AMERİKA’DA YENİ MUHAFAZAKARLIK*

Almanak 2002George W. Bush'un ABD başkanı seçilmesiyle, yeni muhafazakârlığı, Hıristiyan köktendinciliğini ve neo-liberalizmi yan yana getiren bir siyasal ittifak yönetimde egemen oldu. Reagan'ın başkan seçildiği dönemde de bu üç akım o dönemin yönetiminin aslî ilham kaynaklarını oluşturuyordu. Bugün bile, oğul Bush yönetimi için, baba Bush'un kısa süren başkanlık dönemi değil, Reagan'ın seçimiyle başlayan ve sekiz yıl süren, "America is back" sloganı eşliğinde hayata geçirilen, "liberal ve muhafazakâr karşı-devrim" dönemi altın çağ olarak kabul ediliyor. Ama 1980'lerde yönetim kadrolarına nüfuz eden ve bir siyasal düşünce dönüşümünü gerçekleştiren bu üçlünün güçlü kanadı neo-liberalizmdi. Bugün ise, bu üçlü içinde ağırlık noktasını, kendilerini yeni muhafazakârlar olarak tanımlayanlar oluşturuyor.

 ABD'de yeni muhafazakârlık akımının ilk ifadeleri II. Dünya Savaşı sonrasında görülmeye başladı. Burke ve Coleridge gibi düşünürlerde en güçlü ifadelerini bulan geleneksel muhafazakârlık, bir anti-burjuva düşünü olarak, burjuva devrimleri öncesi dönemin, yani Eski Rejim'in değerlerine dönüş çağrısı üzerine inşâ edilmişti. Burjuva devrimlerinin ve sanayi devriminin yol açtığı toplumsal değişimlerin meşruiyetini reddediyordu. Geleneksel muhafazakârlık esas olarak modernizme karşıydı. Sadece siyasal ve iktisadî alanlarda değil, insanın toplumdaki yeri bağlamında, kültürel alanlarda da modernliğin "doğal düzeni" yıkıcı gücünü eleştiriyordu.

Geleneksel muhafazakârlık, esas olarak Avrupa kaynaklı bir düşün akımıydı. 20. yüzyılın başlarından itibaren birçok Amerikan muhafazakârı, bu düşün akımının Amerika'nın tarihsel oluşumuna uymadığını ifade etmeye başladılar. Feodalizm ve aristokrasinin tarihî olarak olmadığı bir toplumda, geleneksel muhafazakârlığın önerileri, Amerikan projesinde mündemiç olan özgürlük idealiyle çelişiyordu"1Avrupa'dan Amerika'ya böyle bir taşıma, olsa olsa, "egzotik bir ürün ithalatı" kadar anlamlı olabilirdi.

Bunun yanında, Avrupa muhafazakârlığının fikir babalarından farklı olarak, Amerikan muhafazakârlığının esas referansları, Amerikan ulusunun kuruluş mitolojisinde yer alan Adams, Franklin gibi "Kurucu Babalar”dı. 1950'lerde Amerikan muhafazakârları içindeki en güçlü akım, siyasal, iktisadî, sanatsal ve düşünsel alanlarda çağın gelişmelerini derin bir ahlâkî bunalımın işaretleri olarak algılayan ve bunun nedenini, Rönesans'tan bu yana Batı düşününe egemen olan bilimci ve materyalist eğilime atfeden, yeni gelenekçilik olarak adlandırılan yaklaşımdı.

Bilimcilik ve materyalizm, Hıristiyan uygarlığının kaidesini oluşturan "mutlak, değişmez ve ebedî doğrular"ın kaybolmasına, unutulmasına yol açmıştı. 2. Dünya savaşı sonrasında yeni gelenekçi akım içinde dinî referanslar, yerini cemaatçi referanslara bıraktı, içlerinde Nisbet, Hoffman, Bell gibi 2. Dünya Savaşı sonrasının tanınmış sosyologlarının da yer aldığı bu yeni gelenekçi akım, cemaat değerlerinin, eğitimin, kadim ahlâkî değerlerin gücünü yitirmesini, 20. yüzyılın ilk yarısında yirmi yıl arayla meydana gelen iki korkunç savaşın esas sorumlusu olarak görüyorlardı.

