2002 SONUNDA DURUM DEĞERLENDİRMESİ

Almanak 2002TKP Merkez Komitesi 22 Aralık toplantısında son aylardaki gelişmelere ilişkin Siyasi Büro değerlendirmesini tartışarak, hazırlanan rapora nihai şeklini verdi. Toplantıda Irak'a dönük olası bir ABD operasyonuna karşı partinin alacağı tavır da bir kez daha gözden geçirildi ve parti örgütlerine aktarıldı. MK'nın AKP hükümeti, Kıbrıs ve AB sürecine ilişkin  raporunu  Komünist okurlarına sunuyoruz.

1. AKP burjuvazinin kalıcı bir seçeneği değil, "kirli işler" hükümetidir.

AKP hükümetinin ve bu partinin çoğunluk oluşturduğu meclisin, 1950 DP ve 1983 ANAP dönemlerine benzer bir köklü değişim rüzgarını temsil ettiği yaklaşımı, kuşkusuz son derece abartılı bir bakışı yansıtıyor. AKP'nin ne ideolojik karakteri, ne kitleler nezdinde sahip olduğu otorite ve prestij, ne de kadro kaynakları böylesi bir yöne işaret ediyor.

AKP'nin yükselişi de seçmen kitlelerin belirli bir ideoloji ve program etrafında harekete geçmelerinin ürünü olmamıştır. Düzenin diğer partileri, geride kalan dönemlerin vebaliyle özdeşleşmiş durumdayken AKP yoksullara acil bir kurtuluş kapısı gibi görünmüştür. Açıktır ki, hükümetin bu yöndeki kitle beklentilerini tatmin etmesi mümkün olmayacaktır. Kapıda bekleyen ekonomik kriz ve emekçiler üzerinde artması kaçınılmaz basınç, 3 Kasım'da bu partinin buluştuğu desteğin geçici olacağını teyit etmektedir.

Türkiye burjuvazisi açısından AKP, yukarıda hatırlatılan iki örnekte olduğu gibi ideolojik, kültürel ve stratejik boyutları güçlü bir atağa denk düşmemektedir. Burjuvazinin AKP'ye sunduğu açık çekler belirli misyonlarla sınırlı olacaktır ve her şeyden önemlisi bu misyonların altına girecek başka bir aday bulunmamaktadır. Öte yandan aşağıda değineceğimiz nedenlerle AKP hükümetinin siyasal kriz dinamiklerini yeniden ve güçlü biçimde ateşlemesi de muhtemeldir. Zira Türkiye'de sermaye sınıfı ve egemen güçlerin, emperyalizmle ilişkiler ve dünya kapitalizmiyle bütünleşme perspektifinde temel yönelim ortaklığının yanısıra, yer yer bu ortaklığı bile tehdit edecek ciddi gerilimleri vardır. Önümüzdeki dönem bu gerilimlerin özellikle sermaye ile bürokrasi arasında "yarılma" halini alması beklenebilir.

Ancak bu rezervler kesinlikle AKP döneminin önemsiz veya kısa süreli olacağı yolunda yorumlanmamalıdır. Türkiye kapitalizmi kaçınılmaz kriz günlerini ileri itelemek için özel bir gayret göstereceği gibi, AKP'nin burjuvazinin tamamı adına üstlendiği misyonlar tarihsel önemdedir ve hayata geçirilmeleri anlamlı bir süreyi gerektirir. Kuşkusuz seçmen kitlelerin bu partiden yüz çevirmeleri de belli bir zaman alacaktır. Öte yandan Türkiye'yi bekleyen çok zorlu ve yakıcı gündem maddelerinin, bu dönemde özellikle iktidar partisini yıpratması beklenmelidir. Muhtemelen burjuva siyasetinde yeni adaylar, zamanlama açısından AKP'nin belli bir derecede "yanmasını" da gözeteceklerdir. Hükümetin ömrünü bütün bu faktörler bileşkesi belirleyecektir.

Geride kalan bir aylık hükümet dönemi bile, kriz potansiyellerinin özellikle "ulusal çıkarlar" bölmesinde birikeceği yolundaki ilk saptamamızı doğrulamaya yetti. AKP, kuşkusuz bu eksende "dışarıyı", emperyalizmin tarafını temsil etmektedir. Seçim sonrası yaşanan gelişmeler AKP'yi emperyalizme daha da yakınlaştırmıştır.

AKP hükümetinin dinci gericilik açısından temsil ettiği gerginlik kaynağının kendi başına büyük patlamalar yaratması düşük bir ihtimaldir. Düzenin bütünü ve selameti için görev üstlenen AKP, düzen içine dönük bölücü bir rolden kaçınacaktır. Ancak bu hassas çizgiyi korumak AKP'nin kadro kaynakları açısından ne mümkündür, ne de bu partinin böyle bir yeteneği vardır. Sonuç olarak, bu başlığın, Kemalist kanatça sürekli diri tutulacağı, ama esas olarak "ulusal çıkarlar" başlıklı krizlerin çarpanı olarak devreye gireceğini söyleyebiliriz.

2. Avrupa Birliği'ne giriş yeni gerilim hatlarıyla buluşmuştur.

Türkiye kapitalizmi için AB üyeliği "stratejik karar" niteliğini koruyor. Ancak Kopenhag zirvesi AB sürecine yeni gerilim hatlarının döşenmesine, eskiden beri varolanların iyiden iyiye su yüzüne çıkmalarına tanıklık etmiştir.

