TARİHSEL BİR DÖNEMEÇTE OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

Almanak 2002Dünyaya 1990’ların sonunda uğramış bir uzaylı sosyal bilimci, şu günlerde geri gelse manzaranın bu kadar kısa sürede ne kadar değişmiş olmasına çok şaşırırdı, tabi eğer bu gezgin (uzayda gezdiğine göre ışık hızıyla seyahat edebildiğini varsayabiliriz) dünyayı daha önce örneğin 1930’larda da ziyaret etmemiş ise…  Gezginimiz iki dönem arasındaki farklılıklara bakarak, tarih bilgisini de kullanarak, dünyanın yine önemli dönüm noktalarından birinden geçmekte olduğunu kolaylıkla düşünebilir.

Örneğin dünya ekonomisinde yeni bir sürekli ve istikrarlı “Yeni Ekonomi” döneminin başladığına[1], Dow Jones Sanayi indeksinin 36,000’e doğru ilerlediğine ilişkin iyimserlik[2]çoktan buhar oldu. “Enflasyondan kurtulduk” sevinci yerini küresel deflasyon hatta resesyonla birleşerek depresyon yaratma olasılığı tartışmalarına [3]bıraktı. Dün dünya ekonomisinin motoru durumunda olan ülkenin bu gün dünya ekonomisinin boynundaki bir değirmen taşına dönüştüğü ileri sürülüyor[4].

Bu yeni tarihsel dönem, “küreselleşme” kavramı ile de tanımlanıyordu. Gerçi bu kavramın içinden geçilen bir süreci mi yoksa sonunda varılacak, hatta artık ulaşılmış bir aşamayı mı anlattığı gerçekten yeni bir dönem olduğu kuşkuluydu ama, yine de dünyayı ekonomik ve hatta siyasi olarak[5] bir serbest piyasa sistemi üzerinde örgütleyecek iyi bir şey olduğunda hemen herkes hemfikirdi. Bu küreselleşme serbest rekabeti ve demokrasiyi güçlendiren, bu arada baskıcı/zorba ulus devletlerin gücünü kırarak askeri siyasi rekabet ortamını hatta gerginliği azaltan, barışa açılan bir süreçti. 1648 de Westphalia anlaşmasıyla başlayan ulus devletler düzeni, güçler dengesi politikası vb. artık geride kalıyordu. Uluslarüstü kuruluşlar örneğin BM ve sivil toplum örgütleri bundan sonra küresel yönetişimin en önemli kurumları haline gelecekti[6].

 

Sanıyorum, tarihçi Fernand Braudel’in Les temps de monde[7] çalışmasında yaptığı bir gözlem, bu ani değişikliği anlamlandırmak için iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir. Braudel’in yaptığı tarihsel gözlemlere göre dünya ticaretinde ve üretimindeki her büyük genişleme dönemi her zaman, normal karlı üretim kanalları içinde değerlendirilemeyecek kadar büyük, giderek mali işlemlere yönelen bir birikim fazlasına neden olmuş. Bu durum gerçekleştiğinde bu genişlemenin düzenleyici merkezleri, örneğin 16 yüzyılda Ceneviz, 18 yüzyılda, Hollanda, 19/20 yüzyılda İngiltere, daha ileri düzeyde bir mali uzmanlaşmaya yönelerek, en azından bir süre için, dünya çapında birikim süreci üzerindeki egemen konumlarını güçlendirebilmişler. Ancak Braudel bir gözlemde daha bulunuyor: Finansal alanda uzmanlaşmış sermayenin bu kendini tekrarlayan genişlemesi ve hakimiyeti, bu genişlemeden en çok faydalanacak konumda olan merkezleri güçlendiriyor ise de, bu güçlenme dönemi bu merkezlerin “son baharı” oluyor. Bundan sonra liderlikleri başka lider adayları tarafından sorgulanmaya başlanıyor [8]. Braudel’in bu gözlemlerinin ışığında bakarsak, yine böyle bir ticari sınai genişlemenin arkasından bir mali genişlemeye, “bir sonbahar” mevsimine geldiğimizi düşündürecek çok veri olduğunu söylemek mümkün. 1950-1970 döneminde dünya ekonomisinde hızlı bir ticari ve sınai genişleme yaşandı. Sonra 1970’lerde bu genişlemenin gelişmiş ülkelerde yavaşlarken gelişmekte olan ülkelerde hızlandığını gördük. Bu ikinci genişleme 1982 borç kriziyle sonuçlandı. 1980’lerde küresel çapta, neo-liberalizmin etkisiyle bir yeniden yapılanma dönemine girildi. 1980’lerin sonunda bu yeniden yapılanmanın beraberinde getirdiği mali genişleme büyük hız kazandı ve literatüre küreselleşme süreci denen kavramı soktu. Bu dönemde malların ve sermayenin dolaşımının yaygınlaşmasının, hızlanmasının boyutları, o yıllarda ayrıntılı bir biçimde belgelendi. Ben yeniden bu veriler üzerinde durmayacak dikkatimi 1990 ve sonrası üzerinde yoğunlaşacağım.

