Avrupa Birliği’nin hedefi, Batı kapitalizminin dünya üzerindeki tek kutuplu dünyasında, “ABD karşısında ezilmeden, hatta ileride Avrupa egemenliğinde Batı merkezli bir dünya düzeni kurmaktı”. Maastricht bunun ön anlaşmasının yapıldığı tarihi bir toplantı idi.
Avrupa, tarihsel perspektif içinde kendinden saydığı ülkeleri içine alacaktır. Türkiye, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Ürdün gibi ülkeler ancak “himaye altına alınabilirdi”. Rusya,Ukrayna gibi dev Avrupalılar ise, zaten homojenlik konusunda sıkıntılı olan Avrupa’yı bir de dev cüsseleri ile fakirleştirebilirlerdi. Üstelik nüfusa göre siyasi dengelerin kurulacağı bir düzende, “dağdan gelen bağdakini kovar” misali, diğerlerini silip süpürebilirlerdi.
Maastricht sonrasında, 1994 Essen zirvesinde esas şema ortaya kondu: Bu esas şemaya belki eski Yugoslavya veya Baltık’tan bir iki “Avrupa kökenli Hristiyan” küçük ülke eklenebilirdi. Ancak diğerlerine “içerde yer yoktu, tek yanlı bağlarla, sömürge düzeni içindeki bağlarla” nüfuz alanı içinde tutulacaklardı.
Norveç, İsviçre gibi, “zenginliklerinden fedakârlıkta bulunmamak için girmeyenler ise”, ileride nasıl olsa gireceklerdi. Girseler bile o kadar da önemli değildi. Onlar Avrupa’nın has ve doğal parçalarıydılar.
Kuzey Amerika’da Gelişmeler
Amerika, Almanya ve Fransa’nın “çengel atmalarını” engellemek için Kanada ve Meksika ile “Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi-NAFTA”yı kurdu. Gevşek ve ticari bir bütünleşme ile, karşılıklılık ilkesi esas olacaktı. Ancak ABD, “reelpolitiğin sağladığı doğal avantajlardan” kuşkusuz yararlanacaktı. Bal tutan parmağını yalar misali, fiili üstünlük alanlarının, hukukun getirdiği dengeleri her zaman delebileceğini herkes biliyordu.
Kanada ve Meksika’nın da, “bu ortaklıktan elde edeceği avantajlar bulunmaktadır”. ABD ile AB arasındaki ticaret savaşlarında, NAFTA cephesinde bulunmanın getirdiği “pazarlık gücü” gibi.
Avrupa 1990 ve 1991’de Maastricht hesapları ve planları içinde iken ABD-İngiltere ikilisi Irak-Kuveyt oyunları ile yarattıkları Körfez Krizi sayesinde Arap Ortadoğusu’na demir atıyorlardı. Bu (Altılı Ganyan)nın birinci ayağı idi. Diğer ayaklar 11 Eylül terörü, Afganistan kampanyası(!) ve nihayet Irak’ın, bir orman kanunu anlayışı içinde işgali ile sonuçlanıyordu.
ABD ve İngiltere’nin hedefleri açısından bunlar, “sonun başlangıcı idi dersek daha doğru olur”. Çünkü ABD-İngiltere ikilisinin tek kutuplu dünya düzeni koşulları içinde, 1991-2003 döneminde yürüttükleri politika, ABD’nin yeni dünya politikasının kapılarını henüz açıyordu”. Esas büyük gürültü Irak’ın işgalinden sonra başlayacaktı.
1991 Körfez Krizi, ABD ile Avrupa arasında Soğuk Savaş sonrasının ilk büyük paylaşım kavgası idi. ABD ve İngiltere Körfez Krizinden bütün istediklerini elde etmişlerdir. Avrupa, daha doğrusu Almanya ve Fransa kaybettiler. Kaybedenler arasında Rusya da bulunmaktadır. Rusya, Ortadoğu’daki eski etkinliğini kaybetti.