Gerilimlerin Türkiye dışından da kaynakları bulunuyor:

ABD'nin uluslararası siyasette artan ağırlığının, kimi çelişki yoğunlaşmalarına kaynaklık edeceğini daha önceki Konferanslarımızda öngörmüştük. Emperyalist sistemin temel dönemsel karakteristiklerini değiştirmeksizin, AB ve özel olarak Almanya ile Fransa'nın, ABD hegemonyasına fren koymak arayışında oldukları anlaşılmaktadır. Türkiye, emperyalistler arası bu çelişki ve mücadelenin önemli alanlarından biridir.

ABD'nin adımları karşısında, AB kendisini mevcut iç bütünlük ve siyasal inisiyatif zaaflarını gidermekle yükümlü hissetmektedir. Tek başına bu boyut bile Türkiye'nin "burnunun daha fazla sürtülmesini" gerektirir.

Türkiye kendi dışına yönelik inisiyatif alanının daralmasına karşılık, iç kriz dinamiklerini çözme yönünde göreli bir mesafe kaydetmiş, Kürt sorununu patlama noktasından uzaklaştırmış, dinci gericiliği başkalaşmaya zorlamış, meclisle sınırlı da olsa bir istikrar halkası yakalamıştır. Tamamlanmış olmaktan uzak olan bu başlıklarda, bugün gelinen noktada Türkiye egemen güçlerinin emperyalizmden sonucu hızlandırıcı düzeyde destek görmesi beklenmemelidir.

3. Türkiye'nin AB süreci başarılı-başarısız kavramlarıyla değil, kriz potansiyelleri açısından ele alınmalıdır.

Türkiye'ye çizilen ve süresi üç yıla yaklaşan "takvim"in daha kısa olamayacağı konusunda Avrupacı kanat mutabakat halinde görünüyor. Egemen güçlerin başka kanatlarının "haksızlığa uğradık" vurgusuyla, bu mutabakat arasında bir doğruluk testi yapmak, solun işi değildir. Bizim açımızdan önem taşıyan boyut, söz konusu sürenin komünist hareket ve emekçi sınıfların değerlendirebileceği ne tür kriz potansiyelleri barındırdığıdır.

Kriz potansiyelleri ise kuşkusuz burada ele aldığımız başlıklardan ibaret değildir. Türkiye işçi sınıfı, geride bıraktığımız on yılda ülke siyasetinde etkisiz kalmıştır; ancak bu durumun sona ermesi için nesnelliğin ve konjonktürün uygun olduğu açıktır. Emekçilerin ekonomik talepleri merkez alan tepkiler üretmesi pek muhtemeldir. Bu faktörün önümüzdeki dönemde başlı başına bir kriz dinamiği haline gelmesi ise bir örgütlenme/önderlik sorununda düğümlenmektedir.

  1. a) Bu noktada ilk olarak, emekçi sınıflar üzerindeki basınç ve gündemdeki yeni düzenlemelerin AB referanslı olarak yapılacağına dikkat edilmelidir. Özellikle 15 Mart'a ertelenmiş olan Çalışma Yasası taslağında (yeni hükümetin gündeme getirdiği kamu çalışanları "personel rejimi" de bu kapsama, ya da en azından bu konjonktüre oturtulacaktır) belirgin olan bu referans, sınıfsal sömürü ve baskının artırılmasını gizleyecek tek örtü anlamına geldiğinden vazgeçilmezdir. Bu süreçte sendikal alanın AB'ciliğinin geriletilmesi ya da sınıf sendikacılığı çizgisine verimli bir kulvar açılması mümkündür.
  2. b) "Emeğin Avrupası" başlığından, 14 Aralık'ta İstanbul'da KESK'in DİSK'le birlikte düzenlediği sempozyum benzeri etkinliklerden başka bir şey çıkmayacaktır. Emekçilerin bugünkü pratik sorunlarının karşısında bu kanal herhangi bir dinamizmi temsil edemez.
  3. c) Ekonomide büyük olasılıkla inişli çıkışlı bir grafik izlenecek ve belli bir süre devam edecek olan balayını etkili kriz şokları izleyecektir. Bu çerçevede Türkiye ekonomisinin ipleri büyük ölçüde dışarıya bağlıdır ve krizlerin uluslararası siyasette emperyalistlerce bir terbiye aracı olarak kullanılması devam edecektir. Bu tür müdahalelerin, AB üyeliğinin yeniden tek kurtuluş olarak pazarlanmasına kan vermesi mümkün olmakla birlikte, bugün genel kamuoyunda "AB'ye herhalde giremeyeceğiz/almayacaklar" görüşünün ciddi bir ağırlığa sahip olduğu da ihmal edilemez. Liberal ideolojinin başlıca simgelerinden biri olarak AB'ciliğin popülarite yitirmesi beklenmelidir.

Kıbrıs ve Kürt sorunları ise bağlantılı konular olmakla birlikte ayrıca ele alınmayı hak etmektedir.