La Belle epoque”

1990’lar dünya ekonomisinde [9] ama özellikle de ABD ekonomisinde çok parlak bir dönem oldu. Dünya ekonomisindeki büyümenin %40-60’ı ise Morgan Stanley Dean Witter ekonomistlerinin[10] hesaplarına göre ABD ekonomisinden kaynaklandı. Bu, artık ABD merkezli, ABD’deki dalgalanmaları büyük bir hassasiyetle yansıtan bir dünya ekonomisinin şekillendiğini gösteriyordu. Bu dönemde, dünya ekonomisinin ortalama büyüme hızı, Asya kriziyle çakışan 1998 hariç hep yıllık %3.5’in üstünde seyretti. 2000 yılında ise %4.7’ye ulaştı[11]. Dünya Ticaret Örgütü verilerine göre[12] Dünya toplam mal üretimi indeksi 1990’da 100’den 2000’de 127’e çıkarken, toplam ihracat hacmi, aynı donemde 100’den 183’e yükseldi. 1990’lar uluslararası sermaye hareketleri açısından da altın bir dönem oldu. Doğrudan sermaye yatırımları (inflows) 1990-1995 arasında yılda ortalama %20, 1996-2000 arasında yılda ortalama %40, 1999 yılında ise %56, sınır ötesi şirket birleşmeleri de sırasıyla %23, %49.8 ve %44 arttı[13] 

Borsalardaki tırmanma bu mali genişlemenin ulaştığı baş döndürücü hızı belgeliyordu. Dünya piyasalarında dolaşan borç enstrümanlarının hacmi 1993’ de yaklaşık 1.9 trilyon dolardan 2000 yılında 6 trilyon dolara yükseldi. “Türev” denen yatırım/kredi enstrümanlarının toplam hacmi ise, 1990/91 de toplam  yaklaşık 6 trilyon dolardan 2000 yılında yaklaşık 100 trilyon dolara ulaştı[14].“Yükselen piyasalar” kavramı literatüre girerken, küreselleşme sürecinin (örgütleyici[15]) merkez ülkesi ABD borsalarında muazzam bir tırmanış yaşandı. Dow Jones Industrial indeksi, 1991 Nisan ayında 3000 düzeyindeydi. 1995 kasımında 4000 çizgisini geçti.  FED başkanı Alan Greenspan borsadaki “akıldışı aşırılık”lardan yakındıktan yaklaşık bir ay sonra, Ocak 1997’de Dow Jones 7000’geçti ve ondan sonra iki yılda %70 gibi bir hızla yükselerek Mayıs 1999’da 11,000’i geçti. “Yeni Ekonomi” nin ve “teknolojik devrimin” göstergesi, hatta kanıtı Nasdaq indeksi 1990’basında 500 düzeyindeydi,  1996’da 1000’i geçti 1999’da 5000’e vurdu.

