AB VE SOSYAL DEMOKRAT PARTİLER

Almanak 2002Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partiler, diğer sol partilerden farklı olarak Avrupa Birliği projesini sürekli olarak desteklediler. Örneğin, bugünlerde 140. yılını kutlayan Almanya Sosyal Demokrat Partisi daha 1925 Heidelberg Programında Avrupa Birliği hedefine yer vermekteydi.

SPD' nin kendisini sosyal demokrat nitelikli halk partisi olarak yeniden tanımladığı 1959 Bad Godesberg programında da ekonomik gelişmenin " Avrupa devletlerini işbirliğine zorladığı" görüşüne yer verildi ve partinin bu gelişmeyi olumlu karşılayacağının altı çizildi.

1989 Berlin İlkeler Programında " 1925 Heidelberg Programında ileri sürülmüş olan Avrupa Birleşik Devletleri hedefi, hedefimiz olmaya devam edecektir" denilerek, "demokratik devletlerin kendi güçlerini kanıtlamak" ve aynı zamanda "tüm Avrupa için bir barış düzenine katkıda bulunmak amacıyla güçlerini birleştirmeleri" istendi.

Programda AT'nin ; "Ortak bir dış politikayla barışa hizmet etmesi", "kimliğini, askeri güç yerine ticaret ve sanayide, bilim ve teknolojide, sağlıklı bir çevre gelişmesinde ve üçüncü dünyanın sürekli kalkınmasında bulması" gerektiği ve ayrıca " güneye karşı destek ve işbirliği siyaseti izleyerek Avrupa'nın sömürgeci güçlerinin işlemiş oldukları tarihsel suçların ve şimdiki adaletsiz ekonomik ilişkilerde işledikleri suçlarının karşılığını, biraz olsun ödemek zorunda" oldukları vurgulandı.

Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerinin genişletilmesi gerektiği belirtilen programda "Biz Avrupa Topluluğunu içinde halkların kültürel kimliklerinin korunduğu, farklı dillere, kültürel azınlıklara saygı gösterildiği ve tüm yurttaşlar için eşit özgürlüklerin ve gelişme şanslarının güvence altına alınacağı bir Avrupa Birleşik Devletleri yönünde geliştirmek istiyoruz" denildi. Hedefin "Avrupa'daki tüm devletlerin egemenliklerine ve toprak bütünlüklerine saygı temelinde tüm kıtayı kapsayacak bir barış düzeni olduğu" söylendi.

Avrupa'nın diğer sosyal demokrat partilerinin tamamına yakını da özellikle 2. Dünya Savaşından sonra  Avrupa Birliği projesini ciddi biçimde tartıştılar ve programlarının önemli bir maddesi haline getirdiler.

Sosyal demokrat partilerin bu tutumu sonucunda başlangıçta "ekonomik alanların" birleştirilmesini öngören 1957 Roma Anlaşması süreç içersinde yeni anlaşmalarla geliştirildi ve AET önce AT sonra da AB adını aldı. Bu isim değişiklikleri, birliğin, ekonomik birlikten siyasi birliğe gidişinin ifadesi idi. Bu süreç henüz tamamlanmış değil, AB'nin alacağı nihai şekil tartışılmaya devam ediliyor. Bu konuda sosyal demokrat partiler arasında da federasyon, konfederasyon, Avrupa Birleşik Devletleri, vb. farklı görüşler bulunmaktadır. Bu da son derece doğaldır. Çünkü ilk kez bu çapta ulusötesi bir siyasi birlik oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ortada örnek alınacak bir deneyim yoktur. Herşey denenecek ve yaşayarak geliştirilecektir. Bu tartışmalara özellikle 1990'lı yıllardan sonra sosyal demokrat partilerin dışındaki sol ve komünist partilerin de katılmış olması olumlu bir gelişme olarak görülmektedir.

Kuşkusuz sol partiler arasında AB konusunda yapılacak tartışmalar ve işbirlikleri "Tekellerin Avrupası" yerine "Sosyal Avrupa" ve "Yurttaşların Avrupası" fikrini güçlendirecektir.

