önleyen değil hareketin kitleselleşmesini de olumsuz etkileyen bir faktör olmuştur.

                                               *                      *                      *

ABD ve İngiltere Irak'ı işgal ettiler, petrol bölgelerini, limanlarını, başlıca kentlerini, yakarak, yıkarak, yağmalayarak da olsa denetim altına almışlardır. Ama, daha şimdiden gözlenmektedir ki, Irak halkı bu işgali kabul etmeyecektir. Şiiler, Sünniler, Hristiyanlar, Kürtler, Türkmenler, Asuriler gibi her milliyet ve dinden Iraklılar,"Amerika'ya hayır"da, "İşgale hayır"da birleşmeye doğru ilerlemektedir. Hergün Irak kentlerinde olup bitenler bunu işaret etmektedir.  Ve bu gelişmelerin seyrinde onu geriye çevirecek güçlü müdahaleler olmazsa, yakın gelecek ABD ve İngiltere için Irak'ın bir Vietnam olmasını hazırlamaktadır.

Sadece Irak değil tüm bölgede de ABD düşmanlığı hızla tırmanmaktadır ve bölge ülkeleri ve bu arada Türkiye de Amerika ile komşu olmanın faturasını görecektir. Özellikle de Amerikancılığın bölgedeki merkezi durumundaki Türkiye de, artık, Irak ve İran'dan farklı bir biçimde de olsa, Amerikan operasyonlarının somut hedefi haline gelmiştir.

Bölge halkları da, Amerika'yı, Amerikan-İngiliz emeperyalizmini ve onların amaçlarının ne olduğunu, onlarla işbirliği içindeki gerici egemen hainleri daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır. Dolayısıyla sadece Irak değil tüm bölgenin Amerika'nın Vietnamı haline gelmesi, "medeniyetler çatışması" yaratarak bunu üstünden dünyayı yağmalama ömrünü uzatmak isteyen "tekdişi kalmış canavarın" halkların ve insanlığın barış içinde bir dünya isteğinin girdabında boğulması kaçınılmaz olacaktır.

Her şey, ABD'nin Irak'ı işgal etmekle, Irak halkıyla, bölge halklarıyla, dünya halklarıyla savaşını daha da büyüttüğünü gösteriyor.

Tarih, belki biraz ağır, belki biraz dolambaçlı ve halklara büyük acılar vererek bu eceli gelen barbarlığın ortadan kaldırılmasına doğru ilerliyor.

Onların saldırganlıklarının artmasının nedeni de budur.

* Armegeddon. Hristiyan ve Yahudi efsanesinde, "kafirlere karşı müminlerin girişeceği son savaştır. bu savaşla birlikte, kafirler ebedi bir yenilgiye uğratılacak, Yahudilere göre hak din Yahudilik, Hrisitiyanlara göre ise Hrisitiyanlık dünyada öteki dinler karşısında kesin bir zafer kazanacaktır.İncil'e göre bu muharebeye son olarak Tanrı müdahale eder, dünyayı ele alır ve onu, yönetilmesi gerektiği gibi yönetmeye başlar. Armageddon'dan sonra 1000 yıllık barış ve bereket dönemi başlar. Armageddon sözcüğü, köken olarak, bugün İsrail topraklarında bulunan Megiddo Vadisi'ne dayanır. Anlamı, İbranic’ede "Meggido dağı" demektir. Güncel bir örnek verecek olursak, Irak saldırısına bazı yönlerden itiraz eden, muhafazakar emekli asker ve Nixon'un danışmanlarından Brent Scowcroft:

"Saddam, kitle imha silahları kullanarak İsrail'i de çatışmaya çekmeye çalışabilir. İsrail'i, belki de nükleer silah kullanarak yanıt vermeye provoke eder. İsrail bu yanıtı verirse, Ortadoğu'da Armageddon başlar." diyerek, "Buna çocuklar da inanmaz" diyeceğimiz bir masalın  "Armegeddon inancı"nın Amerikan yönetimin üst katlarında ne kadar taraftar bulduğunu, güncel politik ayrılıkların tartışmasında bile "referans" olarak kullanıldığını da gösterir.

Ek bilgiler

  • Yazar: İhsan Çaralan
  • Yıl: 2002
  • Kurum: Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Ara...