Yeni gelenekçi akım, geleneksel muhafazakârlardan farklı olarak, bütün kökenlerini uzak geçmişle ve kadim gelenekte aramıyordu. 2. Dünya Savaşı sonrasında bile, geleneksel muhafazakârlık Ortaçağ düşününe yönelip, burada "doğal hukuk" değerlerini ararken, yeni gelenekçiler muhafazakârlığı "var olan uygarlığın korunması" perspektifine çekmeye başladılar. Amerikan yeni muhafazakârlık düşününün başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilen, Russell Kirk'ün 1953'te yayımlanan The Conservative Mind adlı kitabında, yeni düşüncenin yedi tezi şöyle sıralanıyor:

- ahlâkî ve aşkın bir düzenin varlığına inanmak; - hiyerarşiye saygı; - örf ve   adetlere karşı duyulan sevgi; - özel mülkiyet tapınması; - reformist ideolojilere karşı kuşku; - toplumsal çoğulluğa eğilim; - tarihî süreklilik ilkesine bağlılık".

1957'de ilk sayısı yayımlanan Modern Agc dergisinde, Kirk dergiyi şöyle tanımlıyordu:

"Muhafazakâr dergiden anladığımız, uygarlığımızın en iyi öğelerini korumaya yönelik bir çabadır. Bu öğeler bugün tehdit altındadır. Radikal iradeciliğe karşı olumsuz önyargımızı, atalarımızın sergilediği bilgeliğe olan güçlü beğenimizi açıkça ifade ediyoruz"2

Modern Age dergisi, Chicago'daki Foundation for Foreign Affairs’in himayesinde 1976 yılına kadar yayımlandı. Daha sonra bu derginin yayımının himayesini Intercollegiatc Studies Insutute üstlendi. Bu dergi etrafında oluşan grubun en fazla tepki gösterdiği ve şiddetle saldırdığı düşünce, John Dewey'in eşitlik ve hakkaniyet, ilkelerine dayanan görüşleri ve Amerikan eğitim sisteminde yayılmaya başlayan liberal yaklaşımlardı.3

1960 başlarında, bu yeni muhafazakâr girişim, Kennedy'nin etrafında oluşan liberal, demokrat çevrelerin ve Amerikan "yeni sol" akımının siyaset, iktisat ve kültür dünyası üzerinde kurduğu hâkimiyetle cepheden mücadeleyi gündemine aldı. Bu mücadelenin fikri kaynakları, Von Hayek'in Route of Servitude adlı kitabında dile getirdiği, iradeci tasavvurun ve ekonomiye devlet müdahalesinin toplu yarardan ziyade toplu zarar ürettiği iddiası ve buna ek olarak, doğal hukuk öğretisine bağlı kalan siyaset felsefesinin öne çıkardığı kadim ahlâk ve bireysel sorumluluk ilkelerine dönüşün gerekliliğiydi. Hayek, muhafazakâr düşünün kadim beslenme damarlarından biri olan, var olan yapının bu gidişle çürüyüp, kokuşacağı ve kendi içinde taşıdığı dinamiklerin onu "özgürlükleri lağveden" bir yere götüreceği korkusundaydı. Keynesgil iktisat politikaları ve devletin iktisat ve toplum üzerindeki artan düzenleyici rolü, yani "plancılık", "esarete giden yolun" kilometre taşlarıydılar. Soğuk Savaş ve kapitalizm-komünizm, muhafazakâr lisanda "özgürlük ve esaret rejimleri" arasındaki rekabette, bu gidişle komünizmin kazanması kaçınılmazdı. Sistemin içine "plancılık" kurdu girmişti. Sistemin içindeki kurt, ekonominin ve toplumun "doğal dengesini" sosyal amaçlarla bozan iradeci tasavvurlardı.

Bu yeni muhafazakâr akımın popülerleşmesinde önemli bir rol oynamış kişilerden biri olan, Irving Kristol, yeni muhafazakârlığı, "çağdaş liberalizmin yarattığı hüsran karşısında entellektüel ve üniversite dünyasından çıkan bir düşünce akımı olarak" tanımlıyor. Burada söz konusu olan "liberalizmin", Amerikan siyasal dilinde iktisadî liberalizmi kapsamadığını, kıta Avrupası jargonuna göre, sosyal-demokrasiye çok daha yakın olan bir siyasal ve fikrî akımı ifade ettiğini unutmamak gerek. Kristol'e göre, yeni muhafazakârlık,

"Milton Friedman'dan iktisadî büyümenin moto­ru olarak pazar ekonomisinin erdemlerini, Leo Strauss'un siyaset felsefesinden ve kültürel muhafazakârlardan ise kapitalizm öncesi felsefi ve ahlâkî geleneklerin önemini takdir etmeyi öğrenmişti".

