Aslında birbirine çok yakışan “Küreselleşme” ve “Bilim” kelimelerinin günümüzde birbirinden bu kadar ayrıksı gözükmesi, insanlık adına üzüntü verici. İnsanlığın ortak ırmağının, kaşık kaşık doldurdulmuş bilim çağlayanının, bugün sadece zengin ülkelere doğru akması, hem de yoksul ülkelerin üstün beyinlerini de seliyle sürükleyerek akması, tüm tarih sürecini değilse bile en azından son yüz yılımızı ciddi olarak sorgulamamızı gerektirmektedir.
Bu tek yanlı akıntı, özellikle son on yılda, insanlığı tehdit eder duruma gelmiştir. Bugün olduğu gibi, bilimin uğraşılır olma nedeni, bilerek ya da bilmeden savaş makinesine destek olma, yok etme, ele geçirme ruh hastalıklarına tedavi geliştirme olduğunda, bilimin değilse bile bilim insanlarının, kürenin neresinde olduklarını düşünmeleri ve tartışmaları gerekliliğini doğurmaktadır.
Belki tüm bilim dallarını aynı ırmağın aynı yönde akan kolları olarak tanımlamak haksızlık olarak görülebilir. Başlangıçta ve bir süre farklı yönlere akıyormuş gibi görünen, yoksul sınırlar içerisinde daha fazla kıvrımlaşarak dolaşan küçük kolların, önünde sonunda aynı denize akıyor, aynı cepleri dolduruyor olması, bilimin küreselleşmemiş olduğunun en açık kanıtı olarak kabul edilebilir.
Yazının ilerleyen bölümlerinde, bir sonuca ulaşabilmek, ana fikir üretmek kaygısına düşülmeden, sayıların kaypaklığından, evrilip çevrilebilirliğinden faydalanılmadan, dünyada ve özellikle ülkemizdeki ‘olan durum’ ortaya konulmaya çalışılacak. Hiç bir sözcük, bilim insanının sorumluluğunu, bilimin soyutluğu ardına gizlemek, bilim ile birlikte bilim insanını da aklamak olarak algılanmamalıdır.
Bilimin Hedefi
Gönül isterdi ki bu bölüme, “Bilimin hedefi, tüm insanlık ailesinin mutluluğu için sonuçlar üretmek, kavgasız, savaşsız bir dünya yaratmak, doğayı kontrol edebilir teknolojiler üretmek, paylaşmayı ruhu ve beyni ile kabul etmiş bireyler toplumunu oluşturmaktır” gibi bir cümle ile başlayabilseydik. Oysa bu tanım özellikle sanayi devriminden sonra hiç bir zaman bilimin tanımı ve hedefi olmadı.
Bilimin gündemi, tıpkı tekstil piyasasında olduğu gibi, “Moda” yaklaşımıyla belirlendi. Hemen her on yılda bir, bilimin mutfağına sokulması planlanan konular ince hesaplarla, bilançolarla karşılaştırılarak kararlaştırıldı. 1900’lü yılların başında yükselen fizik ve atom fiziğinin son noktası Japonya’ya atılan atom bombaları idi. Ardından özellikle yarı iletken teknolojilerinin geliştirilmesi, uzay bilimlerinin kuvvetle desteklenmesi, her eve minicik bilgisayarlar, hap kadar cep telefonlarının girmesini sağlamakla birlikte, Yugoslavya, Irak, Afgan halklarının tepelerinde patlayan bombaların yapılmasını, bombaların, uçakların insansız uçurularak, necip sermaye ırkının çocuklarının korunmasını da sağladı. Bilim insanlarının, canla başla çalışarak ortaya çıkardıkları teknolojilerin, dünya servetini, üç beş kişinin cebine akması sonucuna katlanmalarını, sadece bu akıntıdan üç beş kırıntı kapabilmiş olmaları ile açıklamak belki biraz haksızlık olacaktır ama ne yazık ki durum böyledir.