Artık sosyal hakların ulusal düzeyde korunması ve geliştirilmesi pek kolay değildir. O nedenle sol, bölgesel ve uluslararası oluşumları, sol değerler doğrultusunda geliştirilmeye çalışmalıdır. Kuşkusuz sendikaların da Avrupa çapında daha yaygın bir biçimde örgütlenmeleri ve sosyal hakları güvence altına almak için Avrupa çapında daha etkin olmaları gerekir.

Avrupa Sosyal Demokrat Partileri önce Avrupa konusundaki çalışmalarını koordine etmek üzere 1974 yılında "Avrupa Topluluğu Sosyalist Partileri Konfederasyonu"nu oluşturdular. Bu birlikteliğin zaman içinde yetersiz kalması üzerine de 1992 yılında ise Avrupa Sosyalist Partisi - PES'i kurdular.

PES; işlevi, yetkileri, örgütlenmesi ve niteliği bakımından ulusötesi ilk siyasi parti olarak kabul edilmektedir. PES'in sosyal demokrat partiler için önemli bir platform olan Sosyalist Enternasyonal'den en önemli farkı da onun parti olma niteliğidir.

PES amaçlarını şu şekilde formüle etmektedir:

"AB ve Avrupa genelinde sosyalist ve sosyal demokrat hareketlerin güçlendirilmesi."

"Üye partiler ve onların parlamento grupları ile PES ve Avrupa Parlamentosu grubu arasındaki yakın işbirliğini geliştirmek."

"Avrupa Birliği için ortak politikaları tanımlamak."

"Avrupa Parlamentosu seçimleri için ortak bildirge hazırlamak."

PES'in kuruluş kongresi 9 Kasım 1992 yılında Hollanda'nın Lahey kentinde yapılmış ve bu kongreden sonra PES, Avrupa siyasetinde yerini alarak etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Avrupa'nın en büyük siyasi birliği olan PES, ulusal partiler arasındaki ilişkilerin gelişmesine de önemli katkılar sağlamaktadır.

Avrupa Birliği Anlaşmalarında yapıcı bir role sahip olan PES Avrupa'nın belirli değerler ve ilkeler çerçevesinde şekillenmesini istemekte ve demokratik, adaletli, barışçı, sosyal ve dayanışmacı bir Avrupa'yı, "yurttaşların Avrupası"nı savunmaktadır.

PES'e Avrupa Birliği'nin tüm üyelerinin yanı sıra adaylık müzakeresine başlayan ülkelerin ve ortaklık anlaşmasına sahip olan ülkelerin sosyal demokrat ve sosyalist partileri de "ortak" ve "gözlemci" üye olabilmektedirler. Geçmişte  SHP, günümüzde ise CHP, PES'in ortak üyesidir.

Şu anda PES'in üye sayısı 20'si tam üye, 18 ortak ve gözlemci üye olmak üzere 38'dir. PES belgelerinde PES'in "yalnızca Avrupa Parlamentosu'nda bir grup" olarak algılanmaması gerektiği belirtildikten sonra PES'in "Avrupa Birliği üyelerine tahsis edilmiş bir kulüp" olmadığı da vurgulanmaktadır.

"PES hem herkesin mülkü, hem de hiç kimsenin mülküdür" denilen tanıtım broşüründe parti isminin de her ülkede farklı olarak kullanılabileceği belirtilmektedir. Bu bağlamda İngilizce'de ve Latin dillerinde PES'deki "S' "Sosyalist" anlamına gelirken. Almanca. Hollanda ve İskandinav dillerinde "Sosyal Demokrasi" olarak kullanılmaktadır.

PES Avrupa Parlamentosu'nda güçlü bir "Parlamento Grubu"nun yanı sıra "Gençlik Kolu'na (ECOSY) ve "Daimi Kadınlar Komisyonu"na da sahiptir.

PES 1994 ve 1999 yıllarında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerine ortak bir manifesto/bildirge ile katılmıştır. Her iki bildiri de katılımcı bir anlayışla üye partilerinin yaptığı uzun müzakerelerden sonra son şeklini almış ve üye ülkelerin kendi dillerinde seçmenlere ulaştırılmıştır. 1999 seçim bildirgesinde PES, "Avrupa Birliği'ni 21. yüzyıla nasıl hazırlayacağına ilişkin 21 yükümlülük" saptamaktadır. "Demokrasi, özgürlük, insan hakları, dayanışma, toplumsal adalet ve fırsat eşitliği" bu yükümlülükler arasında ağırlıklı konular olarak öne çıkmaktadır. "Öncelikle yurttaşlarını düşünen bir Avrupa" yaratılmasının istendiği bildirgede "piyasa ekonomisine evet" denilirken "piyasa toplumuna hayır" denilmektedir.