Kristol'e göre, yeni muhafazakârlık bunlara kendi eğilimlerini katarak bir yeni sentez yaratmıştı. Örneğin,

"iktisadî ve sosyal politikalar konusunda, Refah Devleti kurumlarına karşı yeni muhafazakârlık gizli bir düşmanlık taşımıyordu". "Amacı, sosyal güvenlik sistemini, serbest pazara dayalı iktisat bilimi adına yok etmek değil, halkın muhafazakâr eğilimlerini güçlendirecek biçimde sistemi yeniden oluşturmaktı".4

Burada kastedilen muhafazakâr eğilimler, sosyal güvenlik sisteminin yıktığı varsayılan aile kurumu, bireysel teşebbüs ruhu, hiyerarşiye saygı gibi değerlerdi. Bu bağlamda, kürtaj da cinsel ilişkide sorumsuzluğu teşvik ettiği için karşı çıkılması, en azından desteklenmemesi gereken bir pratikti.

Geçmişte, ırk ayrımcılığına karşı mücadelede ön saflarda yer almış ve şimdi Hudson Institute’un yöneticilerinden biri olan hukuk profesörü Michael Horowitz, "zenci ailelerde aile yardımının babanın yerine devleti ikame ettiğini" ve bunun hem aile kurumunu parçaladığını hem de bu babasız ailelerde yetişen çocukların toplumsallaşma sorunları yaratarak, onları geleceğin dışlanmışları olmaya mahkûm ettiğini iddia eder. Benzer biçimde, yeni muhafazakârlar azınlıklara ve kadınlara bazı kotaları ayırarak, onların toplumsal entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan "pozitif ayrımcılık"'pratiklerine de şiddetle karşı çıkmaktadırlar.

Oğlu William halen yeni-muhafazakâr çevrelerin en önemli yayın organı olan Weekly Standard'da yayın yönetmenliği yapan Irving Kristol, 1948'de ilk defa yazı yazmaya başladığı Gommentary dergisinden sonra, 1953'te, Stephen Spender'leEncounter dergisini yayımlamaya başladı. Bu arada, kısa bir süre, yeni kurulmuş olan American Committee for Cultural Freedom'’un yönetimini üstlendi. Kristol'un asıl ünü, 1965 yılında, sosyolog Daniel Bell'le birlikte The Public Interest dergisini yayımlamasıyla başladı. "Yeni-muhafazakârlık" akımının, yeni gelenekçilik ve iktisadî liberalizm akımlarından ayrışarak, ortaya çıkması 1970'lerde gerçekleşti. Bir sosyalist olan Michael Harrington'un ilk defa, eleştiri amacıyla kullandığı bu kavram, kısa zamanda eleştirilenler tarafından benimsendi. Kristol'un yakın çevresini oluşturan birkaç kişi, Jeanne Kirkpatrick, Michael Novak, Ben Wattenberg, Washinton'da, sıradan bir sağ think thank kuruluşu olan American Enterprise Institııte'eyerleştiler.

Kristol'un Nixon'un kampanyasını desteklemesiyle, yeni-muhafazakâr çevre siyaset sahnesinde boy göstermeye başladı. Daha sonra Wall Street Journal'de kronikler yazan Irwing Kristol, 1970'lerde ortaya çıkan "arz ekonomisi" akımını tüm gücüyle destekledi. Bu dönemde yayımladığı yazılarında Kristol, Milovan Djilas'ın Sovyet bürokrasisi için kullandığı "yeni sınıf” kavramını ödünç alıp, bunu "yüksek öğrenim diplomalıların büyük bölümünü oluşturduğu bilimadamlarını, öğretmenler ve eğitimden sorumlu bürokratları, iletişim kurumlarındaki yöneticileri, psikolog ve sosyal yardım uzmanlarını, avukatları, hızla gelişen kamu kesimi doktorlarını, şehircilik uzmanlarını, büyük vakıflarda çalışanları, yönetim bürokrasisinin üst kısmını, vb..." ifade etmek için kullandı. Bu “yeni sınıf”, "akıl almaz biçimde güçlü, kalabalık ve vazgeçilmez" bir sınıf oluşturmuştu Kristol'e göre. Bunlar "medyayı denetlemiyorlar, medyanın kendisini oluşturuyorlardı". Benzer biçimde, "eğitim sistemini, sağlık sistemini, sosyal güvenlik sistemini ve daha nicelerini", sadece denetlemiyorlar, bütünüyle oluşturuyorlardı. Kamu eğitim sistemi, kamu sağlık sistemi, sosyal güvenlik sistemi, esas olarak, bu sınıfın toplumsal varlığını, prestijini, güç ilişkilerini pekiştirmek için gelişiyordu. Bu "ücretli yönetici sınıfı", toplumu yönetme mücadelesinde epey yol almıştı ve "burjuva toplumu"nun buna karşı direniş gücü zayıftı. Örneğin, burjuva toplumu, "eşitsizlikleri izah etmek ve meşru kılmaktan, bu eşitsizliklerin toplu yararla uyumlu olduklarını, hattâ toplu yarar ürettiklerini açıklamaktan acizdi".

