2005 yılını, Avrupa’yı bildiğimiz Avrupa yapan temel paradigmaların, küreselleşme politikaları bağlamında çöküşünün bir dönüm noktası olarak tanımlamak mümkün. Modern demokrasinin unsurları arasında sayılan bizde de kısmen “muasır medeniyeseviyesi”nin referansları olarak kabul edilen –bir kısmının doğum tarihi 200 yıl önceye, bir kısmının da geçen yüzyıla kadar uzanan– “sosyal refah toplumu”nun, “hukuk devleti”nin, “toplu sözleşme süreçleri”yle belirlenmiş demokratik katılım olanaklarının, “çok kültürlülük”ün, “kişi hak ve hürriyetleri”nin, “din ve vicdan özgürlüğü” ile “laisizm”in temellerini sarsan gelişmelerin hepsi neredeyse 2005 yılında veya bu yılı da kapsamak üzere son iki yılda gerçekleşti.
Bu unsurlar, öteden beri modern demokrasinin olmazsa olmaz değerleri arasında sayılıyor ve kalkınma politikaları kapsamında da 20. yüzyıl modernleşmesinin başlıca ölçütlerini oluşturuyorlardı. Uluslararası Para Fonu’nun iktisadi ve politik yaptırımlarına maruz kalan kalkınmakta olan ülkelerin, yükümlülüklerini artırmanın bahanesi olan düşük karne notlarının açıklayıcısı da, Avrupa demokrasisini çağrıştıran “özgürlükler ve insan hakları”nın az gelişmiş ülkelerdeki eksik kurumlaşmasıydı daima. Yaşlı kıta, yaygın kanıya göre, bütün ulusların varması gereken toplumsal olgunluk düzeyinin temsilcisi, demokrasinin kalesi, refah toplumunun teminatı; yıkılmaz değerlerin bekçisiydi. İşte
son zamanlarda bu imgenin kendisi ve nesnesi tahtından devrilmiş durumda. Avrupa’da artık demokrasi ciddi bir kriz yaşıyor.