TCK 301. maddesinin ünü neredeyse eskilerin TCK 141. ve 142. maddelerinin ününü aştı. AB’ye uyum sürecinde 765 sayılı TCK’ nun 159. maddesi yerine 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni 5237 sayılı TCK'nın 301/1. maddesi esas olarak Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak, Perihan Mağden vd. bu maddeyi ihlal ettikleri gerekçesi ile gündeme geldi. 301. maddenin eleştirisine geçmeden önce, önceli 159. maddeye kısaca bir göz atmakta yarar var.
1926 yılında yürürlüğe giren 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, İtalya’da 1930 yılında kabul edilen yeni ceza kanununa göre tadil edilmiştir. TCK’ya faşist Mussolini’nin ceza kanunu ilham vermiştir.
765 sayılı TCK’nın 159. maddesi şöyledir. “Türklüğü, Cumhuriyeti, Büyük Millet Meclisini, Hükümetin manevi şahsiyetini, Bakanlıkları, Devletin askerî veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya Adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler bir seneden altı seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır (Bu fıkradan yargılananlar Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanır).
Birinci fıkrada beyan olunan cürümlerin irtikâbında muhatap sarahaten zikredilmemiş olsa bile onlara matuŞyetinde tereddüt edilmiyecek derecede karineler varsa tecavüz sarahaten vukubulmuş addolunur.
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına veya Büyük Millet Meclisi Kararlarına alenen sövenler 15 günden 6 aya kadar hapis ve 100 liradan 500 liraya (para cezaları daha sonra güncellenmiştir) kadar ağır para cezası ile cezalandırılır (Bu fıkradan yargılananlar Asliye Ceza Mahkemelerinde yargılanır).
Sosyalist sistemin baskısının ortadan kalktığı, işçi hareketlerinin etkin olamadığı bir zaman diliminde giderek bütünlüğünü perçinleyici adımlar atmaya çalışan Avrupa Birliği (AB) Fransa ve Hollanda'da yapılan referandumlarda Anayasa'ya hayır çıkması ile ciddi bir sarsıntı yaşıyor gibi görünmektedir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Japonya'nın kıskacındaki AB "rekabet gücü yüksek sosyal piyasa ekonomisine" dayanan güçlü bir ekonomiye sahip olmak istemektedir. Lizbon Zirvesi, AB Anayasası ve Bolkestein Yönergesi gibi AB'nin en temel belgeleri bu güçlü ekonomiye nasıl ulaşılacağının da işaretlerini taşımaktadır. Yıkıcı bir rekabetin yaşandığı böylesi bir ortamda sosyal hakların AB Anayasasında kendisine yer bulması elbette ki önemlidir. Ancak, sorun Anayasa'da kendine yer bulan bu hakların uygulamada kendisine ne kadar alan bulacağıdır. Zira, ABD ve Japonya'nın kıskacındaki AB, bunlarla rekabet ederek güçlü bir ekonomik yapıya sahip olmak istiyorsa, sosyal politikanın konusunu ve kapsamını gözden geçirmek zorundadır. Nitekim, son yirmi yıldaki gelişmelere bakıldığında hem tek tek ülkeler açısından, hem de AB politikaları açısından sosyal politikanın konusunun ve kapsamının daraltılmaya çalışıldığı, bu konuda göz ardı edilmeyecek düzeyde mesafeler kat edildiği görülmektedir. Anayasadaki sosyal politikaya yönelik düzenlemeler ne kadar iyi niyetli yorumlanırsa yorumlansın, "rekabet gücü yüksek" bir ekonomi oluşturmak ve ABD ile Japonya'nın kıskacında kurtulmak için bir "maliyet unsuru" olarak görülen sosyal politikanın konusunu ve kapsamını mutlaka daraltmak gerekmektedir. Kuşkusuz bu durum emek ile sermaye arasındaki mücadeleyi gösteren çalışma ilişkilerini de etkileyecektir. Bu etkinin hangi yönde olacağını anlamak için ABD, Japonya ve AB'nin çalışma ilişkilerine yönelik bazı temel göstergelerine bakmak gerekmektedir.