 Kristol'e göre bu "yeni sınıfa" karşı mücadele etmesi gereken sınıf, "iş dünyası"ydı. Şirket yöneticileriyle şirket sahipleri arasındaki çıkar çatışmasına dayalı, "yönetişim" modellerinin yeni iktisat öğretilerinde gelişmesi buna paralel gerçekleşti. 1990'larda güçlenen patrimonyal kapitalizm, Kristol'un dile getirdiği "yeni sınıf savaşı”nı mülk sahiplerinin kazandığını gösteriyordu.

 Yeni muhafazakârlar, aile, çalışma, bireysel çaba, ahlâk, daha fazla sorumluluk ve daha az devlet ilkelerine dayanan geleneksel muhafazakârlığa yeni bir soluk getirdiler. ABD'de geleneksel muhafazakârların bu değerlerle birlikte savundukları, dış politikada izolasyonizm, iç politikada güçsüz federal devlet ilkesinin yerine, ''Amerikan demokrasisi"ni bir misyoner politikası biçiminde ihraç etmeyi, buna bağlı olarak içeride de siyasal ve askerî olarak güçlü devlet politikasınısavundular. Yeni muhafazakârlara göre, Jimmy Carter döneminde Amerika dibe vurmuştu. Vietnam savaşının yarattığı suçluluk ve Watergate skandalının yarattığı sistemden şüphe duygularının ürünüydü Carter'ın seçilmesi. Bu anlamda. Reagan'ın 1980'de seçilmesini, vergilerin azaltılması ve "Şer imparatorluğuna karşı savaşın" yeniden başlatılması, yani yeni bir altın çağın başlangıcı olarak karşıladılar. Artık gündemde "barış içinde bir arada yaşama" politikası değil, Sovyetler Birliği ekonomisini altından kalkamayacağı bir silâhlanma yarışına sokmak için başlatılan "yıldız savaşları" vardı. Yeni muhafazakârlar, Henry Kissinger'ın "diplomatik realizm'" politikasına da şiddetle karşıydı. Geleneksel Cumhuriyetçi parti politikalarından farklı olarak, ABD'nin işbirliği yaptığı ülkelerdeki rejimlerin özelliklerini de dikkate almasını, bunlara müdahale etmesini savunuyorlardı. Realpolitik siyasetini kabul etmiyorlardı. Onlara göre, dünyada barışın kalıcı biçimde yerleşmesi için, siyasal rejimlerin yapısı, her türlü uluslararası kurum ve anlaşmadan çok daha önemliydi. Dolayısıyla bu ''enternasyonalizmleri", "safdil bir çoktaraflılık siyaseti", Carter ve Clinton'ın uyguladığı türden uluslararası kuruluşlar aracılığıyla dünyaya demokrasiyi yaymak siyaseti değildi. ABD dünyanın her köşesine demokrasiyi gereğinde zorla götürmeliydi. Dünyayı bekleyen en büyük tehlikenin, Amerikan demokrasi değerlerini paylaşmayan devletlerden geldiğine inanıyorlardı. O güne kadar Amerikan soluna özgü olan, siyasal girişimin statükoyu değiştirebileceğine olan inancı, yeni muhafazakârlar heyecanla benimsiyor ve bunu bütün dünyaya barış getirecek olan bir projenin asabiyyesi olarak görüyorlardı. Bu bağlamda "establishment" karşıtı bir siyasal girişimi temsil ediyorlardı. "Establishment" ise, 1960'ların kültürel ve ahlâkî görelilik ilkeleriyle düşünce dünyası yoğrulmuş aydınlar ve bürokratlardı.