Denebilir ki, “Ne olacaktı yani. Parayı veren düdüğü çalar. Hiç kimse, sadece cennete gidebilmek uğruna milyar dolarlarını, eurolarını bilim insanlarının emrine verir mi? Kaz gelmeden tavuk gözden çıkartılır mı?” Bu cümle karşısında doğrusu bilim adına söylenebilecek fazla da bir şey yok. Suyla çalışan motor geliştiren bilim insanının çalışmalarının bir Arap Şeyhi tarafından desteklenmesi ancak o şeyhin saflığıyla açıklanabilir. Ya da, sadece yoksul zencileri (zengin beyazların kucağına oturup halkını soyan, ya da bakan veya danışman olmayı becerip dünya halklarının gırtlağına çöken bir kaçı dışında çoğu yoksuldur) etkileyen ölümcül bir hastalığın tedavisi için ilaç geliştirmeye çalışan bir azizin çalışmalarının, neo-muhafazakar beyazlarca desteklenmesini değil istemek, düşünmek bile abesle iştigaldir. Hele, bulacağı formülle dünyadaki servet dağılımındaki adaletsizliği çözeceğini açıklayan bir sosyal bilimcinin, dünyayı esir almış sermaye tarafından destekleneceğinin açıklanması büyük değilse bile en azından küçük kıyamet alameti olarak kabul edilebilir.
Bilimde hedefler önce kar-zarar hesapları yapılarak ortaya konur. Sonuçların kimin işine yarayacağı, masrafı kurtarmanın ötesinde ne kadar fazla kar getireceği çok önemlidir. Bu, asla bilim insanlarının beyinlerinin esir alınıyor olmasının haklılığını açıklamaz. Naif bilim insanı, eğer parasal desteğe ihtiyacı yoksa, moda dışı kalıp, istediği konuda istediği araştırmayı yapmakta serbesttir. Tabii, ürettiği ile birlikte yalnız kalmayı göze alarak. Hatta, kendi gibi naïf diğer bir avuç bilim insanı ile birlikte, modaya uyan çoğunluk tarafından dışlanmayı, aşağılanmayı, itelenmeyi göze almak şartıyla.
Alınan işaretler göstermektedir ki, önümüzdeki on yılın bilimsel konusu ‘Genetik’ olarak belirlenmiştir. Hedefin ne olduğunu şimdiden kestirebilmek o kadar da zor değil. İnsanlığın ezeli rüyası ‘Hayatı uzatabilmek’ belki bu sonucun bir parçası olacaktır. Bu alt sonucun, yalnızca bu teknolojiyi satın alabilecek elit zümrenin işine yarayacağını bir an için unutsak bile, hedefin arkasına baktığımızda aklımıza kötü şeylerin gelmesi için, geçmişten yeteri kadar tecrübemiz var.
“İnsan Genomu’nun harf dizilerinin çözümlenmesi” temel hedefinden çok, ortaya çıkacak yan ürünlerin uluslararası tekellerin iştahını kabarttığını düşünmek, hele onların bu çalışmalar için milyarları gözden çıkardıklarını göre göre, hiç de yanlış olmaz.
Moleküler Biyoloji ve Genetik Bilimi’nin, ‘Soyumuzun Tespiti’, ‘Göç Yollarının Belirlenmesi’, ‘Kalıtsal Hastalıkların Önlenmesi’ gibi, vitrine çıkartılmış kutsal hedeflerinin yanında, organ üretip pazarlamak, insan beynindeki ‘Özgürlük’, ‘Eşitlik’ gibi tehlikeli (?) kavramları yok etmek gibi ütopik hedefleri olmadığını kim söyleyebilir?
Hele domates tohumundan ucuz hıyar üreterek, bugün büyük çoğunluğu tarımla geçinen dünya halklarını açlığa mahkum edeceklerini akıllarına bile getirmeden, sadece daha çok kar edebilmeye kilitlenmiş tarım tekellerinin, bu moda bilimi desteklemesinden daha doğal ne olabilir ki?