4. Kıbrıs'ta emperyalist çözüm burjuva siyasetinde fatura ödettirecektir.

Kıbrıs konusunda Türkiye ile Kuzey Kıbrıs'taki burjuva milliyetçiliğinin, tekelci sermaye için bir seçenek olmaktan çıktığı tarih 1980'lerin ortaları kadar eskidir. Eğer AB üyeliği bir stratejik tercih anlamına geliyorsa, bu konuda herhangi bir tereddüde yer olmamalıdır. Egemen güçleri de dahil ederek söylersek, siyaset alanının bu yönelime uygun bir yapılanmayı gerçekleştiremediğini görüyoruz. AKP bu açıdan burjuva sınırlar içinde radikal bir zorlamayı temsil etmektedir.

Kıbrıs'ta ABD imzalı mevcut BM planının arkasında oldukça güçlü bir tahkimat söz konusudur. Bu planda esas olarak Kıbrıs halklarının çıkarları arasında değil, ABD ile AB emperyalist odaklarının ağırlıkları arasındaki dengeler gözetilmiştir: Adanın geleneksel kilitlenmeleri çözülerek emperyalizmin denetiminde yapılandırılması, ABD'nin Ortadoğu senaryolarını kuşkusuz zenginleştirecektir. AB'nin genişleme sürecinde birinci sıraya Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yazılmış olmasını, Alman ve Fransız emperyalistlerinin Ortadoğu'da devre dışı kalmama çabası açısından okumak da mümkündür.

Kıbrıs'ta emperyalist barışla eşanlamlı bir bütünleşmenin önümüzdeki ilkbahara kadar sağlanması pekala mümkündür. Böyle bir "çözüm" ancak Türkiye'de ulusal çıkarlar ekseninde bir siyasal krizin erkene çekilmesiyle engellenebilir. Henüz seçimlerin üzerinden altı ay geçmişken bu tür bir gelişme olanaksız sayılmamakla birlikte oldukça güç görünüyor.  Denktaş rejimi ise, "çözüm"ün Kıbrıs Rumlarında da iç siyasal gerginlikleri yükseltmesi yönünde sorunu kaşımaktadır, ancak bu boyutta Denktaş'ın elinin çok güçlü olduğu söylenemez.

Nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyeliği ile aynı anda Adanın bütünlüğünün sağlanamaması, ilk aşamada bir ila bir buçuk yıllık erteleme anlamına gelecektir. Uluslararası Mahkeme veya 2004 Aralık ayı öncesi başka girişimlerle, aynı çözümün esas olarak gecikmiş olarak elde edilmesi tabloyu çok fazla değiştirmeyecektir. Erteleme yalnızca Kuzey Kıbrıs'ta Avrupacı muhalefetin siyasal kudretinin pek düşük olduğunun kanıtlanması anlamına gelir ve Denktaş ekibinin siyasal ömrünü uzatmak ya da orta yolcu yeni aktör arayışlarını hızlandırmak gibi sonuçlar yaratır.

Ertelemenin ötesinde bir yol, Kuzey'in Türkiye tarafından ilhakından geçiyor. Türkiye'nin iç dinamiklerinin ilhakı taşıyabilmesi ise olanaksızdır. Bu alternatif olsa olsa ABD'nin planlarında yer alırsa hayat bulabilecektir. Ama aynı zamanda benzeri bir gelişme Türkiye siyasetinde AKP ile temsil edilen liberal mevsimin erken kapanması demektir.

Bütün bu olasılıklar arasında ağırlık AKP'nin Kıbrıs'ta AB sürecinin parçası bir emperyalist çözümün taşeronluğunu üstlenmesi yönündedir. Kopenhag zirvesi sırasında liberal sözcülerin ulaştıkları çıta yüksekliği, belki AKP'yi cesaretlendirecektir; ama çözümün Türkiye siyasetinde ağır bir faturasının olması kaçınılmazdır. AKP'yi cesaretlendiren liberal kampanyanın, egemen güçlerin özellikle bürokrasi kanadını tahrik edeceği de kesindir.

5. Sol, Kıbrıs'ta AB'ciliğe karşı duran, ama özellikle anti-ABD bir rota izlemelidir.

Sola gelirsek, bugün Adanın tamamına damga vuran AB'ciliğin karşısına köhne milliyetçi yaklaşımlarla benzeşen bir yoldan çıkmak tam bir intihardır. Sol, emperyalist çözüm ile gerici kilitlenme arasında saf belirlemek durumunda değildir. 

Sürecin bir ABD-AB ikilemi çıkartması halinde de yine tercihte bulunmamız söz konusu olmayacaktır.

TKP'nin silahsızlandırılmış, yabancı askerlerden arındırılmış, kontr-gerilla yapılanmaları tasfiye edilmiş, emperyalist üs ve askeri varlıktan temizlenmiş bir ortamın "birleşik bir gelecek"için başlangıç noktasını oluşturduğu vurgusu doğruluğunu korumaktadır.

Öte taraftan Adada ne AKEL'de ne de Kuzeyli muhalefette umut veren fazla bir işaret olmadığı bilinmelidir. Dolayısıyla Kıbrıs'ı kendi iç dinamiklerine teslim eden ve "kendi kaderini tayin hakkını" çağrıştıran bir yaklaşımın herhangi bir ilerletici zemini bulunmuyor. Sol politikanın birden fazla ülkenin sol ve emekçi hareketlerinin ortak sorumluluğu olduğunun altı çizilmelidir.

Sol seçenek, BM çözümünün Ada halklarına AB kadar ABD'li bir gelecek hazırladığının deşifre edilmesiyle yola çıkabilir. Kıbrıs söz konusu olduğunda emperyalizme karşı mücadelenin, elbette AB'ci olmayan ama özellikle anti-Amerikan kimlikli ve vurgulu bir çizgi izlemesi tek çıkar yoldur.