 "Uluslararası camia" kavramını ciddiye almayan, Birleşmiş Milletleri, dünyanın en kokuşmuş rejimlerini içinde barındıran hantal ve gereksiz bir bürokratik kurum olarak gören yeni bir dış politika anlayışını, yeni muhafazakârlar, Soğuk Savaşın bitiminin hemen arkasından gündeme getirdiler. ABD, ne yerde ne gökte olan, varlığı ve etkisi belirsiz bir "uluslararası camia"yı karşısına almaktan korkmamalı ve doğru bildiğini, doğru bildiği biçimde yapmalıydı. "Ahlâkî açıklık ve doğru savaş" ilkeleri ışığında, ABD'nin hesap vereceği yegâne güç, taşıdığı tarihî misyon olabilirdi. Avrupa, çoktan tarihî misyonunu terk etmiş ve "yumuşak konsensüs", "kültürel görelilik", "kimlikler politikası" gibi ilkelerle eli kolu bağlı kalmaya mahkum olmuştu. Halbuki ABD'nin dünyaya demokrasi ve özgürlük taşıma misyonu vardı ve artık dünya tektaraflı bir dünyaydı. Tek taraf, İyi, Doğru ve Güzel'in vatanı olan ABD'ydi. Komünizm düşman olmaktan çıkmıştı ama şimdi "özgür dünyayı" tehdit eden yeni bir tehlike vardı: İslâmî terörizm. George Bush, Haziran 2002'de West Point'de yaptığı konuşmada, "Amerika, pazarlığa tâbi olmayan ve gerekleri tüm insanlıkla örtüşen tartışılmaz ahlâkî yükümlüklerin yönlendirdiği ilahî bir ulustur" diye belirtirken, bu "ilahî ulus"un üzerinde "insanlığı terörizm belasından" kurtarmak misyonu olduğunu belirtiyordu. Bu çerçevede Irak'a karşı yeni saldırı, engellenemez biçimde gündeme geldi. Yeni muhafazakârların önde gelenleri, 1996'da Clinton'a yazdıkları bir mektupta, Irak’a saldırmanın "karşı çıkılamaz" gereklerini sıralayıp, ondan bir an önce müdahaleyi başlatmasını talep etmişlerdi. Şimdi yönetimdeydiler ve aynı gerekçelerle bu kez saldırıyı gerçekleştirdiler.

 Yeni muhafazakârlık akımının kurucularından Irwing Kristol'un oğlu William, bazı gözlemcilere göre, bugün ABD'nin en güçlü siyasal düşün adamı. Ağustos 2002'de, ABD'nin Irak'a saldırması gündeme geldiğinde, savaşın gerekliliği ve kaçınılmazlığı konusunda en saldırgan yazılar ondan ve onun çevresinden geldi. Örneğin, Richard Cheney, 26 Ağustos 2002'de Nashville'de yaptığı ünlü konuşmanın ardında, tartışmanın artık bittiğini bir biçimde William Kristol ilan etti: "ABD yönetimi içinde tartışma bitmiştir. Şimdi Temsilciler Meclisi'ne gidip, Irak'a karşı bir eylemde bulunmak için izin istemekten başka yapacak bir şey yoktur" diye yazdı. Elliot Cohen, Fred Barnes ve Robert Kagan gibi kişilerin oluşturduğu çevresi, bugünkü Bush yönetimi içinde kilit noktaları tutan kişilerin sözlerine en fazla dikkat ettikleri kişileri oluşturuyorlar. Bu çevrenin amacı, Amerika’nın siyasal alışkanlıklarını değiştirmek ve "Yeni Dünya Düzeni"nin yepyeni bir Amerikan politikası çerçevesinde biçimlenmesini sağlamak. Bugün bu yeni muhafazakâr çevrenin etki alanında olan birçok vakıf, dernek, girişim ve think thank kuruluşu, bakanları, federal yöneticileri, parlamenterleri yoğun bir etkileşim bombardımanına tâbi tutuyor.