Bu gelişmeler, özellikle Doğu Bloku’nun çökmesini izleyen 10 yıl içinde yaşanıyor olmasının da etkisiyle, ABD ekonomik modelinin üstünlüğünü, küreselleşme süreci ve dünya ekonomisinin geleceği üzerine büyük bir iyimserlik dalgası yarattı. 1990’ların ortasında başlayan “İnternet devrimini” de vurgulayarak, kimileri “yeni bir ekonomik dönemin” başladığını muştuladılar. Ancak ne zaman birileri, yaşadıkları dönemle ilgili aşırı iyimser saptamalar yapmaya başlasalar, tarih hemen aksi yönde hem de acımasızca müdahale eder[16].

“Birden, yine batıyoruz duygusu…”

Aslında biraz dikkatle bakınca 1990’ların hiç de ileri sürüldüğü gibi bir “gül bahçesi” olmadığı, 1993 Sterlin krizi, 1994/95 Türkiye ve Meksika krizleri, 1997-98 Asya, Rusya ve Brezilya krizlerinin hızla çöken bir son baharın ilk rüzgarları olduğu söylenebilir. Söylendi de ama dev global medya imparatorlukları başka bir hava çalıyor hemen tüm aykırı sesler, çıkardığı gürültü içinde kaybolup gidiyordu. 

Bu başarı ve zafer havasının korunmasının, o sırada ABD yararına kurulmuş bir saadet zincirinin korunmaya devam etmesi için büyük önemi vardı. ABD yatırım kurumları daha 1990’ların ortasında dünya fon piyasalarında rakipsiz bir üstünlük kurmuşlardı[17]. ABD borsası hızla yükseliyordu. 1990’lardaki mali krizler ABD’nin sığınak ekonomi olarak önemini arttırıyor, sermaye her ABD’ye sığındığında borsanın ateşini körüklüyordu. Diğer bir değişle ABD dünyanın geri kalanının tasarruflarını ekonomisine çekiyor, bununla borsayı, borsadan kaynaklanan zenginlik etkisi yatırımları ve tüketici talebini finanse ediyordu. Bu tüketici talebi ithalatı körüklüyor, ithalat da dünya ekonomisini özellikle Asya krizinden sonra peşinde sürüklüyor, bir resesyona düşmesini, krize düşen ülkelere IMF aracılığıyla kurtarma paketleri ayarlıyor, krizlerin bulaşıcılığını engelliyordu. Bu süreç sonsuza kadar sürebilir miydi? Bu saadet zinciri koptuğunda ne olacaktı, özellikle ABD modelini, liderliğini benimsemiş ülkeler açısından?

2001 yılında bu manzara aniden ve büyük bir şiddetle değişti. “Aniden, yine, bir ‘batıyoruz’ duygusu var. Üstelik etkisini tümüyle küresel çapta gösteriyor. Asya’dan Avrupa’ya, Amerika’ya ve Latin Amerika’ya kadar dünya ekonomisi, yükselme momenti  görüntüsünü kaybetti. ‘Yıl sonuna doğru toparlanma’ tezi dağılmış görünüyor. Motorsuz dünya ekonomisi gerçek bir büyüme kaynağından yoksun” diyerek, bir yazısına başlıyordu Morgan Stanley Dean Witters’in baş global ekonomisti, Stephen Roach, tarih 4 Ekim 2002’ydi[18]. Diğer bir değişle yukarıdaki “gül bahçesi” görüntüsünün kırılmasından  yaklaşık iki yıl sonra.