Bildirge'de "kültürel çeşitliliğin" güçlendirilmesine de vurgu yapılarak "Avrupa'nın kültürel çeşitliliği bizim zenginliğimizdir" deniliyor. PES bu saptamasıyla Türkiye'nin aday üyeliğine "kültür farklılığı" gerekçesiyle karşı çıkan muhafazakar partiler gibi düşünmediğini de ortaya koymuş oluyor.

Sosyal Demokratların hedefi barışın ve demokrasinin hakim olduğu adaletli bir dünyadır. Avrupa Birliği bölgesel bir oluşum olarak böyle bir dünyanın yaratılmasına katkı sağlayabilir. Dünya barışının sağlanması, yeryüzünün doğal kaynaklarının korunması, eşitsizliğin, yoksulluk ve açlığın önlenmesi, ırkçılıkla, suç örgütleriyle mücadele, çevrenin tahribinin önlenmesi gibi görevlerin üstesinden ancak uluslararası işbirliği ile gelinebilir. Sosyal demokratlar böylesine bir işbirliğine öncülük etmek durumundadırlar. Çünkü sol için dayanışma, yalnızca ülke ile ulus ile sınırlı bir dayanışma değil aynı zamanda uluslararası dayanışmadır. Dayanışmanın amacı ise insanlığın, halkların özgürlüğü, mutluluğu ve tüm dünyada adalet ve barıştır.

PES bağlı partilerin ortak gücünü bu hedeflere yöneltebildiği ölçüde Avrupa çapındaki sorunlara çözümler üretebilir, demokrasinin, sosyal adaletin yerleşmesine ve dünya barışına da önemli katkılar sağlayabilir.

Türkiye'deki duruma bakılacak olursa;

Ortaklık anlaşmasının imzalandığı 1963 yılından bu yana yani, 40 yılı aşkın bir zamandır Avrupa Birliği, bazen yoğunluğu azalsa da hep gündemde olmuş ve tartışılmıştır. İçersinde bulunduğumuz süreçte özellikle Helsinki zirvesinden sonra tartışmalar daha da yoğunlaşmış bulunuyor.

Aslında Türkiye - Avrupa ilişkileri, cumhuriyet kurulmadan önce de "Batılılaşma", "Çağdaşlaşma" ya da belki daha uygun bir tanımlamayla "çağı paylaşma" kavramları çerçevesinde de gündemdeydi.

1963'de Ortaklık Anlaşmasının imzalanması ile Avrupa ile ilişkiler artık kurumsallaşmıştı. Aynı yıllarda Türkiye'den başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine gerçekleşen işgücü göçü de Avrupa'daki siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerin daha bir dikkatle takip edilmesini beraberinde getirdi. Bugün 4 milyon civarında yurttaşımız AB ülkelerinde yaşamakta ve içersinde yaşadıkları toplumların ayrılmaz bir parçası ve "kültürel rengi" konumuna gelmiş bulunmaktadırlar.

Bu iki gelişme sonucunda Türkiye - Avrupa ilişkileri kolay kolay vazgeçilemez ve geri döndürülemez bir aşamaya ulaşmış bulunmaktadır. Prof. Dr. Onur Bilge Kula'nın kitabında vurguladığı gibi; "Bu nedenle akılcı siyasal, kültürel ya da ekonomik düşünce ve görüşler, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesini hiçbir zaman ve tümüyle gündemden çıkaramaz. Bu hem Türkiye, hem Avrupa için, hele Almanya başta olmak üzere, bazı Avrupa ülkeleri için aynı ölçüde geçerlidir."

Durum buyken Türkiye'deki siyasal partilerin AB karşısında ciddi, çözüm üreten bir anlayış sergilediklerini söylemek kolay değildir.

