Geçerken bir not daha düşmek gerekiyor. Kapitalist ülkelerde komünist belediyecilik pratiği geçmişten bugüne hep var olmuştur. Bütün örnekleri aynı kapsama sokulamayacaksa da, komünist belediyeciliğin halk katılımı, halk örgütlülüğü, kamu hizmeti kategorilerinin piyasa kurallarına, meta ve sömürü ilişkilerine karşı dokunulmazlığının sağlanması, emekçilerin toplumsal, kültürel kazanımlarının geliştirilmesi gibi yönleri olmak gerekir. Bu tür “kapitalist-olmayan” unsurların, içinde yaşanmakta olan kapitalist ilişkiler ağına karşı ekonomik veya toplumsal bir koruma altına alınması söz konusu olamayacağına göre, komünist belediyeciliğin tanımlayıcı birincil koşulu komünist parti bağı, güvencesi de partinin ideolojik, siyasal tutarlılığı ile örgütsel gücü olacaktır. Türkiye tarihinde de kimi ileri örnekler var elbette. Ama gelenekselleşmiş bir komünist ya da sol belediyecilikten söz etmeyi mümkün kılacak kadar değil.
Solcunun “ev önü” hapsi
Parantezi kapatıp bugünün Türkiye’sinde sol projeciliğe dönelim. Bu yaklaşımın belirli genel tezleri ve varsayımları bulunuyor. Kimileri “herkes evinin önünü süpürse...” deyişinin insanlara uygarca bir sorumluluk yüklemesinden hareketle solcu bir içerik taşıdığını sanabilirler. Oysa herkesin yalnızca kendi evinin önünden sorumluluk hissetmesi meydanları pislik götürmesi gibi pratik bir sonuç verebileceği gibi bu bilincin yolunun burjuva bireyciliğiyle, özel mülkiyet ideolojisiyle çakışma olasılığı da yüksektir.
Toplumsal sorumluluk duygusunu kişinin kendinden ve en yakın çevresinden başlatan önermelerin bir de çocuk pedagojisinde yeri olabilir. Gerçekten de yerel inisiyatiflerin, yerel kültürel mirasın korunması benzeri hedeflerin, doğrudan demokrasinin olanaklı olduğu küçük ölçeklere sempati beslemenin bu çocuk pedagojisiyle ortak paydası var. Burada sorun ne insanların yerel kültürel mirası koruma ve geliştirme güdülerinde, ne katılımcılığın örgütlenmesinde. Sorun bu birey ve grup etkinliğinin sınıfsal ve toplumsal bilinç ve eylemi ikame etmesinde, gereksizleştirmesinde, hatta tasfiyesinde işlev yüklenmesidir.
Kapitalizm içinde bulunduğumuz evresinde artan otoriterlik dozajını tam da bu demokrasi oyunuyla dengeliyor. Bu gerçeği ihmal ettiğimizde örneğin belirli bir yöre sakinlerinin toplumsal yaşamın yerel boyutlarıyla ilgili bir pratik içine girmelerini iyi niyetli bir yoruma tabi tutmak ve bunu bir bilinçlenme aşaması saymak mümkün olabilirdi. Oysa yerel bilinç ve pratik doğrudan ve merkezi mekanizmalar sayesinde bir bilinçlenme sürecinin mütevazı aşaması değildir; tam tersine yerelcilik siyasallaşmanın önünde takoz işlevi kazanmaktadır. İyi niyetli yorum, tam da oyun çağdaş kapitalizmin tanımladığı bir sahnede oynandığı için çökmektedir. Bugün yerel bilinç pozitif veya nötr değil, yerelci bir sapma niteliğini kazanmıştır.