2000 çok kritik bir yıl oldu. O yıl dünya ticareti bir önceki yıla göre, 1977’den beri görülmemiş bir hızla %12.4 büyüdü ve arkasından büyük bir şiddetle frene bastı 2001 yılı boyunca büyüme hızından 6 puan fazla kaybederek %5’in altına indi[19]. Dünya ticaret örgütünün daha muhafazakar verilerine göreyse durum çok daha vahimdi. 1999’da 162 olan dünya toplam ihracat indeksi, 2000 yılında 183’e çıktıktan sonra 2001 yılında 175’e indi diğer bir değişle %4.5 geriledi. Çünkü dünya ekonomisinin merkezleri özellikle toplam büyümenin %40’ını sağlayan ABD ekonomisi Mart ayında resesyona girmişti. 1999’ün ikici yarısında %7 gibi anormal bir düzeye çıkan bir büyüme hızı, ABD ekonomisinde 2000 yılında toplam %3.8 olduktan sonra 2001’de %0.3’e düştü. Euro bölgesinde büyüme hızı aynı dönemde %3.5’den %1.6’ya, Japonya’daysa %2.4’den % -0.3’e geriledi. Sonuç olarak Dünya ekonomisi büyüme hızı 2000 yılında %4.7 gibi güçlü bir düzeyde, 2001’de dünya ekonomisi için resesyon sınırı olan %2.5’nin altına indi[20]. Üretim ve ticaret böyle daralırken, UNCTAD’a göre doğrudan yabancı sermaye yatırımları da 2001’de %50.7 sınır ötesi şirket birleşmeleri de % 47 oranında gerildi[21]. Gelişmekte olan ülkelere Portföy yatırımları, mali genişlemenin bir diğer ayağı, 1998’de Asya krizinin etkisiyle neredeyse sıfır olduktan sonra 1999’da 34 milyar dolara yükselmiş, 2000’de net –4.3 milyar olduktan sonra 2001’de net -42.6 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, diğer bir değişle sermaye çevre ülkeleri terk ediyordu.[22] İki gelişme bu resmi tamamlıyor. Birincisi başta ABD olmak üzere dünya borsalarındaki gerilemeler, çöküş düzeyin ulaştı, 2002 Ekim ayına gelindiğinde Dow Jones 7500’de tutunmaya, Nasdaq 1100’ üzerinde kalmaya çalışıyordu. 1999 sonunda 20,000’e vurmak üzere olan Japon Nikkei ise 8500’de tutunmaya çalışıyordu. İkincisi enerji şirketi Enron’un çökmesiyle birlikte Pandoranın kutusu açıldı ve ABD şirket dünyasında, “olağan dışı” muhasebe sistemleriyle yatırımcıların en azından iki yıldır yanıltıldığı ve içi boş şirketlere yatırım yapmalarına, dolayısıyla ABD borsasına yabancı sermaye çekmeye ortam hazırlandığı ortaya çıktı.

 ABD’nin geçtiğimiz yıllarda önce kendi ekonomisini sonra da dünya ekonomisini ayakta tutmasına olanak sağlayan günlük yaklaşık 1 milyar dolar sermaye girişi, toplam 2.5 trilyon dolara ulaşan dış borcu, 400 milyar dolar dış ticaret açığını ise böyle sağlam olmayan bir zemin üzerinde geçekleşmişti. Ama ABD’de 1990’lar boyunca teknolojik ve askeri olarak kendini yenileme sürecini finanse edebilmişti.

Kısacası başlangıçta değindiğimiz Braudel’in gözlemine dönersek, bu kez de mali genişleme sürecinden yine dünya ekonomisinin merkezindeki ülke faydalanmış ve bir atak yapma şansı elde etmişti. Ama simdi bu sürecin sonuna geldiğimizi gösteren bir çok veri var bir kısmını yukarıda aktardım, şimdi daha çok yapısal nitelikte olanlara değineceğim.