Genetik üzerine çalışmaların yüzde 90’ının ABD’de, ancak sadece yüzde 3’ünün Avrupa Birliği ülkelerinde sürdürülüyor olması, gelecekte, dünyanın yer altı, yer üstü zenginlikleri ile birlikte, insanlığın da esir edilmesi için, kimlerin ciddi ve hain planlar içerisinde olduğunu açıkça gösteriyor. ABD lehine gelişen bu dengesiz yoğunlaşmada, Nazi Almanya’sının tetikleyici güç olarak ortaya çıkması, ve şimdi Avrupa’nın ve Avrupa sermayesinin motor gücü Almanya’nın, aradaki büyük farkı, Çerçeve Programları ile kapatmaya çalışması, olsa olsa tarihin ve kaderin cilvesi olarak kabul edilebilir. Çerçeve Programlarının başarılı olması, en azından bilimde ve teknolojide dünyanın şimdilik tek kutuplu kalmasının önüne geçecektir, ama sonuçta, bu bölüme başlarken verilen “Ulvi Hedef” ile yakından uzaktan ilgisi olmayacağı açıktır. Yine de, bugüne kadar sadece ABD’nin emrinde olan Türkiye Biliminin önüne, en kötülerden az kötü seçeneği olarak sunulan bu programların biraz incelenmesinde yarar var.
Avrupa’da Bilim-Çerçeve Programları
Çerçeve Programları Avrupa’daki bilimsel araştırmalara parasal destek sağlamak için Avrupa Birliği bünyesinde kurulan bir araçtır. 5’er yıllık süreler içeren programların altıncısı 2002 yılının sonbaharında yürürlüğe kondu. Bu programların ana hedefi, gerçek bir “Avrupa Araştırma Alanı” kurmaktır. Kaynak kullanımına ilişkin tüm yetkilerin Avrupa Komisyonu’nda olması, çerçeve programının kaynak havuzuna ulusal gelirleriyle orantılı olmakla birlikte oldukça ciddi paralar yatıran sonsuza kadar aday ülkelerin (sadece Türkiye ) karar ve kabul mekanizmalarının dışında kalması demektir. Desteklenme şartlarından en önemlisinin, üye ve aday ülke bilim insanlarının projelerini mümkün olan en geniş işbirliğiyle (çok sayıda ülke ortak olarak) hazırlamak zorunda olmaları, bugüne kadar bilimsel kaderini ağırlıklı olarak ABD’ye bağlamış, eğer oluşturabilmişse, bilimsel dostluklarını daha çok, ABD’de çalışan bilimcilerle oluşturmuş bilim insanlarımızın, Avrupa’da uzun süre gurbetçi muamelesi görmelerine neden olacaktır.
Tüm bu zorluklara karşın, yine de, ülkemiz bilim insanlarının 2000 den fazla projeyi komisyona sunmayı becermiş olmaları, gelecekte, ülkemizin ve halkımızın çıkarları için bilim üretebilecek potansiyelimizin varlığını ortaya koymak bakımından çarpıcı görünmektedir.
Savunmasak bile “Ben kapitalist sistemi seçtim ve uyguluyorum” savındaki ülke yöneticilerimizin ve sanayi kuruluşlarımızın, bunun gereklerinden birini yerine getirerek, kendi çıkarları için de olsa, en azından araştırma ve yeni teknolojiler üretme çalışmalarına dahi kaynak ayırmamalarını, yalnızca kaynak yetersizliğiyle açıklamak onları aklamaya yetmeyecektir. Sadece işbirliğiyle, taşeronlukla, hamallıkla ceplerini doldurmayı yeterli gören bu insanların, uzun ve riskli bilimsel çalışmaları desteklemelerini, bilim insanı yetiştirilmesine kaynak ayırmalarını, moda bilimler dışındaki bilim dallarını teşvik ederek alternatif bir bilim dünyası oluşturmak için çaba harcamalarını ummak, bilim ve siyasetin sarmal birlikteliğinden hiç haberdar olmamak anlamına gelecektir.