Partilerin program ve seçim bildirgeleri incelendiğinde AB konusuna önemi ölçüsünde yer verilmediği görülmektedir. Partilerin çoğunda insan hakları, laiklik, çoğulculuk, demokrasi, hak ve özgürlükler gibi evrensel değerlere yer verilmekle birlikte AB konusunda açık, net ve kapsamlı görüşlere rastlamak olanaklı değildir.

Maalesef, sağdaki partilere göre tartışmalar ve katılım yoluyla siyaset oluşturma ilkesini yaşama geçirmeleri gereken sosyal demokrat iddialı partilerde de durum çok farklı değil. Bu partilerin programında da Avrupa Birliği ya da "Avrupa Politikası" adı altında bağımsız bir bölüm bulunmamaktadır. Prof. Dr. Onur Bilge Kula'nın SODEV için yaptığı incelemede saptadığı gibi konu genellikle "Dış İlişkiler" adlı bölümde birkaç cümleyle geçiştirilmiştir.

Türkiye'deki belli başlı partilerin demeçler dışında AB konusunda etkili etkinlikler düzenledikleri, konuyu organlarında ve kurultaylarında kapsamlı biçimde tartıştıkları, üyelerini ve kamuoyunu aydınlatmak için çalışmalar yaptıkları pek görülmüş değildir. Bunun önemli bir nedeni ülkemizdeki siyasal kültürün, geleceğe yönelik program ve proje üretme geleneğinden yoksun oluşu ve "liderlerin" söylediklerinin adeta parti programı olarak kabul edilmesidir.

Bu durum, 40 yıldır devam eden Türkiye-Avrupa ilişkilerinin tatmin edici bir sonuca ulaştırılamamasına neden olmuştur.

40 yıldır inişli çıkışlı devam eden Türkiye-Avrupa ilişkileri, Avrupa Konseyi'nin 10-11 Aralık 1999'da Helsinki zirvesinde Türkiye'ye aday üye statüsü verilmesi ise ilişkilerde yeni bir dönemi başlattı.

Oysa Helsinki zirvesinden iki yıl kadar önce yapılan ve "Agende 2000"in kabul edildiği Lüksemburg zirvesinde Türkiye aday üyeler listesine alınmamış ve üyeliği belirsiz bir zamana bırakılmıştı. Dahası bu zirvede Kohl gibi bazı Avrupalı muhafazakar siyasetçiler Türkiye'nin ekonomik ve siyasi ölçütlere ilişkin durumunun ötesinde, AB'nin Hıristiyan temelli bir birlik olduğunu ileri sürerek bu birlikte Müslüman bir ülkeye yer olmadığını söylemişlerdi.

Bu yorum AB içinde de büyük tartışmalara neden olmuştu. Avrupa Parlamentosu'ndaki sol partiler bu değerlendirmeye katılmadıklarını açıklayarak, AB'nin bir din yada kültür birliğine dayandırılamayacağını, temelinde insan hakları, özgürlükler, demokrasi ve dayanışma gibi değerlerin bulunduğunu vurgulamışlardı. Bu kesimler ayrıca kültürel çeşitliliğin Avrupa için bir zenginlik olduğunun da altını çizmişlerdi.

Bu tartışmalar sürerken Avrupa Birliğine üye ülkelerin bir çoğunda yapılan seçimlerde sosyal demokratların başarılı olması ve (önemli ülkelerde Yeşiller vb. ile koalisyon oluşturarak) iktidara gelmeleri, Helsinki zirvesinde Türkiye ile ilgili olumsuz Lüksemburg kararının revize edilmesinde önemli bir etken oldu.

Elbette bu kararın alınmasında Türkiye'nin jeo-stratejik konumu; enerji bölgesi Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlar'daki kültürel bağları; ekonomik alandaki potansiyeli de önemli rol oynadı. Avrupa Birliği ülkelerinin özellikle sol hükümetleri Türkiye'nin bu gibi özellikleri ile AB'ne katkı sağlayacağı değerlendirmesinde birleştiler ve Türkiye'ye tam üyelik yolunu açtılar.

Türkiye'ye aday üyelik statüsü tanınmasının yanı sıra üyelik için, daha doğrusu tam üyelik görüşmelerinin başlayabilmesi için Kopenhag Kriterleri diye bilinen siyasi ve ekonomik kriterlerin yerine getirilmesinin zorunlu olduğunun da altı çizildi.