 Köpükler… köpükler…

Bu gün görüntü 1990’lardan çok farklı. Küreselleşme, “yeni ekonomi” kavramlarının yerini esas olarak iki kavram almış görünüyor “köpük sonrası ekonomi” ve deflasyon tehlikesi. Kısacası, söylenmek istenen şu, 1990’ların mali genişlemesi sırasında gerçek ekonomiden koparak kendi kendini besleyen bir kredi sistemi (en geniş anlamıyla) reel ekonomiden uzaklaştıkça  sürdürülemez büyüklüler yarattı. Sonra da bunlar tek tek patlamaya başladılar. Önce, 1997’de yükselmekte olan piyasalara yönelen kısa dönemli sermayenin yarattığı köpük patladı: Asya krizi. Sonra teknoloji sektöründe özellikle 1996-99 arasında Internet alanında oluşan spekülatif borsa köpüğü patladı. Bunu Dow Jones Sanayi endeksi ve dünya piyasalarındaki diğer borsalar izledi. Şimdi birbirine bağlı iki köpük daha var, yavaş yavas bunlarda sönmeye başlıyor. Biri önce borsadaki sonra, gayri menkul fiyatlarındaki artışa dayanarak büyüyen özel tüketim harcamaları ve hane halkı borcu köpüğü[23]. Diğeri de şimdi bu süreci tek başına taşıyan gayri menkul piyasaları köpüğü.

Öyleyse, tarihsel deneyimlerimizden ve teorik bilgimizden hareketle, dünya ekonomisinde genişleme sırasında oluşan fazlalar, fazla kapasite, aşırı borçlanma, çeşitli varlıklarda aşırı değerlenme yok edilene, “ yapıcı yıkım” tamamlanana kadar, sağlıklı bir ekonomik büyüme ortamına geçmenin, hele hele 1990’lara geri döneminin olanaklı olmadığını söyleyebiliriz. Fazla kapasite ve talep eksikliği sorunuysa, ister istemez bu yavaş büyümenin, deflasyonist basınç fazlaların alınmasını geciktireceğinden, daha uzun süre etkin olacağını düşündürüyor. Özetle dünya ekonomisi yeni bir dönemin başında demek mümkün.

Sonuç yerine

Şimdi yerim izin verdiği ölçüde bu yeni dönemin kimi koordinatlarını saptamaya çalışacağım. En genel düzeyde karşımızda 1990’larda şekillenmiş, 1997’den sonra konsolide olmuş bir ABD merkezli dünya ekonomisi var. Şimdi bu dünya ekonomisi ABD’deki yavaşlamayı ve mali sarsıntıları hızla genelleştiriyor. Burada bir fasit daire var. ABD dünya ekonomisini kendine bağımlı kılarken kendisi de dış mali kaynaklara bağımlı hale geldi. Bu gün 2.5 trilyon dolar dış borç dış ticaret ve bütçe açıkları, ABD’ye her gün ortalama bir milyar dolar ek yabancı sermaye girmesini gerektiriyor. ABD ekonomisinin tehlikeli ve yatırım riski yüksek bir trende yerleşmesi örneğin dolara güvenin zayıflaması, borsada çöküşün derinleşmesi, sert bir resesyon vb yada siyasi anlaşmazlıklar ABD’nin dış politikasını ekileme isteği bu sermayenin çıkmasına[24] ve ABD’nin küresel konumunun ekonomik, siyasi giderek askeri olarak sarsılmasına neden olabilir[25]. Bunun ilk andaki fiyatı dünya ekonomisinde sert bir resesyon, ikinci adımda da “decoupling” diğer bir değişle ABD ekonomisinden koparak bölgesel büyüme merkezlerine bağlamaya başlamak. Burada yeni ekonomik güçlerin oluşmasının kısacası bir “son bahar” senaryosu yatıyor.