TRT’nin 3 Ağustos 2002 tarihinde çıkarılan yasanın anadilde yayın hükmünün gereğini yaklaşık iki yıl sonra yapması, demokrasi ve insan hakları açısından önemli bir başarı olarak değerlendirildi.
TRT ile RTÜK kafa kafaya verdi ve bu yasanın nasıl işletilmemesinin yolunu-yordamını bulmaya çalıştı; yayın için ortak hazırladıkları yönetmenliğe rağmen, yasanın uygulaması 7 Haziran 2004’e kadar geciktirildi.
Birlikte hazırladıkları yönetmenlik bile, Danıştay’da dava konusu oldu.
TRT’nin ana dilde yayına hazırlandığı denildiği bir dönemde, yönetmenliğin gereğini yerine getirmeyerek Danıştay’a, Genel Müdür Yücel Yener’in önderliğinde bu durum Anayasa’ya aykırı diyerek, 17 Şubat 2003’te dava açtığını ve bunu da, ancak RTÜK’ün savunma vermesiyle dört ay sonra öğrenebildik (Radikal, 16 Haziran 2003).
Ve 2003 haziran ayından 2004 haziran ayına kadar, resmen bir traji komik yaşandı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “TRT’de anadilde yayın sakıncalıdır” derken, bir diğer bakan Beşir Atalay ise, “Hem kamu hem de özel televizyonlarda yayın uygundur” (Radikal, 18 Haziran 2003) ifşaatında bulunurken, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu da, “Kürtçe yayın yapan özel televizyonlar olmalı” (Hürriyet, 10 Haziran 2003) değerlendirmesi yaptı.
Toplumların ekonomik, sosyal, politik ve kültürel yapıları ile ilişkiler sistemindeki değişimlerle ortaya çıkan göç, çok eski zamanlardan beri insanlık tarihinin önemli bölümlerinden birisini oluşturmuştur. Göç, aynı zamanda bu yapıların dönüşümlerine de yol açan bir mekan değiştirme eylemidir. Bu nedenle de, göçün tarihsel ve toplumsal gerekçelerinin yanı sıra sonrasında ortaya çıkabilecek durağan/dinamik etkileri toplumların yeniden yapılanmasında önemli bir işlev üstlenmektedir. Bu durum, üretim ilişkilerindeki değişim çerçevesinde kapitalist topluma geçiş ile birlikte, göçün ulaştığı boyut ile daha da açıklık kazanmıştır. Çünkü, kapitalizmin gereksinimleri ve öncelikleri, bireyin geçmişe göre daha özgürleşmesini ve buna bağlı olarak emeğini de işgücü pazarına sunma hakkını elde etmesini gerektirmiştir. Böylece göç, emeğin mekanda üretiminin daha etkin kılınmasını sağlayacak işgücünün yeniden dağılımı ve yeniden örgütlenmesi sürecinin önemli bir parçası olmuştur.Bu yolla, kişinin mekanlar arası hareketi, yalnızca emeğin değil sanayiinin ve tüketicinin (pazarın) de yer değiştirmesi ile sistemin devamlılığını sağlamış, hem üretimin gerçekleştirilmesi ve sürekliliği, hem de yeniden örgütlenmesine kaynak oluşturmuştur.
Göç, makro ölçekteki etkileri ile yalnızca yer değiştirilmesine konu olan iki mekan arasındaki hareketliliğin ötesine geçerek, göçe konu olmamış mekanları, bireyleri veya toplumsal yapıyı da etkileyen bir sürece dönüşebilmektedir. Bu yapısı göçün yerine göre ekonomik/ politik bir tercih veya bu tercihleri ifade eden bir yönlendirme aracı olarak da kullanılabilmesini sağlamaktadır.Özellikle 20.yüzyılın ikinci yarısında,azgelişmiş ve gelişmekte olan bir çok ülkede (içe ve dışarıya) göç, modernleşme ve dünya pazarlarına entegrasyon süreçleri ile ortaya çıkan sosyal krizin ürünlerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkelerin toplumsal yapısında önemli bir yer tutan kırsal nüfus, ithal ikameci kalkınma çerçevesinde uygulanan ekonomik ve tarımsal politikalar sonucunda kentsel alanlara yönelmiştir. Hemen her durumda istihdam beklentisi içindeki göçmenler, endüstriyel veya kentsel alanlarda yoğunlaşmış ve ulaştığı mekanda dikkate değer etki yaratmıştır.