Bu gidişle, bazı iyi niyetli ve yurtsever bilim ve siyaset insanlarının çabalarına rağmen, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile de kaynaşamayacağı, ulusal gelirimizle desteklediğimiz bilimsel çalışmalar sonucunda üretilen teknolojilerin yarın, katmerli faturalarla kendi piyasamıza sürüleceğini tahmin etmek üzüntü verici bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
Türkiye’de Bilim
ABD ile Avrupa arasında, kendi bilim ve teknolojilerini üretmek, hem de dünyadaki iyi beyinleri emerek bu üstünlüğü ele geçirme mücadelesi hep var olmakla birlikte, son yıllarda iyice alevlendi. Bu devler savaşında, bir yaprak gibi, bir ABD’ye bir Avrupa’ya savrulan bilim insanlarımızın, Çerçeve Programları kullanılarak ülkemize dönmesi, kendi ülkelerinde uzun süreli çalışmalar başlatmaları ve tersine bir beyin göçünün başlatılabilmesi, bu programların diğer bir hedefi olarak düşünülmüştür. Eskileri döndürmenin yanında, genç bilim insanları üretmek için de bu programların uygun olduğu söylenmektedir.
Bu noktada kısaca, ülkemizde bilim insanının nasıl seçildiği ve yetiştirildiğini açıklamakta fayda var. Bir üniversiteyi bitiren genç – ki, büyük olasılıkla çarpık ÖSS sisteminden geçerek belki de hiç ilgi duymadığı bir alanda uzman olmuştur – hem üniversite eğitimi süresince aldığı notlar değerlendirilerek, ama daha çok, tıpkı ÖSS’de olduğu gibi, bir kaç saatlik LES sınavında aldığı notun ağırlığına bakılarak, bir yüksek lisans programına kaydedilir. Seçtiği bilim dalı, sevdiği değil kabul edilme şansı yüksek olan bir dal olduğundan, daha başlangıçta bilim işine çarpık bir giriş yapılmış olur. Sonra, birlikte çalışacağı hocasıyla (ülkemizde bilim insanlarının hemen tamamı üniversitede hocadır-tersi doğru değil) araştırma yapılacak konunun belirlenmesi aşaması gelir. Eğer hocası, nema ödemeleri, ek ders hesapları, döner sermaye planları, ikinci eğitim kıyakları gibi sorunlarını çözmüş biriyse birlikte, yoksa tek başına, son 2-3 yılda ABD’de yapılmış çalışmalara şöyle bir göz atılır. Seçilen konuyu kabul veya reddetme durumunda olan bir Enstitü mevcuttur. Ancak bu enstitülerin, ya hakim politikalarla çelişmeleri, ya da ilgili hocanın solcu, sosyalist, komünist damgalı olması dışında, teklifleri bilimsel olarak ciddi bir şekilde inceleyip reddettikleri pek nadiren olur. Kabul edilen konu teorikse sorun olmaz. Ancak deneysel bir şeyler yapılacaksa çeşitli bütçe fasıllarından faydalanılarak gerekli teçhizat sağlanır. Sonuçta, bir yüksek lisans ve devamında doktora tezi yazılır. Çoğunlukla, hocanın nazı geçen meslekdaşları bir araya gelerek juri oluştururlar. Genç bilimci adayı şımarmasın diye, juri tarafından bir miktar azarlanır (benzer görüntüler bazen doçentlik jürilerinde de yaşanır). Sonra geleceğin genç bilimcisi olarak tescil edilir. Bir de üniversitede kadro verilerek devlet bilimcisi ünvanını alması sağlanır. Bundan sonrası için nasıl bir yaşam seçeceği tamamen kendisini ilgilendirmektedir. Ömür boyu hiç bilimsel çalışma yapmasa da, deliler gibi çalışıp onlarca makale yazsa da sosyal durumunda buna bağlı bir değişiklik olmaz. Sosyal değişiklik daha çok yöneticileriyle ilişkileri çerçevesinde gelişir. Bu şartlarda çoğu, birinci seçeneği tercih eder.
Bilim insanlarımızı nasıl seçtiğimiz ve yetiştirdiğimizin bu kısa özeti bile ülkemizdeki bilimsel çalışmalar hakkında geniş bir fikir sahibi olmamıza yetmektedir.