Bir alt düzeyde dünya ekonomisinde Çin ve Avrupa birliğinin ağırlığı artıyor; ABD ekonomisinin mali sıkıntılarının artmasına paralel daha da artacak ve bu süreç büyük bir olasılıkla ABD’nin mali sıkıntılarını daha da arttıracak. Çin üç noktadan dünya ekonomisi üzerinde büyük basınç yapmaya başladı. Birincisi, iç piyasasını derinleştirdikçe, gıda ve enerji maddeleri ithal gereksinimi artıyor. Bu hem enerji ve tahıl fiyatları üzerinde baskı yaratıyor hem de bir alıcı olarak Çin’e yeni etki alanları açma olanağı getiriyor[26]. İkincisi Çin’in, Çok Uluslu Şirketleri doğrudan Çin’e mal satmak yerine Çin’de yatırım yapmaya zorlayan sanayileşme stratejisi sonuç vermeye ve Çin ihracatı teknoloji içeriği düşük mallardan yüksek mallara kaydırırken Çin kaynaklı ihracat dünya piyasalarında ciddi bir basınç yaratmaya, bir taraftan dünya ekonomisindeki deflasyonist basıncı arttırırken diğer tarafta, ABD ve Avrupa piyasalarında ve bölgesinde, potansiyel bir gerginlik kaynağı oluşturmaya başladı. Bu süreç Çin’i dünyada dördüncü büyük sanayi üreticisi durumuna yükseltirken aynı zamanda dünyanın, çoğu zaman da ABD kaynaklı büyük ÇUŞ’lerinin Çin ekonomisine ve siyasi  dinamiklerine bağımlılığını da artırıyor[27] Tüm bunlar, Çin’in dünya ekonomisi içinde yeni bir büyüme merkezi olarak yükseldiğini gösteriyor.

ABD’ye eşit büyüklükte bir ekonomiye sahip olan Euro bölgesi giderek daha da bütünleşiyor ve genişliyor. Avrupa bir taraftan iç pazarı bütünleştirirken diğer taraftan California Üniversitesinden Prof Bardford DeLong’un işaret ettiği gibi bir teknolojik atılım dolayısıyla üretkenlik patlamasının eşiğinde duruyor hem de ABD türü bir köpüğe olanak vermeyen bir sermaye piyasası ve işletme yapısı geleneğiyle[28]. Aynı anda Avrupa’nın uluslararası alanda ABD’yle arasına mesafe koymaya ve çoğu zaman ABD ile çelişen biçimde konuşlanmaya başladığını da gözlemlemek mümkün.

Nihayet yazıyı bitirirken son olarak hem dünya ekonomisinde yeni bir dönemin başında olduğumuzu hem de ABD’nin liderliğinin zayıflamaya devam edeceğini gösteren bir gelişmeye daha kısaca değinmek gerekiyor. ABD merkezli dünya ekonomisinde, çevre ülkelerinin ekonomilerinin gelişmiş ülkelerin kullanımına açılması işlevini ABD, IMF ve Dünya Bankasının yapısal uyum ve reform programlarıyla, diğer bir değişle “Washington consensus” içinde gerçekleştiriliyordu. Bu model Asya krizden sonra hızla sorgulanmaya başlandı. Arjantin krizinden sonrada güvenilirliğini salt siyasi ekonomik anlamda değil akademik düzeyde de kaybetmeye başladı[29].

Tüm bunlar olurken, ABD’de sönen köpükler, ve bunların getirdiği borç yükü, bu ülkeyle 1990’ların başındaki Japonya arasındaki benzerlikleri, FED raporlarına konu olacak bir biçimde gündeme getiriyor[30] Bu koşullarda ekonomik olarak zayıflayan,  ekonomik modeli sorgulanmaya başlanan bir  hegemonyacı güç için elindeki en büyük avantajı, askeri üstünlüğünü kullanarak dünya ekonomisinin kan damarı olan petrolün akışını tümüyle denetim altına almaya girişmesi anlaşılır bir strateji olarak karşımıza çıkıyor. Sorun şu ki bunun gerçekleştirilmesine olanak verecek koşullar hızla ortadan kalkıyor. Bu da yeni dönemin bir başka özelliği.