Yukarıda değinilen ilhak gibi senaryoların bu yolu kapatacağı da bilinmelidir. Böyle bir gelişme solu değil AB'ci eğilimleri güçlendirir.

6. AKP'nin Kürt misyonu günceldir.

DEHAP'ı merkez alarak geliştirilmeye çalışılan çatı partisi ya da halk cephesi projelerinin anlamlı bir açılım getireceği düşünülmemelidir. Geleneksel Kürt hareketi sağa kayışını sürdürecek, ancak Türk solunun bilinen kesimlerini de kontrol altında tutmayı gözetecektir. Sol ile Kürt hareketi arasındaki ilişkinin tanımlayıcı teması "devletin demokratik dönüşümü"ne indirgenmiş durumdadır. Bu temanın sınıf mücadelesini erteleyen içeriği son derece belirgindir.

Seçim sonuçlarına bakıldığında Kürt illerindeki HADEP ağırlığının AKP tarafından son derece ciddi bir kuşatma altına alındığı görülmektedir. Bizzat kimi HADEP yöneticileri 3 Kasım'da Kürt illerindeki "kentli" oylarının azaldığını, kırsal kesimin desteğinin sürdüğünü saptamakta ve bu durumu belediyelerdeki performansın zayıflığına bağlamaktadırlar. AKP'nin belediyeler başlığındaki özgün avantajları ihmal edilmemelidir.

Kürt nüfusundaki ulusalcı belirlenimin politik içerikten bağımsız olarak sürüp gitmesi, yani Kürtlerin düzen içi ama bütünlüklü bir pozisyonu korumaları, düzen için başlı başına bir sorundur. AKP'nin Kürt bütünlüğünü dağıtmak gibi bir misyona yönelmesi, egemen güçlerin içinde bulunduğumuz döneme atfettiği özelliklerden biridir. Açıkçası idamın kalkması, dilin kullanımına ilişkin göstermelik adımların atılması ve "AB yolunun Diyarbakır'dan geçmemesi" Kürt hareketini siyasal olarak silahsızlandırmış ve yeni bir burjuva siyasal operasyonu için ortamı uygun hale getirmiştir. AKP'nin bir Kürt açılımı geliştirmesinde düğüm noktası zamanlamaya dairdir. Elbette Kıbrıs faturasının olası yükü, yeni Kürt faturasının vadesini belirlerken AKP'yi etkileyecektir. AKP'nin bu başlıkta yalnızca demokratik açılımlarla yetinmesi ya da Kürt kimliğine daha doğrudan hitap etmeye cesaret etmesi, henüz sonucu belli olmayan bir karar konusudur. Ancak RP döneminin modeli geride kalmıştır. Bir yanda Kürt tabanının yeterince mütevazı hedeflere çekildiği açıktır, öte yanda ise AKP'nin şeriatçı bir yeniden düzenlemenin sacayaklarından biri olarak Kürtlere özel önem atfetmesi söz konusu değildir. Tüm bu açılardan yerel seçimler belirleyici bir tarihtir.

7. Kürt emekçi dinamiği Batı kentlerinde temellenmektedir.

Bugünkü Kürt hareketinin "yüzünü sağa döndüğü" ifadesi artık yetersiz hale gelmiştir. Bir emekçi dinamiği ve sol devreye girmediği sürece, sağa dönüklük sonsuz bir sürece dönüşmektedir. Söylenmesi gereken, artık mevcut hareketin Kürtlerin "ulusal çıkarlarını" temsil ehliyetini de yitirdiği ve mülk sahibi sınıfları temel alarak yapılanmakta olduğudur. Kuşkusuz böylesi bir vurgunun soldan yapılabilmesinin önkoşulu, Kürt emekçilerinin komünist hareket tarafından kapsanmasıdır. Bu açıdan solun önüne dikilen duvarın Kürt illerinde değil, ama Batıda aşılabileceği de saptanmalıdır. Komünist hareketin büyük kentlerde Kürt emekçileri üzerinde prestij ve otorite sahibi haline gelmesi sağlanmadan, Kürt illerinde siyasal bir aktör olarak önünü açması aşağı yukarı imkansız görünüyor. Kürt ulusalcılığına bir sol giysi uydurmak yerine, Kürt emekçilerini Türkiye işçi sınıfı içinde hak ettiği yere kavuşturmanın mekanı da yine büyük kentlerdir.

Öte yandan Batı Avrupa'daki Kürt hareketinin AB'nin, Kuzey Irak'ın ise ABD'nin arka bahçesi haline geldiği kesindir.

8. Türkiye burjuvazisi için bir strateji değişikliği mümkün müdür?

Türkiye kapitalizminin gündemdeki yolu şöyle özetlenebilir: AB stratejisi doğrultusunda siyasal krizleri de içeren bir maliyeti göze alarak yola devam etmek.

AKP'nin içine düşeceği ve hem öznesi hem nesnesi olacağı gerilim ortamı, yukarıda bu çerçevede anlamlandırılmıştır. Ancak bu iç gerilimlerin yukarıda geçerken değinildiği gibi ABD acendasında kimi yeni eğilimlerle yan yana gelmesi halinde, farklı bir süreç pekala açılabilir.