Üstelik yerelcilik iki yönde işlev görüyor. Bir tarafta 19 ve 20. yüzyıllarda metalaşma rüzgarının es(e)mediği kamusal ekonomi alanlarına, hatta kılcal damarlara yönelen, beraberinde büyük ve uluslararası sermayeyi de taşıyan yerel sermaye var. Diğer tarafta ise aynı olgunun “resmi” muhalefet misyonunu üstlenen yerel inisiyatifler, meclisler, platformlar... Kuşkusuz demokratik öğeleri de içinde barındırabilen bu tür girişimler “majestelerinin muhalefeti” konumundadırlar, çünkü sermaye saldırısının ancak siyaset düzleminde verilecek bir mücadele yoluyla ve merkezi siyasal iktidardaki bir dönüşüme bağlı olarak durdurulabileceğini pas geçmektedirler. Sosyalist sistemin çözülmesi, kapitalist iktidarların tahkim edilmiş yapıları, ideolojik mücadelenin tekellerin mülkiyetindeki büyük kitle iletişim araçlarınca kurutulması, bütün bunlar “küçük güzeldir” söyleminin gözü kara savunucusu olmayan sol kesimlerde bile “az ile yetinme” mantığını beslemektedir.
Solda yerel yönetimler ve doğrudan demokrasi açısından kantarın topuzu kaçabilmekte ve bu alan kapitalizm tarafından “demokratın oyun bahçesi” olarak tahsis edilmektedir.
Yerel seçimlerde “emekten yana adayları parti aidiyeti gözetmeden” desteklemek, “çevreye özen gösterenleri” aday çıkartmak, sakinlerin aktif hale getirilmesi, yerel programlar, projeler, bunlar topluca siyasetten kaçışın kodları haline geldi. Parti kavramını ve siyasal örgütlülüğü önemsizleştiren bu kodlamaların sonunda her bir yerleşim alanında güçlü olanın arkasında sıraya girilir. Seçmen davranışı parti kriterinden sapmaya açıkça çağrılır. Önemli olan başkan adayıdır. Başkan adayının parti kimliğinin önemsizleştiği yerde seçmenlerin ülke ve toplumun genel sorunları, sınıfsal konular, ideolojik ayrışmalar gibi boyutları da pas geçmeleri istenmektedir aslında.
Parti ve siyasal mücadele kategorilerinin geri plana itilmesi abartılı bir eleştiri sayılmamalıdır, çünkü yerelci bilinç liberal, devrimci demokrat, Kürt ulusalcısı, sosyal demokrat, sivil toplumcu, AB’ci, NATO’cu, anti-emperyalist, işçici, Filistinci ve İsrailci kesimleri bir araya getirebilmektedir.
Parti ve siyasal mücadele kategorilerinin üstünün örtülmesi rastlantı da değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde burjuva egemenliğinin hem başlıca dayanaklarından hem de hedeflerinden biri siyasal alanın kurutulması, daraltılması ve kitlesizleştirilmesidir. Bu unsur sol siyasete de yansımış bulunuyor.
Seçmen davranışını yerel kriterlere göre özgünleştirmek sonsuz bir çeşitliliğe kapıyı açmaktadır. Belli bir partinin belli bir yerellikteki bir üyesinin insanlardan nasıl oy isteyeceğini bir düşünün. Karmaşık bir çizelge hazırlayarak yerel yönetimlerin her bir mevkii için başka bir partinin adayına işaret etmesi pekala mümkündür. Büyükşehir belediye başkanlığı için B, ilçe belediye başkanlığı için C, beldede D partilerine, muhtarlıkta ise E partisi üyesi olarak tanınan x kişisine... Tüm bunları dinleyen ve olağan zamanlarda bu partilerden herhangi birinin yakın izleyicisi olmayan, ancak sola eğilim gösteren bir seçmenin birliğin tılsımını hissedeceğini sanmayın. Seçmenimizin “en iyisi boşvereyim” sonucuna varması daha güçlü bir olasılıktır.
Seçmen davranışındaki bu tanımsız bölünmüşlük durumunun farklı biçimlerde n sayıda yerellikte tekrarlandığını düşünün. Bu farklı durumların her birinin mutlaka bir açıklaması, gerekçesi olmalıdır. Yine pek muhtemelen her bir parti için açıklamalar da farklılaşacaktır. Kimileri bu tabloyu yerel dinamik ve inisiyatiflerin sonsuz zenginliği, bir kültürel çeşitlilik ve demokratikleşme doruğu olarak algılayabilirler.