I - DÜNYA
Irak savaşı askeri, politik, ekonomik ve kültürel anlamda tek süper güç olan ABD’nin hegemonyasını dayatması anlamına geliyor. Petrol kaynaklarının ve taşıma yollarının kontrolü ya da durgunluk içinde bulunan Amerikan ekonomisinin askerileştirme yoluyla harekete geçirilmesinden öte bir anlam taşıyor. Bu operasyon 21.yy dünyasının kontrolünün sağlanması mücadelesinde önemli bir kilometre taşı olarak değerlendirilmelidir.
ABD için en kritik nokta hiçbir ülkenin kendini “küresel güç” olarak tanımlayarak dünyanın efendisine kafa tutmayı denememesidir. ABD’nin hegemonyasını kabul etmek ve stratejik çıkarlarına uygun davranmak şartıyla, her ülkeye bir yaşam ve manevra alanı tanınabilir, o ülke yeni ve esnek koalisyonlara dahil edilebilir.
ABD’nin hegemonyasını dayatırken önüne çıkan, “ulusl ararası topluluk” kurum ve düzenlemelerini kaale almadığının vurgulanması çok önemliydi. George W.Bush’un başkanlığı devralmasıyla birlikte küresel ısınmaya karşı Kyoto Protokolü’ne imza koymayı reddetmesi, Anti-Balistik Füze Anlaşması’nı tek taraflı iptali, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı çıkması, kara mayınlarının ve biyolojik silahların yasaklanması anlaşmalarını hiçe sayması hep bu yönde atılmış adımlardır.
1)Giriş
ABD ve AB’nin Kıbrıs politikasının tanımlanması aynı zamanda Kıbrıs’ın bir “sorun” olarak uluslararası topluluğun(Birleşmiş Milletler’in) gündeminde yer alış nedenleri ile, Kıbrıs ile ilgili tarafların[1] aralarındaki ilişkilerin de değerlendirilmesini kapsamaktadır. Bu yaklaşım Kıbrıs’a ilişkin birçok olgunun ele alınmasını beraberinde getirerek, Kıbrıs başlığının zor ve kompleks bir sorun olarak tanımlanmasına neden olmaktadır. Oysa ki, adanın uluslararası topluluğun gündemine giriş nedenleri irdelendiğinde “aşılması zor ve kompleks sorunun”, gerekçelerini sadeleştirmek mümkün olabilmektedir.
Kıbrıs’a duyulan ilginin gerekçeleri farklı yaklaşımlar ön plana çıkartılarak tanımlansa da, Kıbrıs’ın jeopolitik konumu ilgili tüm taraflar açısından önemli bir unsurdur. Kıbrıs ile ilgili herhangi bir tarih ya da inceleme kitabında; adanın tarih boyunca farklı krallıklar, imparatorluklar ya da ülkelerin eline geçiş nedeninin arka planında Doğu Akdeniz’e hakim olma düşüncesinin yattığı ortaklaşan bir saptama olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıbrıs, Akdeniz bölgesinde, Asya, Afrika yollarının kavşağında demir atmış, “dünyanın en büyük uçak gemisidir”[2], ifadesi bu gerçekliği en yalın biçimde özetlemektedir. Günümüzde de bu yaklaşımın değişmemiş olduğu görülmekte, adanın gerçekliği ironik bir şekilde gözler önüne serilmektedir.