ABD‘nin (ve İngiltere’nin) Irak’ı işgali Asya’daki büyük devletlere karşı bir hareket olma yanında, Almanya ve Fransa’nın (AB’nin) Asya ve Ortadoğu’ya nüfus etmesine karşı da “bir engel” meydana getiriyordu. Bu boyutu ile ABD-İngiltere ikilisi ile Almanya-Fransa ikilisi arasında Soğuk Savaş sonrası çekişmenin yeni bir safhası olmuştur.
Küresel çatışma, Batı ile “diğerleri” arasındadır. ABD ve Avrupa, aralarında rekabet etseler hatta çatışsalar bile,
— Batı kapitalizminin dünya üzerindeki tek boyutlu egemenliğinin sağlanması bakımından,
— Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ortak değerleri, kültürü ve dini bakımından,
— Tarihi boyuttaki ve derinlikteki beraberlikleri bakımından “aynı cephenin temel unsurlarıdır.”
Aralarındaki rekabet ve çatışma, “dünya üzerinde Batı kapitalizminin paylaşım sorunlarının yarattığı hususlardır”. Bu kavga, “kapitalist düzenin iç dinamiklerinin ayrılmaz bir parçasıdır”. Bunlar sistemin iç dinamikleri, hatta onun “fiili üstünlüğünü ortaya çıkaran” temel özelliklerdir.
Şimdilik, ABD ve AB ile Dünya’nın (%85)i olarak taraflar şu şekilde ayrılmıştır; Bir tarafta kendi dışındakileri tek taraflı bağlamaya çalışan (ve bağlayan) Batı kapitalizmi; diğer tarafta büyük çoğunluğunu azgelişmiş ülkelerin meydana getirdiği dünyanın (%85)i yer alıyor.
İki kutuplu sistemden, Batı kapitalizminin egemen olduğu bir düzene doğru sürüklenirken sorunlar daha da genişlemekte ve derinleşmektedir. Dünyamız, Batı kapitalizminin karşısına, “Dünya çoğunluğu olarak”, yeni denge unsurlarını yaratmak, kurmak zorundadır.
Batı Kapitalizmi, Dünya’nın geri kalanına tek seçenek sunuyor. Daha doğrusu hiçbir seçenek sunmuyor.
— Ya, “en baştan teslim olun, sömürgemiz olmayı kabul edin”,
— Veya “biz sizi zorla sömürgemiz haline getireceğiz” diyorlar.
2002 ve 2003 yıllarında Kafkasya-Körfez hattında ve Balkanlarda yaşanan olaylar, Batı kapitalizminin soruna böyle baktığını açık bir biçimde ortaya koymuştur.
Türkiye, “dışarıda bırakılanlar” gurubunda olduğu için 1990 sonrası gelişmelerden olumsuz yönde etkilendi.
ll- Türkiye-Avrupa İlişkileri
Türkiye’nin Avrupa (ve AB) ile ilişkilerinde iki boyut bulunmaktadır.
— Birincisi, kurumsal olmayan ilişkilerdir. AB ile kurumsal ilişkiler dışında, yani AB’ye aday ülke kimliği dışındaki ilişkilerdir.
Bunlar, AB dışında bulunan Norveç, İsviçre, Rusya, Fas, Tunus gibi ülkelerin AB ile olan ilişkileri türünden faaliyetlerdir.
— İkincisi ise, AB ile olan kurumsal ilişkilerdir. Bunlar sırayla:
1) 1963’teki Ankara Antlaşması ile kurulan aday üyelik (asösiye üyelik) durumu.
2) 1970’te Katma Protokol ile kurulan durum.
3) 1989’da, tam üyeliğin Avrupa (A.T.) tarafından reddinden sonra, “Katma Protokolün, sadece ticari yükümlülüklerinin devam ettirilmesi ile sürdürülen usul dışı” kurumsal ilişki.
4) 6 Mart 1995’te, hiçbir aday ülkenin yükümlülük altına girmediği türden bir belge ile (Gümrük Birliği), kurulan tek taraflı kurumsal ilişki düzeni.
5) 1999’un Aralık ayında, Türkiye’nin aday ülke yapılması.