Bu kavramlarla yarışa girmemiz mümkün değil. Ancak örneğin çeşitliliğin doruğuna çıkarken bol bol kullanılan AKP’nin temsil ettiği sermaye saldırısı, emperyalizme teslimiyet gibi merkezi mücadele başlıkları için artık tek söz kalmıştır: geçmiş olsun!
Bu yerel faktörlerin ortak özelliği bir araya getirilememeleri, birlikte bir soyutlama oluşturamamalarıdır. Yerelci politikanın yüzü toplumsal düzeyde genelleştirmelere değil, derinliklere dönüktür. Bir yerellikte bu politika doğrultusunda çalışan insanlar, komşu beldedeki yoldaşlarıyla bir ortaklık yakalayamayacaklardır. Sonuçta yerel damarlarda durmaksızın ayrışan politikalar ülke sathında buharlaşırken “sermaye saldırısı” rakipsiz yüceleşmeye devam eder.
Elbette solda bu tablonun dışına çıkan kimse olmazsa... Neyse ki solun önüne kurulan bu tuzakların farkında olan ve işine, sınıf mücadelesine bakan bir parti var.
Küreselleşme labirentleri
Son dönemlerin iki moda terimi var: Küresel ile yerel. Genel olarak “küresel” kâr oranlarını yükseltmek gibi bir işleve sahip. Yerellik ise solcuları hapsetmeye yarıyor.
Bu ikisinin arasına siyasal mücadele ve iktidar denk düşüyor. Küresel ve yerel eksenlerin arasındaki siyasal iktidarın örtüştüğü ulus-devletlere ne olduğunu da biliyoruz. Emperyalizmin güncel yapılanması dünya kapitalist piramidinin orta ve alt basamaklarındaki ulus-devletler açısından güç kaybını ifade etmektedir. Bu sürecin kendine özgü, “milli” tepkileri provoke etmemesi, giderek belirli bir siyasal akıma ve ideolojik tutuma yol vermemesi düşünülemezdi.
Ulus-devlet komünistler için sınıflar mücadelesinin zeminini ve siyasal iktidar hedefini ifade ettiği için anlamlı bir kategoridir. Yoksa marksistlerin ve işçi sınıfının tarihsel görevler listesinde kapitalist ulus-devleti sahiplenmek bulunmuyor. Ulus-devlet işçi sınıfının taraf olabileceği modern sınıflar mücadelesinin çerçevesini çizmesi nedeniyle marksizmin gerisine gitmeyeceği, gidemeyeceği bir eşik oluşturur. Ancak marksizmin sorunu mevcut olanı muhafaza etmek değil, aşmaktır.
Bu parantez en genel hatlarıyla kapitalist ulus-devletin önem yitirmesine karşı gelişen tepkisel akımlarla komünizmi ayrıştırmaya yeterli olsa gerek. Ancak bu ayrıştırmadan geriye çeşitli sorular kalıyor:
Bir soru komünistlerin liberalizm ile ulus-devletçilikten hangisine daha yakın olduğu biçimini alabilmektedir. Sanılanın aksine “eşit mesafe” yanıtı doğru olmayacaktır. Komünist hareket veya marksist düşüncenin kendisi ile diğer akımlar arasındaki mesafe eşit değildir. Daha doğrusu bütün siyasal ideolojik konumların birbirleri arasındaki mesafenin eşit olması herhangi bir zamanda herhangi bir yerde mümkün değildir.