[1] Bu konuda popüler bir çalışma: Thomas Friedman, The Lexus and the Olive Three, Harper Collins, Publisher,  London, 1999

[2] İyimserliğin ulaşmış olduğu düzeyi görmek için: James K. Glassman and Kevin A. Hassett, Dow 36,000: The New Strategy for Profiting from the Coming Rise in the Stock Market, Times Books, New York, 1999 ve bir uyarı:  İbrahim Warde, “Dow Jones, plus dure sera la chute”, Le Monde Diplomatique, Ekim 1999.

[3] Örneğin: Paul Krugman, The Return of Depression Economics, Allan Lane, The Penguin Press, New York, 1999. The Economist, Doldrums, The World economy and how to rescue it, 28 Eylül/4 Ekim 2002

[4] Morgan Stanley Dean Witter’in Baş Global Ekonomisti Stephen Roach, 1999’da ilk resesyon tartışmaları başladığından bu yana, dünya ekonomisinin ABD’ye bağımlı hale elmiş olasının olumsuz etkilerine dikkat çekiyor, bir kopuş (decoupling) gerçekleşmeden sağlıklı büyüme ortamına geçilemeyeceğini vurguluyor (Bkz: Günlük, yorumlar, Global Economic Forumhttp://www.ms.com/GEFdata/digests/digests.html

[5] Örneğin: Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Harward, 2000

[6] Biraz kabalaştırarak aktardığım (çünkü basında aynen bu kabalıkta popülerleştirildi) bu çizginin teorik arka planı için: Anthony Giddens, Runaway World, Profile Books, London 1999, Ulrich Beck, What Is Globalization, Polity Press, 2000. İlk basımı Almanca, 1994. Scholte, J. A. “Globalisation: Prospects for a Paradigme Shift, M. Shaw (der)  Politics and Globalization, Londra, 1999

[7] Braudel, Fernand, Les Temps du Monde: Civilization Materielle, Economie et Capitalisme XV-XVIII, Cilt 3. Armand Collin, Paris, 1979

[8] Ben burada Giovanni Arrighi’nin özetini kullandım: Arrighi, G. “Global Market”, Journal of World System research Cilt V, sayı 2, 1999, sf 224-25. (www.csf.colorado.edu/jwsr )

[9] Örneğin: Joseph Stiglitz, “The Roaring Nineties”, The Atlantic Monthly, Ekim 2002.

[10] Global Economic Forum, çeşitli yazılar. Özellikle Stephen Roach’ın analizleri...

[11] IMF, World Economic Outlook, 2002, sf 173

[12] Dünya Ticaret Örgütü WEB sitesi: http://www.wto.org/english/res_e/statis_e/its2002_e/its02_appendix_e.htm

[13] UNCTAD, World Investment Report 2002, sf.1

[14] IMF, Capital Markets Report 2001, çeşitli tablolardan derlendi.

[15] Bakınız “Washington Consensus” tartışmaları örneğin Jagdish Bhagwati, “The Capital Myth”, Foreign Affaires, cilt 77, s.3 sf:7-14 (Mayıs/Haziran), 1998. Joseph Stiglitz, Globalization and its discontents, Allan Lane Penguin, New York, 2002

[16] Bu görüntünün altında, sorunların giderek büyümeye başladığını  görenler de yok değildi. Örneğin William Grieder,  One World, ready or not- The Manic Logic of Global Capitalism, Simon and Schuster, New York, 1997, ön görü gücü çok yüksek bir çalışmaydı. Ben 1990’ları, Cumhuriyet’teki Pazartesi ve Çarşamba köşelerimde,  bu büyük vaatlerin bir gün boş çıkacağını, gidişatın aslında çok tehlikeli bir krize doğru olduğunu anlatarak geçirdim. Bkz:  Ergin Yıldızoğlu, Küreselleşme ve Kriz, Alan Yayınları, 1996 ve Kötü Sonsuzda Gezintiler, Cumhuriyet Kitapları, 2000. Bu dönemin tarihsel uzun erimli bir bakışla çözümlenmesi için çok ilginç iki çalışma: John Gray, False Down, The Delusions of Global Capitalism, Granta, Londra, 1998 ve Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century, Verson, 1994, 1999, Londra