ABD'nin Irak'a saldırısından birkaç gün önce, 26 Şubat'ta American Enterprise Institute'de yaptığı bir konuşmada, Başkan Bush, bu kuruluşta çalışanları, "siz ülkemizin en iyi beyinlerindensiniz, hükümetim sizin aranızdan gelen yirmi civarında kişiyi bünyesinde barındırıyor" diyordu. Aynı zamanda, çekinmeden, bu yeni muhafazakâr akımın mabediyle kendi yönetimi arasındaki organik bağa işaret ediyordu.

Richard Perle, Dick Cheney'in eşi Lynn Cheney, American Values'ü yöneten Gary Bauer, David Brooks, Michael Horowitz, Commentary dergisini yöneten Norman Podhoretz gibi şahsiyetlerin ön planda yer aldığı bu yeni muhafazakâr çevrenin Bush yönetimi içindeki en önemli temsilcisi, Savunma Bakan yardımcılığını yürüten Paul Wolfowitz.

 Bush yönetime geldikten sonra uygulamaya koydukları yeni siyasal stratejinin arka planında, Amerikan demokratik sisteminin evrensel değerine ve "yumuşak konsensüs" olarak tanımladıkları statüko politikasına son verilmesi gereğine olan sarsılmaz bir inanç var. Yeni muhafazakârlar, siyasetin dönüştürücü gücüne inanıyorlar. Ama bu, kendi doğrularının tartışılmaz biçimde uygulandığı bir siyaset anlamına geliyor. Uzun bir dönemden beri, sabırla oluşturdukları etki ağı ve ilişkileri kullanarak, can düşmanları olan "liberallerin", yani merkez-sol aydınların kamu alanında tecrit olmalarına, etkisiz kalmalarına özellikle önem veriyorlar. Fox TV’nin sahibi Robert Murdoch, aynı zamanda The Weekly Standard'ın da patronu. Wall Street Journal’ın yorum sayfalarının sorumlusu Robert Bartley, aynı zamanda W. Kristol'un sağ kolu ve kendini gizlemeyen bir yeni muhafazakârlık militanı. The New Republic, National Review, yukarıda adı geçen dergi ve gazeteleri tamamlayan yeni muhafazakâr yayın organları. Ama yeni muhafazakâr çevreyi, bir başkan adayının etrafında kümelenmiş bir siyasal ajitasyon hareketi olarak değerlendirmek yanlış olur. Bir siyasal düşün akımı olarak, onu besleyen siyaset felsefesi, strateji ve sosyoloji kaynaklarının olduğunu dikkate almak gerekiyor.

Le Monde gazetesinin önde gelen iki gazetecisi, "Filozof ve Stratejici" başlıklı uzun incelemelerinde, yeni muhafazakârlığın iki esin kaynağını öne çıkarıyorlar5 ünlü siyaset felsefecisi Leo Strauss ve strateji uzmanı Albert Wohlstetter. Yeni muhafazakârlar Leo Strauss'un öğretisinden iki öğeyi ön plâna çıkardılar. Birincisi, siyasal rejimlerin, her zaman ve her yerde, insanları biçimlendirdiği inancıydı. Modernlik, demokrasinin temelinde yer alması gereken ahlâkî değerleri, erdemi reddettiği için, "akıl" ve "uygarlık" üzerine dayalı değerleri kenara bıraktığı için, 20. yüzyılda iki "tiranlık" rejimine şahit olmuştu. Bunun sorumlusu ise, Mutlak İyi'nin varlığını kabul etmeyen, tarihselcilik ve görelilik kuramlarıydı. Halbuki dünyada "İyi ve Kötü rejimler" vardı ve Strauss'a göre, iyi rejimlerin görevi kötülere karşı kendini savunmaktı. Strauss, Amerikan rejimini, her ne kadar çıkarı erdemin önüne yerleştiriyor olsa da, "var olan rejimlerin içinde en az kötüsü" olduğuna inanıyordu. Strauss, "iyinin göreliliği"ni kabul etmek, tiranlığa karşı mücadele etme olanağını ortadan kaldırdığını belirtiyordu. Strauss'un yolunda ilerleyen Amerikan anayasacı akımı, Amerikan siyasal rejimini Mutlak İyi'nin yeryüzünde tecessüm etmiş hali olarak tanımladılar. Bunu daha ileride yeni muhafazakârlar, "Şer Güçleri" olarak tanımlayacakları rejimlere karşı, Mutlak İyi'yi temsil eden rejimin kendi güvenliğini ve dolayısıyla dünya barışını korumak için müdahale gereği olarak yorumladılar.