İçinde bulunduğumuz dönemde liberal “küreselleşmeciliğin” uluslararası sermayenin başat eğilimini temsil ettiği, sınıfsal saldırının karakterini oluşturduğu kabul edilmelidir. Liberalizmin kuşkusuz sol varyantları bulunmaktadır. Demokratiklik, insan hakları, yurttaş hakları, kültürel özgürlükler, genel olarak özgürlük gibi temalar sol ve sağın çekişme eksenleri olmaya devam edeceklerdir ve bu eksenler durmaksızın sol-liberalizme beslenme kaynaklığı edeceklerdir. Ancak bir yandan da AB’ci demokrasiciliğin kapitalist militarizm karşısındaki dayanıksızlığı, “emeğin Avrupa’sı”nın sendika bürokrasisi olarak yozlaşma hızı, yurttaş ve insan haklarını kapsayan sivil toplumculuğun sivil sermayeye giysi olması, kültürel zenginlik ve çeşitliliğin küçük şovenizmlere evrilmesi... Bütün bunlar bir şeyi gösteriyor: Sol-liberalizmi kurumsallaştırma ve sistematikleştirme yönündeki her gelişme ikilinin solunun budanmasına liberalliğinin burjuvalaşmasına yol açmaktadır. Liberalizmin sol varyantları ancak belirli ve sınırlı bir aralıkta hayat bulabilecekler gibi görünüyor. Sınırlar belirginleştikçe sol-liberal bir hareket buharlaşmakta, yerine yenileri doğmaktadır.
Ulus-devlet zeminli burjuva veya orta sınıf akımları ise genel olarak sosyalist ideolojiler ile etkileşime daha açık bir görüntü veriyorlar. Örneğin dünya kapitalizminin güncel yönelimlerinin burjuva ulus-devleti zayıf düşürmesine karşı doğan bir tepkinin bir sistem olarak (ille de bütünlüklü ve üretim ilişkileriyle tanımlı olarak değil, ama sistemin ayrılmaz unsurlarına karşı tutum alarak) emperyalizmi sorgulamaya başlamasının önünde büyük engeller bulunmamaktadır. Türkiye’nin kendi güvenliğini teknik anlamda elinde tutamadığını saptayan bir ulus-devletçi, düşünmeye devam edecekse ülkenin NATO üyeliğine itiraz etmek durumundadır. Ülke ekonomisinin sektörel yapısına emperyalizm tarafından getirilmek istenen yeni düzenlemelerin belirli nüfus kesimlerinin aleyhine olduğunu gören bir ulus-devletçi, bu işin dünya kapitalizminin verileri içinde bir çıkışı olamayacağına varmakta zorlanmayacaktır. Planlama nosyonunun, kamu hizmetlerinin, devlet mülkiyeti ve kamu girişiminin tasfiyesinin ulusal bir yıkım anlamına gelmesi ile arkasında sermayenin kâr hırsının bulunması arasında da fazla bir mesafe yoktur. Siyasetin kendisi bütün bunların sınıfsal arka planını gözle görülür hale getirmektedir.
İşin belki de en ilginç yanı emperyalist-liberal dalgaya karşı ulusalcı kaleler kurmak, Türkiye örneğinde olduğu gibi 1930’ların otarşik rüyalarına sığınmak sözcüğün gerçek ve yalın anlamıyla aptalcadır. Buradan bir model, bir perspektif türetilmesi mümkün değildir. Ulus-devletçinin ayaklarının altındaki toprak un ufak olmakta, kaymaktadır.
Bu koşullarda ulus-devleti esas alan (almakta da ısrar eden) tepkisel akım için “toplumsallaşma” kapıları kapanacaktır. Toplumsallaşmadan görüşlerin geniş kitleleri sarmasını anlayabileceğimiz gibi, dört başı mamur ya da tam teşekküllü denen türden bir bütünlük oluşturmayı, sistemleşmeyi de anlayabiliriz. Her ikisi de olanaksız. Milliyetçi ideolojinin sürekli aşındırıldığı koşullarda, kendisini iki arada bir derede tutan, doğallıkla gündeme gelen sorulardan kaçan bir akım nasıl ve neden kitlelerce tutulsun, tutarlılık ve iç bütünlük edinsin?