Türkiye egemen güçleri bölgede yaşanan her gelişmeden ülkenin stratejik öneminin daha da azaldığını okumakta ve huzursuzluk biriktirmektedirler: NATO'nun genişlemesi emperyalizmin batı uç beyliğinde Türkiye'ye ortak(lar) çıkması demektir. Yunanistan bir süredir geleneksel Türk karşıtı çizgiyi revize etmiş ve Türkiye'ye rakip değil, ortak olmaya dönmüştür. Irak'ta emperyalizmin Türkiye'nin acentalığına ihtiyaç duymayacak biçimde doğrudan mekanizmalar kurmaya yöneldiği görülmektedir. Irak'tan sonra başka Arap rejimlerinde yine doğrudan mekanizmaların önü açılabilir. İran'da reformların hız kazanması Türkiye'yi bir misyondan daha edecektir. Türkiye'nin Orta Asya planları ise sınırlı bir anlama sahip olabilmiştir…

Bu tablonun içine 1999'den beri bir türlü dağıtılamayan Kürt bütünlüğü, Kıbrıs'ta kilidin anahtarının elden kaçırılması ve AB üyelik sürecinin ağırdan alınması, hatta kimilerine göre giderek umutsuzlaşması eklenirse, egemen güçlerin huzursuzluk birikimi patlamanın eşiğine gelebilir. Hangi seçeneklerin ağırlık kazanacağını belirleyecek olan en önemli faktör ABD'nin yol göstericiliği olacaktır elbette; ancak burada sol açısından odağa konması gereken, bugün için, söz konusu olasılıkların kestirilmesinden ziyade siyasal gerilim hatlarının niteliği ya da kriz potansiyelleridir.

Boyutları nereye varırsa varsın, Türkiye'de "ulusal çıkarlar" temasının siyasete damga vuracak bir eksen oluşturması muhtemeldir. Solun bu eksende hedefleyeceği "sosyalist seçenek", anti-emperyalist bir içerikte, özel olarak da anti-amerikan bir renkte olmalıdır.

SAVAŞ ve BARIŞ ÜZERİNE

MART 2003 DEĞERLENDİRMESİ

1. Türkiye’nin savaş pazarlığı

Türkiye’nin ABD ile yürüttüğü pazarlıkların sınırları yapısal anlamda bellidir. Bu konuda ABD ve NATO ile, hatta batı ile köprülerin atılması olasılığını işleyen yorumcuların niyeti, Türkiye’nin batıya mahkumiyetini çarpıcı hale getirmek olarak okunmalıdır. Söz konusu mahkumiyet gerçektir ve düzen temsilcilerinin tüm pazarlıklarında asıl duvar burada dikilmektedir.

Ancak mahkumiyetin yalnızca tek taraflı olarak tarif edilmesi yeterli olmayacaktır. Türkiye burjuva düzeni, soğuk savaş döneminin jeo-stratejik önem argümanını canlandırmak için en uygun ortamı yakaladığı sezgisiyle davranmaktadır.

ABD’nin taahhüt ettiği miktarın azlığı/çokluğundan daha önemli nokta, Türkiye’nin bölgesel güç konumunu derinleştirme arzusudur. Bu açıdan ilke elbette eninde sonunda ABD’ye layıkıyla hizmet üzerine oturtulacaktır.

Sorun ABD’nin dünyadaki tüm muhataplarının göreli önemini azaltmayı hedeflemesinden kaynaklanmaktadır. ABD açısından dönem bölgesel güç odaklarının tahkimine değil, kayıtsız, sınırsız ve doğrudan egemenlik mekanizmalarına işaret etmektedir. Dolayısıyla bu gerilim kaynağı tüketilmiş olmaktan çok uzaktır. Önümüzdeki evrede ABD’nin Ankara’dan pazarlıkçılığın hesabını sormak isteyeceği, Ankara’nın ise hizmet-yerel güç dengesini gözetmeye çaba harcayacağı söylenebilir.

Düzenin üç önemli odağı büyük sermaye, askerler (ve cumhurbaşkanı ile yargının öne çıktığı bürokrasi) ve hükümet arasından ilki yerel güç ve stratejik önem konularına en duyarsız tarafı oluşturmaktadır. Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermaye ile bağları ve ülkemiz kapitalizminin dışa muhtaçlığı burada belirleyicidir. AKP hükümetinin egemen sınıfın bu niteliğine bağlı olarak emperyalizme acentalık ruhuyla iktidara geldiği biliniyor.

Asker ve sivil bürokrasi bu tabloyu düzeltmek için inisiyatif geliştiren ve inisiyatifi diğer kesimlere yayan özneyi ifade etmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin ABD ile pazarlıklarının arka planında söz konusu öznelerin iç rekabeti de rol oynamıştır. Ancak bu resimden hareketle TSK veya bir diğer bürokrasi kesimine kurumsal olarak “ulusal değer” atfedilmesi baştan aşağı saçma olacaktır. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün tezkerenin Meclis’e takılmasından birkaç gün sonra yaptığı, daha doğrusu yapmak zorunda kaldığı “tezkerede yazılanlar bizim de görüşlerimiz” açıklaması bu açıdan son derece öğreticidir. Beklenilmesi gereken, sistemin bazı kurumlarının daha fazla taşıyamayacağı kimi yurtsever ögeleri kusması veya savurmasıdır. Böylesi bir gelişmenin hem ölçek ve doğrultusunu belirleyecek hem de onu anlamlı kılacak  faktör, sosyalizmin ideolojik ve örgütsel ağırlığı olacaktır. 