Bu noktada şu soru sorulmalıdır: “Bilim insanı seçme ve yetiştirmemizdeki bu çarpık yönteme, bilimi sadece hem ders veren, hem geçim derdiyle uğraşan üniversite hocalarının işiymiş gibi kabul etmemize rağmen, nasıl oldu da ülkemiz 1986 yılında bilimsel makale üretiminde dünyada 43. sıradayken, 2002 yılında 22. sıraya yükselebilmiştir? Bu yükselme dünyada binde 1 olan bilimsel makale üretme payımızın, 15 yıl içerisinde binde 8,5’e yükselmesi anlamını taşımaktadır. Hele makale sayısının ulusal gelire oranının artması, bir yandan fakirleşirken diğer yandan bilimsel çalışmalarımızı arttırıyor olduğumuz gibi garip bir sonucu işaret etmektedir. Yetmezmiş gibi bir de, bu bilimsel artışın genel olarak devlet üniversitelerinde, hem de çoğunlukla parasal sıkıntı içerisindeki Anadolu Ünivetsitelerinde görevli bilim insanlarının çabaları sonucu olduğunu bilmek daha da şaşırtıcıdır.
Ancak bilimsel yayın sayısındaki artış kadar, bu yayınların kalitesi de önemlidir. Bu açıdan bakıldığında durum pek parlak değildir. Ülkemizde üretilen bilimsel yayınlara diğer bilimcilerin ilgisizliğinin bir kısmı, bazı uluslararası dergi editörlüklerinde mafyalaşan gurupların duvarlarını delmekteki zorluktan kaynaklanmaktadır. Bilimsel paslaşmalarda ne yazık ki, sadece bilimsel değer değil, bir çok yan etken belirleyici olmaktadır.
Bilimsel yayın artışı özellikle Anadolu’daki üniversitelerimizde çalışan bilimcilerin çabaları sonucu gerçekleşmiştir. Bunun sebebinin, bu üniversitelerdeki kadroların daha çok doçent ve yardımcı doçent seviyelerinde yoğunlaşmış olması, diğer bir görüştür. Son yıllarda titizlikle uygulanan “Akademik Yükselmelerde Yayın Şartı”, yükselmek isteyen bilimcilerin harekete geçmesine neden olmuştur. Böyle bir nedenle yayın sayısının artması pek de sağlıklı görünmemektedir.
Son olarak, “Ne yapılmalı?” sorusu sorulabilir. Bu soruya yanıt vermeden önce bir konunun altını tekrar çizmekte fayda vardır.
Savunduğumuz bilim ve teknoloji, para ve silah güçleriyle bugün dünya yönetimini ellerinde tutan bir avuç asalağın uyguladığı ekonomik, sosyal ve siyasal şablonla uyuşmamaktadır. Bu yüzden son soru, ya “Bu sistem içerisinde ne yapılmalı?”, ya da “Bilimin gerçekten insanlığın hizmetine, yalnızca insana ait değerler öne alınarak sunulduğu bir sistemde, bilim nasıl olmalıdır?” şeklinde sorulmalıdır. İkinci durumda zaten her şey kendiliğinden çözülecektir. Yanıtlamakta zorlandığımız, sıkıntı çektiğimiz durum, birinci durumdur. Bu sıkıntı, bilimin değil, bilim insanının, hatta yalnızca bu soruyu kendisine sorma sorumluluğunu hisseden duyarlı bilim insanının sıkıntısıdır.
Doğal olarak ilk yapılacak iş, bu sıkıntının dile getirilmesi, yazılıp çizilmesidir. Bu görüş etrafında ciddi bir birikim oluşması, gidişatın önlenemez sonucu olacaktır. Bu birikimden, ülke çıkarları doğrultusunda, ortak projeler üretilmesi, bu projelerin desteklenmesi için yöneticilerin sıkıştırılması ve hele bir kaç başarılı sonucun ardından birikimin çığ etkisiyle büyümesi, beyinlerimizi sömürenler için sonun başlangıcı olacaktır.