Strauss'dan aldıkları ikinci esin kaynağı, demokrasinin zayıf kaldığı sürece, tiranlığa karşı direnme gücü olamayacağı inancıydı. Demokrasi kendi adaletini uygulamak için güçlü olmalıydı. Yeni muhafazakârlar, bu güç politikasını, aynı zamanda iyi ve Doğru'yu temsil eden güçlünün politikası olarak yorumladılar. Güçlü olmak, karşı tarafın güçsüz olmasını gerektirir. Bu ise, Soğuk Savaş sırasında biçimlenen nükleer güç dengesine dayalı "karşılıklı caydırıcılık" siyasetinin bir kenara bırakılmasını gerektiriyordu. Uzun yıllar Pentagon'un danışmanlığını yapmış olan, Rand Corporation'da araştırmacı Albert Wohlstetter, Reagan döneminde bu yeni güç politikası ışığında Amerikan savunma stratejisinin kapsamlı bir değişikliğe uğramasına öncülük etti. "karşılıklı intihar" anlamına gelen ve bu nedenle başvurulması mümkün olmayan "nükleer güç dengesi" politikasının terk edilip, onun yerine sınırlı savaşlar, bazen taktik nükleer silâhların da kullanıldığı ama esas olarak "akıllı silâhlara" dayanan yeni bir savaş stratejisi geliştirilmeliydi. Bu çerçevede, nükleer silâhların sınırlandırılması anlaşmaları terk edilmeli ve ABD'nin nükleer üstünlüğü yeniden tesis edilmeliydi. Reagan döneminde "yıldız savaşları", oğul Bush döneminde "Füze kalkanı" stratejisinin yürürlüğe girmesi ve nükleer silâhsızlanma anlaşmalarından ABD'nin tekyanlı olarak çekilmesi bu yeni stratejik mülahazaların sonucuydu. Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi yeni muhafazakârlar bu yeni stratejik değerlendirmeler içinde ilk formasyonlarını tamamladılar. Rumsfeld'in II. Körfez Savaşı'nda Pentagon'a empoze ettiği, esnekliğe dayalı yeni savaş stratejisi, bu yeni askerî strateji yaklaşımının somut ürünüydü.