Bir başka deyişle ülkenin içinde bulunduğu süreç, düzenin işbirlikçilik-yurtseverlik ekseninde bölünmesini gündeme getirmemiştir; böyle bir olasılık yoktur. İşbirlikçi düzen cephesinde ortaya çıkan gerilim, daha çok, Türkiye kapitalizminin kriz dinamiklerinden beslenen yakın gelecek belirsizliklerinden kaynaklanmaktadır. Tartışmaların burjuvazinin terk ettiği ulusal çıkarlar kavramına referansla yapılması ve sık sık kaçınılmaz biçimde düzenin meşruiyetini konu edinmesi, çaresizliğin sonucudur ve ülkenin sola duyduğu ihtiyaca kanıt olarak görülmelidir.

2. Türkiye’nin Kuzey Irak perspektifi

Türkiye bölgede uzun süredir en önemli askeri tarafı oluşturmakta, bu varlığını yalnızca KADEK referansıyla meşrulaştıramayacağı için KDP-KYB tehditlerini de sık sık gündeme getirmektedir. Türkiye, stratejik önemini korumak adına, çeşitli ülkelerle girdiği (askeri eğitim ve teknoloji tabanlı) ilişkilerin dışında, özel olarak iki alanda, Kıbrıs ve Irak’ta devre dışı kalmamayı ilke haline getirmiş görünmektedir.

Bir dizi faktöre bağlı olmakla birlikte Türkiye’nin ana eğilimi Kuzey Irak’ta kalıcı bir varlık göstermektir. Bu ilhakçı bir perspektiften ziyade yıllardır Kuzey Kıbrıs’ta uygulanana benzer bir fiili durum anlamına gelir.

Kürt ulusal birikiminin bugünü itibariyle bölgede böylesi fiili bir durum mutlaka bir “konsensüs” durumunu içerecektir. Kürtlere rağmen Türk varlığı istisnai ve konjonktürel olabilir yalnızca. Her durumda Güneyli Kürt hareketlerinin bugüne kadar olduğu gibi Türkiye’ye tamamen dışsal nitelikte kalmaları beklenemeyecektir. Kuzey Kürtleri üzerindeki emperyalist etkinlik, Türkiye’nin Türkmen kozundan çok daha güçlü bir yaptırım ve pazarlık gücüne sahiptir.

Dolayısıyla Türkiye’nin oturmuş bir perspektife sahip olmaktan ziyade, şimdilik bölgede gücünü sürdürmeyi gözettiğini söyleyebiliriz.

3. Kürt sorununun yakın dönem geleceği

Ankara Irak savaşına mazeret üretmek amacıyla KADEK’i yeterince provoke etmiş bulunmaktadır. Bu kaynaklı bir Kürt tehdidi ortaya çıkartılamamış olsa da, KADEK’in gücünün hangi sınırlara çekildiği açıkça görülmüştür. Egemen güçlerin içi çok rahatlamış olmalıdır. Bugün Kürt hareketinin ülke içi eylem gücü çok düşmüş, Ortadoğu ve batı ülkelerindeki hala güçlü potansiyelleri ise diplomatik alandan tecrit olmuştur.

Giderek yaygınlaşan “İmralı vesayetinden kurtulma” sloganının ağırlıklı kadrolarda sadece ve sadece sağ çağrışımlar yapmasıdır. Bu süreçten sol bir dinamiğin çıkma olasılığı zayıftır. Bir bölünme halinde ortaya çıkacak en az iki kanattan biri açıktan sağcı olacak, diğeri ise bugüne kadarki geleneksel ortalamacı çizgiye oturacaktır.

Güneyli hareketlerin Türkiye içinde bir etki sahibi haline gelmeleri bir diğer olasılıktır.

Toplam olarak Kürt faktörünün Türkiye’de siyaset alanında doldurduğu hacim daralmaya devam edecektir. Hacim daralması Kürt hareketinin sınıfsallığı gölgeleyen özelliklerinin geri düşmesini de içerecek ve sosyalist müdahaleler için daha elverişli bir ortam şekillenecektir.

Bu başlıkta üzerinde durmamız gereken bir diğer olgu, aylardır partimiz tarafından dile getirilen “Kürt kartı”dır. Yukarıda değinildiği gibi, Türkiye’nin KADEK’i ve güneydeki Kürt oluşumlarını provoke ederek, kendi bölgesel hesaplarını canlı tutma isteği tek taraflı işleyen bir mekanizmaya sahip değildir. “Kürt kartı”nı öne çıkartmak, Türkiye’nin pazarlık gücünü kırmak için ABD tarafından da benimsenmiştir. Tezkerenin TBMM’de reddinden sonra Erbil ve başka Kürt kentlerinde düzenlenen gösterilerdeki teatral sahneler, ABD’nin bu dönem her alanda “göz çıkarmak”tan başka bir şey denemeyeceğinin kanıtıdır ve ilginçtir bu görüntüler hem Kürt siyasetçisinin, hem Washington’un, hem Ankara’nın çıkarlarına hizmet etmektedir. Kaybedecek olan ise hiç kuşku yok, Kürt halkı olacaktır.

