Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in, 20 şubat 2003 günü CHP Ankara milletvekili Yakup Kepenek'in işkenceyle ilgili soru önergesine verdiği yanıtlara bakalım. Adalet Bakanı'nın verdiği bilgiye göre, 2000 yılında 1633 kişi, 2001 yılında 1605 kişi, 2002 yılında ise 1362 kişi işkence ile ilgili olarak Cumhuriyet savcılıklarına şikayet başvurusu yapmış. Toplam 4 bin 600 kişi. Bu ne demektir? Bu, üç yıl içinde hergün en az dört kişinin işkence muamelesine maruz kaldığı anlamına gelir. Gelelim bu şikayetlerle ilgili olarak Cumhuriyet Savcıların ne gibi bir işlem yaptığına: Bakan'ın açıklamasına göre, 2000 yılında 490, 2001 yılında 245 ve 2002 yılında 210 başvuru nedeniyle dava açılmış. Yani başvuruların yaklaşık yüzde sekseni yargıya intikal ettirilmemiş. Peki bu ne anlama gelir? Cezasızlandırma politikasının izlendiği anlamına gelir.
Aynı dönemlere ilişkin İnsan Hakları Derneği (İHD) verilerini hatırlatalım: İHD 2000 yılında 594 işkence olayını saptamış. 2001 yılında bu sayı 862 olmuş. 2002 yılında ise 876.Üç yılın toplamı 2332 oluyor. Yani savcılıklara başvuru ile karşılaştırıldığında yarısını bulmuyor. Bir de korku nedeniyle Cumhuriyet savcılıklarına intikal ettirilemeyen işkenceleri düşündüğümüzde, işkencenin boyutlarının ne kadar vahim olduğu anlaşılır.
2002 yılında da, işkence bütün acımasız çeşitleriyle uygulanmıştır ve halen de uygulanmaktadır.
İşkence ve onur kırıcı muamele, cezaevlerinde 2002 yılında da sürdü. İHD verilerine göre, cezaevlerinde yapılan saldırılar sonucu 31 kişi yaralandı, 159 tutuklu ya da hükümlünün tedavileri engellendi. 20 Ekim 2000 tarihinden beri sürmekte olan ölüm oruçlarında, 2002 yılında 19 kişi yaşamını yitirdi. (Ek 2002 yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Bilançosu)* 2002 yılında, cezaevlerinde, ölüm oruçlarında yaşamını yitirenlerin adları şöyle:
Ali Çamyar (2 ocak)
Zeynel Karataş (6 ocak)
Lale Çolak (8 ocak)
Yusuf Kutlu (8 mart)
Yeter Güzel (10 mart )
Doğan Tokmak (15 mart)
Meryem Altun (1 nisan)
Hıdır Demir (26 nisan)
Okan Külekçi (22 mayıs)
Semra Başyiğit (30 temmuz)
Fatma Bilgin (10 ağustos)
Melek Birsen Hoşver (22 ağustos)
Gülnihal Yılmaz (24 ağustos)
Fatma Köse (31 ağustos)
Hamide Öztürk (10 eylül)
Serdar Karabulut (8 kasım)
İmdat Bulut (19 kasım)
Zeliha Öztürk (30 kasım)
Feridun Yücel Batu (1 aralık)
Tahliye olduktan sonra ölüm orucunu sürdürenlerden 2002 yılında yaşamını yitirenlerin adları da şöyle:
Tuncay Yıldırım (21 mart)
Feride Harman (15 aralık)
Berkan Abatay (21 aralık)
F tipi cezaevlerindeki tecrit ve izolasyon koşullarının yarattığı travma ile intihar eden Halil Koçyiğit'i (11 nisan) ve Volkan Ağırman'ı da (15 temmuz) bu yazı çerçevesinde anmak gerek. Tıpkı işkence olgusu gibi, cezaevleri sorunu da, can almayı sürdürdü, 2002 yılı boyunca. Bununla birlikte yetkililer ve en başta Kasım 2002 yılına değin başbakanlık yapmış olan Bülent Ecevit, hükümetleri döneminde,"cezaevleri sorununun çözüldüğü" yolunda demeçler verdi. 19 aralık 2000 tarihli operasyonunu "katliam" olarak nitelendirenlere, örneğin İHD İstanbul şubesi başkanı Kiraz Biçici'ye, yasa dışı silahlı örgütlere yardım etme suçuyla davalar açıldı ve 3 yıl 9 ay ağır hapis cezaları verildi. İHD Ankara Şubesi yöneticileri hakkında açılan dava ise 2002 yılı içersinde de sürdürüldü. 32 kişinin hayatını söndüren, yüzlercesinin yanması, yakılması ile sonuçlanan operasyonlar, "hayata dönüş" operasyonları olarak nitelendirildi. Ölüm oruçlarıyla ilgili girişimler 2002 yılında da sürdü. Adalet bakanları, F Tipi projesinin bir "devlet projesi" olduğunu vurguladılar. Hazırlanan ve uygulanan politikanın, sivil otoriteyi aşan yönüne işaret ediliyordu böylece. "Devlet politikası" denince, bu durum tartışılamaz ve çözümler üretilemezdi. Devlet denilen mekanizma, insana, yurttaşa rağmen olabilirmiş gibi, "kutsalmış" gibi sunuluyordu. Tartışılamazdı üretilen ve uygulanan politikalar. Bu korku ve bu algılayış onlarca gencecik insanın yaşamına rağmen sürdü. Listeye bakın. Orada kadın ölümlerinin yoğunlaştığını da göreceksiniz. Kadınlar ve erkekler, gencecik insanlar, hapsedildikleri 15-25 metrekarelik hareket alanlarından, bütün dünyaya seslendiler. Özgürlük denilen şey, seslenmek olsa gerek. Kucaklamak. Kendi seçtikleri, seçmek zorunda olduklarını hissettikleri yolla yaptılar bunu. Bir yargıda bulunmak bu yazı çerçevesinde, bize düşmez. Ancak kapatıldıkları kafeslerden, görebildikleri gökyüzünü kucaklamak istedikleri kesindir. Görebildikleri gökyüzünün, görebildikleriyle sınırlı olmadığını bildikleri de. Ölenlerin ardından ancak bunlar söylenebilir. Hala anne ve babalar, kardeşler ve arkadaşları, çok sınırlı sayıda insan ve demokratik kuruluş bu büyük travmanın aşılması için çalışmakta. Dışarıdaki hareket ve ses alanının (özgürlük, hareket özgürlüğüdür) darlığı ile içerdeki hareket ve ses alanının darlığı ya da genişliği sorunu, kimi istisnai durumlar dışında, ilişkilidir. Dışarıdakiler, gerçekten "dışarıda" mıdır? "Dışarısı eşittir özgürlük alanıdır" denklemi doğru kurulmuş bir denklem midir? Hem de, genel olarak cezaevleri varken?
Dipnotlar:
- ·2002 yılı insan hakları bilançosunu İHD'nin sitesinden alabilirsiniz