Bir örneğini geçtiğimiz Ocak ayında bir general vermemiş miydi? Hatırlayacaksınız; generalin tüm bültenlerde birinci haber olan (köy meydanında yaptığı) konuşmasına göre, birincisi, batı ve/veya emperyalizm Türkiye’ye düşmandı; ikincisi, içeride işbirlikçiler ve/veya hainler vardı; üçüncüsü, Türkiye batıdan ve/veya emperyalizmden kopmayı, bunlara karşı mücadele etmeyi değil uzlaşmayı hedeflemeliydi! Son cümle baştan yazılmıştır. Türkiye’de kapitalizmle mücadeleyi reddeden bir yaklaşımda tutarlılık aramak beyhudedir. Böyle bir dizgenin köşe yazarlarını ve stratejistleri analiz yapmaya sevk etmesi mümkündür, ama sokaktaki insanları ne heyecanlandırabilir, ne de bağlılık duygularını besleyebilir.
Özetle ulus-devletçi yaklaşımlar sistematik kurmaktan acizdirler. Bu durumda geriye tek işlev kalmaktadır: bu yaklaşımlar bir yönetme üslubu, iktidar mekanizması olarak iş görebilirler. Zaten ulus-devletçi Denktaş’ın daha aklı selim destekçileri, yalnızca Ankara-Lefkoşa çelişkisinin açığa vurulmasını, “Türk tarafı”nın pazarlıkta elinin zayıflatılmasını eleştirmekle yetinmektedirler.
Geldiğimiz nokta itibariyle sorunun bir mesafe ölçümüne sığdırılamayacağını belirlemiş olduk. Liberaller liberalleştikleri yani kendi sistemleri içinde yol aldıkları ölçüde soldan uzaklaşırlar, ulus-devletçiler ise sola meyil gösterirler. En azından bugün dünya konjonktürü bu yönde işaret vermektedir. Ancak sol açısından dikkat edilmesi gereken diğer nokta marksistlerin ulus-devletçilerden öğrenecek herhangi bir şeylerinin olmadığıdır. Söz konusu olan kesinlikle bir etkileşim değildir. Sol bu bilinç ve özgüvenle davranmadığında kısa soluklu pragmatik hesaplardan çöküş çıkacaktır.
Örneğin emperyalizmin Türkiye’yi bölmek istediği yolundaki ulus-devletçi saptama (veya saplantı) etki-etkileşim konusuna açıklık kazandırmak için tartışılmayı hak ediyor. Her tür şoven ve milliyetçi yargıyı körükleyen ve üstelik yukarıda gördüğümüz gibi, -gardını alamayan bitkin boksörün rakibine sarılması gibi- teslimiyetçiliği sürdüren bölünme korkusu, sola bulaştırılmamalıdır. Emperyalist merkezlerin sisteme bağlı ülkelerin bölgesel pazarlık güçlerini azaltmak istediği, bağımlılık ilişkisini takviye ettiği, bu çerçevede kapitalist Türkiye’nin ve benzerlerinin sistemin güçlü birimleri olmalarını arzu etmediği açıktır. Güçlü bölgesel yapılara (ulus-devletlerin) yönelik gereksinim Sovyetler Birliği ile birlikte ortadan esas olarak kalkmıştır. İyi de, bu eğilimden Türkiye’nin bölünmesi paranoyasını türetmek son derece anlamsızdır. Türkiye, Yugoslavya veya SSCB örneklerinde olduğu gibi sosyalist kazanımların kazınması gerektiği bir mirasa mı sahiptir ki, böyle bir komploya hedef olsun? Üstelik Türkiye Cumhuriyetinin yerine emperyalizm açısından daha elverişli bir alternatif koymak bir yana, ortaya ne çıkacağını kestirmek bile tümüyle olanaksızdır. Kapitalist Türkiye emperyalizmin düşmanı değil, sınıf kardeşidir. Bölünme saplantısı asıl zararı sınıf kavramının kendisine vermektedir.