  1. 4. Dünya konjonktürü: ABD atağına tepki

“Yeni dünya düzeninin” yarattığı eşitsizlik uçurumlarının henüz devrimci sınıfsal dinamikleri tetiklemediği açık olmakla birlikte, savaş atmosferi orta sınıf tepkiselliğini kitlesel olarak kışkırtmıştır. Bu kışkırtmada kapitalist ülkelerin iç rekabetinin de önemli bir payı bulunsa bile, söz konusu kitlesellik önemsenmelidir.

Ortam iki çelişik eğilimi birlikte gündemde tutacaktır: Bir tarafta sistemin kısmi reformlara tabi tutulması, çelişkilerin yumuşatılması ve emperyalist uzlaşmalar; diğer tarafta ABD saldırganlığının yola devam etmesi, eşitsizliklerin derinleşmesi ve emperyalist paylaşım.

Bu koşullarda ABD’nin atağı sürecektir. Güçlenen taraf, ABD’ye ve temsil ettiği yönelimlerin karşısına çıkartılan ve aynı anda hem reformizmi hem de paylaşımcı rekabetin derinleşmesini içeren damarlar olacaktır. ABD’nin atağının ön planda duracağı bu sürece, söz konusu doğrultudaki tepkilerin damga vurması beklenebilir.

Bu tepkiler kapitalist dünyada işçi sınıfı siyasetinden uzak bir zemine oturmaktadır. Ancak ABD atağına tepki konjonktürünün devrimci uçlar vermesi güçlü bir olasılıktır.

5. Pazarlıktan stratejiye, stratejiden meşruiyet krizine

Türkiye egemen güçleri ABD’ye tepki vermenin “ucuzladığı” ve üstelik kendilerini son derece sıkışmış hissettikleri bir konjonktürde Irak savaşı pazarlığında ısrarlı davranabildiler. Açıkçası, olayın arka planında Türkiye kapitalizminin geleceğine ilişkin stratejik mülahazalar olmasaydı pazarlığın bu denli çetin geçmesi de mümkün olamazdı.

Sol açısından asıl önem taşıyan boyut, strateji başlığında Türkiye kapitalizminin sahip olduğu pratik zenginliklere karşılık, ana tanımlarda son derece kısır olmasıdır. Bu kısırlık, ara dengeler kurulamadan, strateji aranışlarında tartışmanın sıçramalı olarak yol almasında ve hızla düzenin meşruluğunun sorgulanabilmesinde dışa vurulmaktadır. NATO üyeliğinin ulusal savunma için ne derece anlamlı olduğu, NATO’nun bir savunma örgütü olup olmadığı, ABD’nin kirli çıkarları için mücadele eden bir emperyalist olduğu yolunda sorgu ve argümanlar, aslında Türkiye’nin siyasi stratejisinin ötesine geçmekte ve doğrudan Türkiye kapitalizminin varlık temellerine yönelmektedir.

Siyaset alanının zenginliği ile burjuva siyasetinde hüküm süren sessizlik arasında görünür bir çelişki bulunuyor. Açıkçası bu zenginlik burjuva partilerine yaramamaktadır. CHP Mecliste bulunduğu için mecburen siyaset yapmakta, GP acele etmeksizin hazırlık yürüttüğü izlenimi vermektedir. İP’in askerlerden ayrı düşünülmesi mümkün olmaktan çıkmıştır. Bunların ötesi çarpıcı biçimde çoraklaşmıştır.

Oysa bu tartışmaları şiddetlendiren olayların seyrelmesi değil yoğunlaşması beklenmelidir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde benzeri tartışmalara donanımlı, hazırlıklı ve cesur giren bir sol hareket, yeni ideolojik mevziler elde etme şansını yakalayacaktır. Gündem burjuva siyasetine değil, sola alan sunmaktadır.

6. Devrimci olanaklar

Sözünü ettiğimiz olanaklardan herhangi bir taban dinamiği beklentisi anlaşılmamalıdır. Her zaman olasılık dahilinde olan kimi kendiliğinden hareketlenmelerin kalıcı siyasal etkilere kaynaklık edebileceği sanılmamalıdır. Partinin açılımlarında da siyasal ve ideolojik alana müdahale gücünü arttırıcı yanlar önemsenmeye devam edilmelidir. İşçi sınıfı, öğrenci hareketi ve aydınlara yönelik mevcut araçlarımızın niteliği bu yöndedir ve bunların tahkim edilmeleri, hızlandırılmaları gerekmektedir.

Parti örgütünde dönemin ortaya çıkardığı devrimci olanaklar tartışılırken, aşağıdaki noktaların üzerinde özellikle durulması sağlanmalıdır:

  • • 1 Mart günü tezkerenin reddedilmesi, sistemin çeşitli özneleri arasındaki uyumun teknik nedenlerle kesintiye uğramasına indirgenemez. Türkiye burjuvazisinin 1923 paradigmasının pili bitmeye başlamıştır. Stratejik ortak ABD “ulusal çıkar”ların içine eskisi kadar kolay emdirilememekte, milliyetçi demogojinin “hür dünya”ya sırtını yaslayarak işaret ettiği “batılılaşma” hedefi “mutlak teslimiyet” talep etmektedir. Sistemin bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, Türkiye burjuvazisinin sorunun temel nedenlerinden birisi olan “özgün çıkarlarla emperyalizmle entegrasyon süreci arasındaki gerilimi”, yeni bir denge yaratarak çözüme kavuşturması olanaksızdır. Türkiye’nin önüne yeni bir paradigma çıkartılabilmesi “sosyalist devrim süreci”ne bağlıdır
  • • Söz konusu gerilimin sosyalist devrimci bir perspektifin önünü açması, ancak ve ancak bu gerilimin merkezinde duran emek-sermaye çelişkisinin üzerindeki örtünün kaldırılması veya daha doğru bir ifadeyle paslanmanın giderilmesi ile mümkündür. İşçi sınıfının sistemi tıkayan başlıkların uzağında kimlik edineceğine ilişkin beklentiler, paslanmayı artırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Örneğin son tezkere başlığında “barışçı hareket”e emekçi karakteri vermedeki yetersizliğimizin sonuçları alınmaya başlanmıştır. Barış hareketin küçük burjuva  kollarının hükümet tarafından açıklanan bütçeye itiraz etmek yerine “biz razıyız, yeter ki savaş olmasın” açıklaması yaparak yoksul halkı “savaş” cephesine ittirmeyi göze alması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Bazı sendikalardan gelen “tezkere geçmedi, bundan işçiler zararlı çıkacak” tepkisi şimdilik bu sendikalardaki gerici yığılmayla açıklanabilir olsa da, ortada bir gerçek vardır: Savaş karşıtlığı ve daha genel bir ifadeyle anti-emperyalist mücadele gündeminin işçi sınıfına taşınması acil bir görevdir. Bu görev, gündemin bize dayatılan “çelişki” başlıklarıyla değil, bizim tercih ettiğimiz “çelişkiler” üzerinden ele alınmasını gerektirdiği açıktır. Savaş tehdidinin sınıfsal özünü anlatmak ve bu özü görünür kılmak zahmetine katlanmadan işçi sınıfını hareketlendirmek ve  örgütlemek mümkün olmayacaktır. Anlaşılması ve anlatılması daha az zahmetli olduğu düşünülen başlıklarda etkili olmanın da başka yolu yoktur. Sermaye iktidarının kriz başlıklarına işçi sınıfının müdahale etmesi, sınıfın öncü gücü komünist partisinin baş görevidir.
  • • Türkiye Komünist Partisi’nin “Irak savaşı”na ilişkin bir yılı aşkın bir süredir çeşitli araçlarla dile getirdiği değerlendirmeleri ne yazık ki büyük ölçüde doğrulanmıştır. Parti (Türk ve yabancı) kamuoyunda bu savaşın gündeme gelmeyeceğine ilişkin beklentilerin yanlışlığı üzerinde durmuş ve haklı çıkmıştır. Parti Türkiye burjuvazisinin ve onun etkili kurumlarının bu savaşa ortak olmayacaklarına ilişkin yine içeride ve dışarıda yaygın olarak ortaya çıkan düşünceye karşı koymuştur. Yine haklı çıkmıştır. Partinin doğrulandığı bir başka şey, “Kürt kartı”na ilişkin 11 Eylül 2001 öncesinden itibaren yaptığı uyarılardır. Bu uyarılar doğrudan muhataplarına iletilmeye çalışılmış, ardından parti yayınlarında konu etraflıca işlenmiştir. Emperyalistler eliyle özgürlük ve demokrasi geleceğine ilişkin her tür düşüncenin yıkıma götüreceği, bu düşünceye dayanan stratejilerin büyük trajedilere yol açacağı defalarca vurgulanmıştır. Yaklaşımımız, Kürt yayınlarında zaman zaman  “Saddamcılık” veya “politika bilmemek”le eleştirilmiş, kimi Kürt yazarları işi hakkımızda “geleneksel Amerikan düşmanlığından kurtulamamak” suçlamasına kadar vardırmışlardır. Ancak bugün gelinen noktada Türkiye’nin Irak savaşına Kürt sorunu bahane edilerek ortak edilmek istendiği herkes tarafından görülmüştür. Türkiye burjuvazisinin bu “bahane”nin peşinde koştuğu sırada Türkiye’ye savaş ilan edenlerle, Erbil’de bayrak yakanlar bilerek ya da bilmeyerek savaş cephesine eşsiz bir hizmette bulunmuşlardır. Demek ki bu kesimlerin “bildiği politika” böyle oluyormuş.
  • • Partimizin anti-emperyalist mücadeyi yükseltirken, seçim dönemi boyunca az-çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdiğimiz “bütünlüklü” bir çerçeveyle hareket etmesi zorunludur. Savaş ve bağlantılı gündemlerin yarattığı özel olanakları ihmal etmeden, sömürü mekanizmalarını, yoksulluğu, ekmek kavgasını, işsizliği anti-emperyalist mücadelenin sosyalist devrimci temeline yerleştirmek durumundayız.
  • • Yakın gelecekte emperyalist dayatmaların bir başka unsuru, Avrupa Birliği yeniden ön plana çıkacak bir gündem maddesidir. ABD’nin kaybettiği prestijin Avrupalı emperyalist odaklara devredilmesi için yürütülen faaliyete çomak sokulmalıdır. Parti bu görev için gerekli teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel donanımı hızla hazır hale getirmelidir.
  • • Bu dönem, yurtseverliğin komünist kimliğin baskın ögelerinden birisi olacağı açıktır. Komünistler yurtseverliği bir “görev” ya da olanak değil, bir siyasal ve ahlaki varoluş biçimi olarak görerek mücadelelerine devam edeceklerdir.

Ek bilgiler

  • Yazar: Kurum
  • Yıl: 2002
  • Kurum: Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi
Ara...