[17] ABD kaynaklı sekiz yatırım bankasının küresel mali piyasalardaki payi 1996’da %80’a ulaşmıştı. The Economist, “Fools Gold”, 11 Aralık 1997

[18] Global Economic Forum 04/10/02

[19] Morgan Stanley Dean Witter Ekonomistlerinin tahminleri.

[20] World Economic Outlook age. s.167

[21] World Invsetment Report 2002, s.1

[22] World Economic Outlook., s 12

[23] Bu köpük sonrası ekonomi literatürün ilk örneklerinden biri: Stephen Roach, “Post Bubble World” Global Economic Forum,19/03/01 ve son örneklerinden bir diğeri:, “Of dept, deflation and denial”. The Economist, 12-18 Ekim/02 s. 95

[24] Bu yönde gelişmeler de yok değil: Net portföy yatırımları bu yılın ilk beş ayında bir önceki yıla göre %28 geriledi. Euro bölgesi geçen yılın 35 milyarlık net alımına karşılık, bu yıl net 68 milyar dolarlık ABD kağıdı satmış. Japonya’dan gelen net giriş 13 milyar dolardan 9 milyar dolara düşmüş. Asya’dan gelen sermaye girişi de aylık ortalama 9 milyardan 1.5 milyar dolara gerilemiş (Global Economic Forum 01/08).

[25] Marshal Auerbeck, “Bush Doctrine: Another step toward imperial overstreach” (Prudentbear, 1 Ekim 2001, http://www.prudentbear.com/ ) makalesinde ABD’nin askeri operasyonlarını finanse edemiyecek duruma daha şimdiden geldiğini,  Askeri harcamalar yüzünden 2001 bütçesinin 127 milyar dolar fazla değil aslında 512 milyar dolar açık verdiğini gösteriyor, olası bir Irak savaşının finansmanının ekonomide büyük bir yük oluşturacağına işaret ediyor

[26] ABD harp akademileri dergisinde (US Army War College Quarterly ) yayımlanan ilginç bir yorum: Kane, Thomas M., and Lawrence W. Serewicz. “China's Hunger: The Consequences of a Rising Demand for Food and Energy.”, Parameters, Autumn 2001. pp. 63-75.( http://carlisle-www.army.mil/usawc/Parameters/01autumn/Kane.htm )

[27] Karby Leggett ve Pter Wonacott, “Burying the Competition”, Far Eastern Economic Review, 17 Ekim, 2002.( http://www.feer.com/)

[28] Tony Emerson “The Real super power”, The Observer, 15 Eylül

[29] Jospeh Stiglitz bir yana,  Harvard’dan Dani Rodrik’in, bu modelin vaatlerini yerine getiremediğine, aksine kriz yarattığına zaten hiç bir aşamada test edilmediğine ilişkin eleştirileri gittikçe gelişen bir havayı yansıtıyor. Örneğin Dani Rodrik, “After Neo-liberalizm, What?”, Haziran 2002, Harward Universitesi. Diğer makaleleri, http://www.ksg.harvard.edu/rodrik/papers.html adresinden bulunabilir.

[30] Alan Ahearne, Joseph Gagnon, Jane Haltmaier, Linda Kole, Jennifer Roush, John Rogers, Nathan Sheets ve Jonathan Wright, Preventing Deflation: Lessons from Japan’s Experience in 1990s. Borad of the Fedaral Reserve System, International Financial Discussion Papers No: 729, Haziran 2002

Ek bilgiler

  • Yazar: Ergin Yıldızoğlu
  • Yıl: 2002
Bu kategorideki diğerleri: « ASGARİ ÜCRET BANKACILIK »
Ara...