Siyasi kriterler esas olarak "demokrasinin güvence altına alındığı istikrarlı bir yapıyı, hukukun üstünlüğü ile insan hakları ve azınlık haklarına saygıyı" içermektedir. Aslında bu kriterler Türkiye'de demokrasi yanlısı kurum ve kişilerin yıllardır savunduğu ilkeler. Artık bunlar çoğunluğun özlemi haline gelmiş bulunuyor. Ancak Helsinki'den bu yana demokrasinin eksiksiz hale getirilmesi için gerekenler henüz tam olarak yapılmış değil.

Demokrasi olmaksızın gelişmenin, kalkınmanın ve toplumsal barışın sağlanamayacağı, insanların kendilerini özgürce geliştiremeyeceği gerçeğinden yola çıkılarak demokrasinin bir an önce eksiksiz hale getirilmesi gerekirken, sosyal demokrat iddialı partilerin yer aldığı koalisyon hükümetleri de dahil gelmiş geçmiş hükümetler maalesef demokrasi konusunda kararlılık ve cesaret göstermediler.

Hiç değilse, Helsinki'den hemen sonra planlı bir biçimde demokrasinin eksiklerinin hızla tamamlanması ve katılım ortaklığı belgesinin altını çizdiği hususların yerine getirilmesi gerekirdi. Bu yapılmadı. Hükümetler konuyu taksit taksit ele almakta, paket üzerine paket sunarak işi geciktirmektedirler. Bugünlerde "6. uyum paketindeki" Terörle Mücadele Yasası'nın 8. Maddesinin kaldırılması vb. konularda yapılan tartışmalar üzüntü vericidir.

Helsinki zirvesinde Türkiye'ye aday ülkelik statüsü tanınmasının iyi ve doğru değerlendirilmesi gerekir. İnsan haklarına dayalı çoğulcu demokrasi AB'yi oluşturan ülkelerin ortak değerlerinin başında gelmektedir. Hala 12 Eylül Anayasası ve yasaları ile yönetilmeye çalışılan Türkiye'nin evrensel demokrasi normlarının çok uzağında olduğu bir gerçektir. Bize bunu hatırlatan herkesi "Türkiye'nin düşmanı" olarak görmekten vazgeçilmeli ve biran önce evrensel ölçütlere uygun bir demokratikleşme gerçekleştirilmelidir. Aynı şekilde mevcut ekonomik sorunlarla, enflasyonla ve eşitsizliklerle tam üyelik şansı yoktur. Bu alanda da başarı toplumsal uzlaşmaya dayalı politikalarla mümkündür. Hükümetin bugün uyguladığı yatırım, üretim ve sosyal yönü olmayan ekonomik politikaların sonuç getirmesi mümkün değildir.

Son 40 yıldır Türkiye' de çok sayıda parti iktidar sorumluluğu taşıdı. Belli dönemlerde özellikle 90'lı yıllarda sosyal demokrat, demokratik sol partilerde bu sorumluluğa katıldı. Ancak hiçbir dönemde AB konusuna gereken önem verilmedi. Sorunlar ve olanaklar birlikte değerlendirilip planlı bir çalışma yürütülmedi. Askeri darbeler ile her defasında ulaşılan düzeyin gerisine düşüldü. Demokratik sol hükümetin 1978'de katılım protokol görüşmelerindeki olumsuz tutumu da süreci en az 10 yıl geciktirdi.

Şimdi üyelik müzakerelerine başlama sürecinin sonuçlandırılması gerekir. Sosyal demokratlar, bununla da yetinmeyip, Avrupalı sosyal demokrat partilerle birlikte "barışa, demokrasiye,insan haklarına, çalışanların haklarına, sosyal devlete, kültürel çeşitliliğe ve fırsat eşitliğine" önem ve öncelik veren "Yurttaşların Avrupası"nı oluşturmak için etkin ve kararlı bir şekilde uğraş vermelidir.

 

 

Ek bilgiler

  • Yazar: Ercan Karakaş
  • Yıl: 2002
  • Kurum: SODEV Başkanı
Ara...