Avrupa Birliği’nin ekonomik ve sosyal açıdan bütünleşme sürecinde en sorunlu alanlardan biri olarak işçi sendikaları görüldü. İşçi hareketine örgütlü olarak yön verecek bu sendikaların etkisinin kırılması gerekiyordu. Bunun için ise iki yol vardı. Biri, sendikaları bütünleşme sürecine ikna etmek ve bu süreci birlikte sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmek; ikincisi ise bütünleşme sürecine karşı çıkılması halinde sendikaları etkisizleştirmektir. Bütünleşmeye destek veren sendikalar korporatist ilişkiler çerçevesinde güçlendirilmeye çalışılırken, karşı çıkanlar zayıflatılarak etkisizleştirilmeye çalışıldı. AB’nde son yirmi yılın sendikacılığı biraz da bu bakış açısı ile yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bir dönemdir. Bu nedenle bu süreci biraz daha ayrıntılı değerlendirmek yararlı olacaktır.
1970’li yılların başında Avrupa Birliği’ni oluşturma düşüncesine ve sürecine sol sendikalar karşı çıkarken, sağ ve merkez sendikalar destek vermişlerdir. Merkez ve sağ eğilimli sendikaların desteğinin arkasındaki düşünce, ekonomik ve sosyal nedenlerin yanı sıra birleşik bir Avrupa’nın Dünya’nın önemli güçlerinden biri olacağı yönündeki beklentidir.[1] Bu beklenti içinde olan sendikalar hızla korporatist ilişkiler ağı içinde yer almış, komisyonlar ile iyi ilişkiler kurmuşlardır. Kuşkusuz bu iyi ilişkilerin karşılığında bu kurumların karar alma süreçlerine de dahil edilmişlerdir.[2] Ancak, 1970’li yılların başında iyimser bir şekilde AB sürecine destek veren sendikalar izleyen yıllarda beklentilerinin karşılanmadığını da görmüşlerdir. Bu türden beklentilere en iyi örneği Almanya’nın güçlü sendikası DGB’nin istekleri oluşturmaktadır. Bu istekleri şöyle özetlemek mümkün: Ekonominin farklı düzeylerde demokratikleştirilmesi; sermaye ve gelir dağılımında daha büyük adaletin sağlanması; çalışma şartlarının iyileştirilmesi; çok uluslu şirketlerin Avrupa düzeyinde denetlenmesi politikasının izlenmesi.[3] Bu türden beklentiler sadece DGB’ye özgü değildir, Fransa’da CGT dışındaki sendikalar, İtalya’da CGIL dışındaki sendikalar, Belçika’da CSC ve FGTB, Hollanda’da FNV, CNV ve MHP, Danimarka’da LO (bütünlüklü olmasa da çoğunluklu olarak) da AB sürecini destekleyen ve DGB gibi bazı olumlu beklentiler içinde olan sendikalardır. Bugünden bakıldığında bu beklentilerden hiç birinin gerçekleşmediğini, ancak beklentilerin tersi yönünde önemli gelişmelerin olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle Çok Ülkeli Şirketler beklentinin tersine AB’yi denetleyip yönlendirmekte, sendikasız bir AB oluşturmak için büyük çaba sarf etmektedir.
Başlıca “küreselleşme” merkezlerinin (ABD, AB) planlı ve programlı ilerleyişinin ihtiyaçları doğrultusunda gerekli kararları almaya siyasal bakımdan hazırlanamayan Türkiye’nin egemen sınıfları, içine sokuldukları tek yönlü kanalda, hızla geçip giden zamanı yakalamaya, kendi sınıf içi ilişkilerini ve siyasal geleneklerini “kıra-döke” ilerlemeye çalışıyor. Küreselleşme süreçlerinin bir parçası olmak için köklü değişiklikler gerçekleştirmeye çalışırken, hem kendi sınıfı içinde bölünüyor, hem de sert sınıf mücadelelerini göze almak zorunda kalıyor. “Dönemece” girerken, kitlelerin muhalefetinin en alt düzeyde tutulması gerektiğinden, siyasal inisiyatif için yeni araçlara ihtiyaç duyuyor.
Öte yandan, özellikle AB söz konusu olduğunda, küreselleşme sürecinin bu ayağının ancak sosyal-demokrat partiler eliyle yürütülebileceği bilindiğinden, “yeni partiler”in kurulma çalışması da hızlandırılıyor, “eski” partilere yeni taktikler aranıyor.
Belki de en hazırlıksız olunan alan burası.