 Yeni muhafazakârların üçüncü esin kaynağı, "politically correct" siyasetine karşı şiddetli bir eleştiri salvosu başlatan, Allan Bloom. 1987'de yayımlanan The Closing of the American Mind adlı ve zamanında çok büyük yankı uyandıran kitabında, evrensel değerlere karşı kültürel göreliliği öne çıkaran yeni eğilimin, Amerikan ve dolayısıyla modern dünya düşününde çok büyük bir yıkıma yol açtığını iddia ediyordu. Bloom'a göre, günümüzde her şey bir "farklı kültür" olarak ele alınıyor ve bunların arasında olması gereken değerler hiyerarşisi kayboluyordu. "Uyuşturucu kullanma kültürü" ile "klasikleri okuma kültürü" arasında bir değer farkı kalmayınca, kültürün de bir değeri kalmaması doğaldı, İyi ve Kötü, Doğru ve Yanlış, Güzel ve Çirkin arasında bir fark gözetemeyen, her şeyi aynı düzeyde kültür değerleri olarak ele alan bir toplum, kültürün tükendiği bir toplum olabilirdi ancak. "Siyaseten uygunluk/doğruluk" ilkesi, bütün kültürleri eşit düzeyde ele aldığı için, demokrasi ve özgürlük aleyhtarı kültürlerle Batı uygarlığının değerlerini eşdeğer olarak görmeye başlamıştı. Bu ise, Batı uygarlığının ürünü olan demokrasi, bireysel özgürlük gibi ilkelerin savunulmasını imkânsız kıldığı gibi, Batı'nın kendi kendini çok sert biçimdeeleştirmesini zorlayan yeni bir durum yaratıyordu. Dolayısıyla Doğru ve İyi olan güçsüz, Yanlış ve Kötü olan ise, en azından siyasal meşruiyet açısından güçlü duruma gelebiliyordu. Bloom ve onu izleyen yeni muhafazakârlara göre, "politically correct" yaklaşımı, sadece Amerika içinde değil, dış siyaset konusunda da "demokrasi ve özgürlükler cephesini" güçsüz kılmıştı. Yeni muhafazakârlar ABD'nin yeni dış siyasetinin Kötü ve lyi'nin mutlaklığı üzerine yeniden biçimlendirilmesi için çaba sarfetmeye 1990'larda, Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra daha büyük önem verdiler. Üstelik, bu fikirleriyle, "polically correct" akımının güçlü biçimde yerleştiği Amerikan üniversitelerinde pek fazla tutunamadıkları için, içlerinden çoğu think thank kuruluşlarında, gazete ve dergilerde, Pentagon'da ve devlet içinde yer almak zorunda kalmışlardı. Bu konumlarını yeni güç politikasını oluşturmak için bir avantaj olarak kullandılar. Yeni muhafazakâr ideologlardan David Brooks, bu akım içinde yaygın olan bir inancı dile getirirken, temsil ettiği akımın esas rakibinin Amerikan solunun elitleri olduğunu belirtiyordu. Brooks'a göre, yeni muhafazakârlarla sol elitler arasında önemli bir fark var. Sol elitler, toplumsal düzene karşı mücadele ettiklerini iddia ederlerken, aslında hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü bu düzenden belki en fazla yararlananlar onlar. Asıl "devrimci" olanlar ise, bu toplumsal düzeni değiştirmek isteyen ve bunun için her türlü girişimde bulunmayı meşru gören yeni muhafazakârlar! Yeni muhafazakârlar, uluslararası hukuk temelinde inşâ edilmiş devletlerarası ilişkiler düzenini, toplumsal sorumluluk ilkesi üzerine inşâ edilmiş sosyal güvenlik rejimini, eşitlik ve hakkaniyet ilkeleri üzerine inşâ edilmiş toplumsal konsensusu yıkarak, hiyerarşi, otorite, aile, dinî değerler, bireysel çaba ve sorumluluk gibi Amerika'nın kuruluşundaki geleneksel kültürel değerlere dönüşle harmanlanmış bir muhafazakâr-liberal sentezi savunuyorlar. Bu sentez, "büyük anlatının sona erdiğini" ilân eden, bu çerçevede bilgi, kültür, siyaset, sanat alanlarındaki normların göreli olduklarını, bunların aşkın bir üst normun türevleri olmadıklarını iddia eden postmodernizme karşı cephede yer alıyor. Modern öncesi geleneğin değil, 19. yüzyıl ortamında biçimlenmiş Amerikan modernliğine dönüşü öneriyor. Öneriyorlar demek aslında o kadar doğru değil. İyi, Doğru ve Güzel'in mutlak anahtarlarının kendilerinde olduğuna iman ederek, insanlığa bunu empoze etmeyi tasarlıyorlar. Bu anlamda, 19. yüzyıl kolonyalizminin kendini meşru kılmak için öne çıkardığı, "gayrı medenî dünyaya medeniyet götürmek" misyonunun daha modern bir versiyonunu bugün hayata geçiriyorlar. "Yeni-muhafazakâr devrim", yeni bir kültürel ve siyasal kolonyalizmin meşruiyet kılıfı işlevi görüyor ve bu işlevi önümüzdeki dönemde daha da fazla üstlenmeye hazırlanıyor. Bu açıdan ele alınca, yeni-muhafazakârlığın modernlik içinde bir tür "devrim" olduğu elbette söylenebilir. Diğer devrimler, genellikle kendileri dışında gelişen bir kaos ortamından yararlanarak iktidarı ele geçirirlerken, yeni-muhafazakârlar kaos yaratarak dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin kurumlarını oluşturmayı hedefliyorlar.6

* Bu yazı, Birikim Dergisi’nin 169. sayısından alınmıştır.


 

1 Nicolas Kessler, Le conservatisme américain, Presses Universitaires de France, Paris, 1998, s.10.

2 A.g.e, s.25.

3 Roger Chaland, “Notes sur le conservatisme, le libéralisme et ses néo”, Hermes: revue critique, 3, 1999.

4 Nicolas Kessler, a.g.e, s.11-12.

5 Le Monde, 16 Nisan 2003.

6 Bu konuda bkz. Ömer Laçiner’in Birikim’in bu sayısındaki yazısı ve Alain Joxe, Kaos İmparatorluğu, İletişim Yayınları, 2003

Ek bilgiler

  • Yazar: Ahmet İnsel
  • Yıl: 2002
Ara...