6) 2000 Aralık, Nice doruğunda Türkiye’nin, diğer 12 adaydan tamamen ayrılarak tecrit edilmesi.
7) Türkiye’nin aday ülke konumu, 6 Mart 1995 belgesinin tek taraflı hükümleri çerçevesinde Türkiye aleyhine ve AB lehine işletilirken Türkiye’nin önüne konulan ek koşullar.
Bu koşullar şu alanlardadır;
- a) Kıbrıs,
- b) Ege,
- c) Güneydoğu ve azınlıklar,
- d) Fener Patrikhanesi ve Ruhban Okulu,
- e) Sözde Ermeni soykırım tasarıları
Bunlardan Ege ve Kıbrıs Koşulları;
- a) 24 Şubat 1995 AB Başkanlık Bildirgesine (Kıbrıs)
- b) Aralık 1999 Helsinki Doruk Bildirgesinde (Kıbrıs ve Ege)
- c) Aralık 2000 Katılım Ortaklığı Belgesine (Kıbrıs ve Ege)
- d) Aralık 2002 Kopenhag Belgesine geçmiş koşullardır.
Diğer hususlar ise 1993’ten 2003’e kadar, Avrupa Parlamentosu’nun kararları olarak kabul edilmiş olan koşullardır.
Tek Yanlı Bağlanan Türkiye
Türkiye 6 Mart 1995 belgesi ile AB’ye tek tarafı bağlanmıştır. Bu bağlanmanın bütün safhalarını, belgeleri ile, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Sessiz Darbe” adlı kitabımda ayrıntılı olarak yazdım.(*)
AB bu tek yanlı bağlanma konusunda,
— Türkiye’deki bazı büyük sermaye çevreleri ile;
— Bazı sivil toplum kuruluşları ile,
ittifak içinde bulunmaktadır.
Tek taraflı bağlanma şu sonuçlara yol açmış ve açmaktadır.
1) Türkiye ekonomisi çok uluslu şirketlerin tekeli altına girmektedir.
2) Ulusal sanayi ya ortadan kakmakta ya da yabancıların eline geçmektedir.
3) Mali sistemde dış odakların denetimi artmaktadır.
4) Türkiye’nin dış ticaret politikası, Türkiye’nin içinde yer almadığı AB kurumları tarafından yönetilmektedir.
5) Türkiye AB karşısında, “kurumsallaştırılmış haksız rekabet koşulları ile”karşı karşıya gelmiştir.
6) 01.01.1996’dan itibaren, ulusal sanayi yanında, Türk tarımı da çökmeye başlamıştır.
7) Dış ticaret açıkları Gümrük Birliği sonrası, hızla yükselmeye başlamıştır.
8) İşsizlik bu nedenle hızla artmıştır.
Tam üye olmadığı halde, AB ile Türkiye gibi Gümrük Birliği anlaşması yapan iki minyatür ülke vardır. Andorra ve San Marino kasaba devletleri ; biri 25 bin, diğeri 35 bin nüfusa sahiptirler.
AB, mevcut tek yanlı statüyü, devamlı bir duruma sokmak amacındadır. Türkiye AB’ye ileride de tam üye yapılmayacaktır. Tek yanlı bağımlılık giderek kemikleşecek, ileride bunu kimse değiştiremeyecektir. AB bu nedenle Türkiye’yi oyalamaktadır.
Türkiye bu nedenle diğer 12 adaydan tamamen ayrılmıştır. Türkiye içinde bu tek yanlı yapılanmaya karşı tepkiler, özellikle son yıllarda genişlemeye başladı.
Bazı sendikalar yanında sanayi ve ticaret odaları da Gümrük Birliğine karşı çıkmaya başladılar.
Halkın, siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin zamanla bilinçlenmeleri, Türkiye-AB ilişkilerindeki tek yanlılığın düzeltilmesine olanak sağlayabilecektir.
(*) Erol Manisalı, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Sessiz Darbe”, 7.Baskı, Mart, 2003, Derin Yayınları, İstanbul