Seçimin eksenleri
28 Mart ülke tarihinin burjuva partileri tarafından anlamlandırılması en güç seçimine sahne olacak. Kısaca hatırlamak gerekirse, 12 Eylül sonrasında gerek milletvekili gerekse yerel yönetim seçimlerine önce ANAP liberalizmi, ardından DYP-SHP “demokratikleşmesi” heyecan katmıştı. Bu manzara RP’nin islamcı yükselişiyle değişmiş, peşi sıra 1999’a Kürt dinamiğine karşı şovenizm kartıyla, MHP-DSP dalgasıyla gelinmişti. Bunca çalkantıdan sonra 2002 seçimlerinde kadrajı dolduran AKP’nin yükselişi değil, burjuva siyaset alanının toplu çöküşü olmuştur. AKP bir atılım değil, boşluğa doğan bir dolgu malzemesi sayılmalıdır. 2004’te atılım namına 3 Kasım’ın GP’si türünden bir “şaka” bile gündeme girememektedir. AKP kişilik yoksunluğunu sermaye sınıfına ve emperyalizme fütursuzca hizmet sunmakta rekor üstüne rekor kırarak kapatmayı denemektedir. Ancak buradan bir siyasal heyecan, toplumu ideolojik olarak biçimlendirecek aktif bir girdi beklenmemelidir. Türkiye toplumu sermaye saldırısı altında dejenerasyonda yol almaktadır.
Zaman zaman siyasette gidişatın başat kanadı kadar muhalefet cephesi de önem kazanır. Örneğin islamcı dalgaya laik-kemalist bir canlanmanın eşlik ettiği hatırlanacaktır. Farklı bir düzlemde olsa da, şovenizm seçim sonuçları itibariyle il haritalarının farklı partileri temsilen aykırı renklere boyanmasına, yani bir saflaşmayı da getirmişti. Şimdi CHP’nin eski ezberleri işe yaramamakta, düzenin kurucu partisi ancak hükümet partilerinin çıkar sağlayabileceği statükodan medet ummaktadır. CHP statükoculuğunda Kürt ve Kıbrıs sorunlarında geleneksel şovenizm göze çarpıyor. Bunlardan daha belirgin olansa, AKP’nin sermaye saldırganlığı yüzünün ısrarla irtica tehlikesine, emperyalizm yanlısı yüzünün ise bölünme paranoyasına tercüme edilmesidir. İkinciye yukarıda değinmiştik. Hükümetin kamu yönetimi, özelleştirme, eğitim, yüksek öğrenim yasaları, sağlık reformu gibi girişimlerinin sınıf içeriğinin örtülmesi ve dinci gericiliğe yorulması, CHP’nin tek çaresi ve aynı zamanda mutlak çaresizliğidir.
Çünkü ilk olarak AKP dinci kaynaklara sahip olmakla birlikte dinci gericiliğin ne iktidarını ne toplumsal patlamasını temsil etmektedir. Tersine Erbakan’dan Erdoğan’a köprülerin altından çok sular akmıştır ve ülkemizin dinci gerici dinamikleri saf siyasal iktidar heveslerini en azından bir dönemliğine geri çekmişlerdir. Öte yandan islamcılığın yükselişini besleyecek bir dünya konjonktüründen söz etme olanağı da bulunmamaktadır.
İkinci olarak CHP’nin elindeki seçenekler, saldırının ardında imam-hatipli kadro aramak veya saldırının sınıf karakterini vurgulamaktır. Sosyal-demokrasi son seçenekten bucak bucak kaçmaktadır. Aynı açmaz emperyalizmle ilişkiler için de geçerli. CHP Türk-Amerikan ilişkilerini sorgulamanın kendisi için olanaksız olduğunun bilincindedir. Ancak CHP’ye bu yoldan iç tutarlılık ve sistematik kazandırma imkanı yoktur. Bu durumda geriye en başta her daim kentli orta sınıflar içinde belirli derecede tutacak olan laisizm vurgusu kalmaktadır. Bu kadarı CHP’ye ikinci parti konumunu sunmaya devam edebilir. Ama burada bir muhalefet hareketinden değil alelade bir oy sıralamasından söz etmek daha uygun olacaktır. Çok oy alan AKP toplumsal, ideolojik, siyasal anlamlarıyla iktidar olamamakta, boşluk doldurmaktadır. Ondan daha az oy alan CHP ise burjuva demokrasisinin muhalefet rolündeki boşluğa denk düşmektedir.
Eksensiz seçimin omurgasız başka muhalifleri de bulunmaktadır. SHP çatısı altında birleşen EMEP ve ÖDP’nin politikaları iflasın ertelenmesi için yapılan icatlardan ibaret. Bu iki parti oy ölçütü karşısında gerilemeye tahammülü olmayan, ideolojik-programatik içeriği pek zayıf oluşumlardır. Benzer bir sıkışıklığı CHP’den farklılaşamayan SHP de yaşamaktadır. Ancak hiç olmazsa DEHAP’ın geleneksel oy tabanını devralacak olan SHP kimliği, Karayalçın ve arkadaşlarına Baykal’a karşı bir sosyal-demokrat hizip olarak geleceğe dönük kimi umut kapıları açabilir. İyi de sol, sosyalist, emekçi sıfatlarıyla kendini tanımlayagelen EMEP ve ÖDP kadroları nereden umutlanacaktır? Hele EMEP için, dilinden düşürmediği Deniz Gezmiş geleneğini NATO’culukla, AB’cilikle, işçici söylemini Gümrük Birlikçilikle bir arada tutabilme formülü mevcut değildir.
DEHAP ise eksensiz seçimin bir diğer çaresiz partisi haline gelmiştir. Egemen güçler her seçim döneminde mevcut Kürt legal partisine başka çatı aramayı dayatmışlardır. Devlete isim beğendiremeyen Kürt legal particiliğinin bulduğu müttefiklerse dayatmanın diğer yüzü nedeniyle son anda vebadan kaçar gibi yan çizerlerdi. Egemen güçlerin Kürtlerin kendi kimlikleriyle seçimlere katılmasını istemediği açıktır da, aynı egemen güçler başka partilerin Kürt ulusalcılığına kucak açmasını da engellemektedir. Murat Karayalçın’ın bütün baskılara kahramanca direndiğini henüz kimse söylememiştir. Egemen güçlerin SHP çatısına olur verdiğini söylemek, daha önceki deneyler ışığında kimseye haksızlık olmayacaktır.
“Ne seninle ne sensiz” çekiştirmesinden DEHAP’ın kazancı sol partnerlerinkine benzetilebilir. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra bizzat bu partinin içinden gelen değerlendirmelerde yerel yönetimlerde başarısızlık saptaması yapılmakta ve bir gerilemenin kaçınılmazlığı öngörülmekteydi. Özetle bu ittifak her bir bileşeninin kusurlarını örtmeye hizmet edebilecektir.
Güç biriktirmek
Komünist partilerin seçim pratiklerinde çoğu zaman geçerlilik taşıyan bir argüman düzenden kopartılan kitle gücünü ölçmektir. Başka hiçbir işe yaramasa da kapitalizmde seçimler komünistlere bu anlamda bir araç sunmaktadır. Ayrıca yine çok tekrarlanan ve doğru olan bir diğer argüman seçim dönemlerinde toplumsal politizasyonun, propaganda imkanlarının ve propagandanın kitlelerce algılanma olanağının genişleyeceğidir. 28 Mart seçimlerinin ise komünistlere bunların ötesinde verdiği bir imkan daha bulunmaktadır.
Türkiye solunun çok başlı yapısının seçim platformunda olabildiğince sadeleşmesi, üzerini örtecek bir ayıbı olmayanlar için başlı başına bir avantajdır. Dahası bugün burjuva ideolojisinin yaslandığı en sağlam dayanaklardan biri geniş halk kitlelerindeki düzenin değişmezliği fikri ve mücadeleye inançsızlık haline gelmiştir. Bu yaklaşımın hızla derinleş(tiril)en bir yozlaşmayla el ele varolmasında da şaşacak bir şey yoktur. Seçim bu dayanağı yerinden sökmek, kırıp atmak gibi vaatlere kapalıdır elbette. Ancak yozlaşmanın derinleşmesine karşılık düzenin değişmezliğine meydan okuyan bir hattın güç kazandığını göstermek hiç de zor olmayacaktır. Bu birikimin, ne kadar güçlenirse güçlensin, mutlak değerler açısından marjinal konumların ötesine geçemeyeceği düşünülebilir. Ancak Türkiye’de düzenin değişmezliği fikri ya da inançsızlık ile düzenden duyulan memnuniyetsizlik birbirinin alternatifi değildir; tersine birlikte yükselmektedir. Bu durum Türkiye kapitalizmini giderek hassas bir zemine taşımaktadır.Memnuniyetsizliğin yaygınlığı boşvermişlik ile isyan arasındaki sınır çizgisini her geçen gün daha inceltmektedir. Güç biriktirmenin ne ölçüde gösterilebildiğine bağlı olarak düzenin ideolojik yapısına ağır darbeler vurmak mümkün hale gelebilecektir.
Kritik Bir Kavşakta:
Mevcut Durum ve Olası Gelişmeler
Emperyalist-kapitalist sistemin dünyamıza “yeni bir düzen” getirme iddiasıyla son 15 yıllık dönemde izlediği politikalar ve başlattığı girişimler, yeniden toparlanma sürecinin adımlarını atmaya çalışan komünist hareket açısından son derece önemli bir başlık oluşturmaktadır. Komünist hareketin önündeki görevler, birçok yönüyle, geçmiş tekinden daha güçtür: Emperyalist sistemin peş peşe gelen girişimlerini dizginle yebilecek karşıt bir sistemin yokluğunda, kitleler üzerindeki etkisi ve sınıfla bağları açısından sorunlu bir dönem yaşayan komünist hareket, kendini toplama ve saldırıyı durdurma görevlerini bir arada yürütmek zorundadır.
Tekil ülkeler alındığında, hareketin “dış dinamik” bağlantılı görevi, hiç kuşkusuz emperyalizmin yeni planlarına ve girişimlerine karşı çıkmak, en başta ülke ölçeğindeki kitlesel dinamikleri olabildiğince harekete geçirerek bu plan ve girişimlere karşı bir set oluşturmaktır. Konu bu netlikte alındığında, komünist hareketin emperyalizm karşısındaki konumunun ve izleyeceği mücadele çizgisinin de yalın olması gerektiği söylenebilir. Gerçekten de, özel bir kategori olarak “anti-emperyalist mücadele”, ülke içi sınıfsal-siyasal dinamiklerin barındırdığı incelikler, nüanslar, değişkenlikler, hassas dengeler vb. ile karşılaştırıldığında, her dönem parametreleri görece daha yerli yerinde, daha net ve yalın bir çizgiyi temsil etmiştir. Bu söylenen, emperyalizmin fiili işgali gibi durumlarda daha da geçerlidir.
Ne var ki, emperyalizm bundan yüzyıl öncesindeki emperyalizm olsa bile, tepedeki güçler bugün emperyalizmi başka kimliklerle gösterme ve “gördürebilme” avantajlarını yakaladıklarını düşünmekte ve bu avantajları tepe tepe kullanmak istemektedirler. Tüm dünyadaki geniş halk kitlelerinin içine itildikleri yoksulluk, çaresizlik ve “alternatifsizlik” öyle boyutlara varabilmektedir ki, insanlar çirkin ve vahşi yüzünü açıkça gördükleri emperyalizme bile, temsil ettiği zenginlik, yaşam tarzı ya da karşı konulmaz saydıkları gücü nedeniyle hayırhah bakabilmektedirler. Dahası, aynı geniş kesimlerin yaşadıkları depolitizasyon, içinde bulundukları güç koşullar ve yaşadıkları sıkıntılar ile emperyalizm olgusu arasındaki somut bağlantıların kurulmasını da güçleştirmektedir.
Bu koşullarda, hareketin emperyalizm bağlamındaki güncel ve somut görevi, aralarında herhangi bir kronoloji gözetmeden, “anti-emperyalist mücadele yoluyla emekçi yığınlara; emekçi yığınların gündemi ve sorunlarından hareketle anti-emperyalist mücadeleye” sloganıyla özetlenebilir. Bu geçişme sağlandığında, anti-emperyalist mücadele gündemi sınıf ve kitle çalışmasına doğrudan yansıyacak, sınıf ve kitle çalışması da anti-emperyalist mücadele çizgisine önemli tutamak noktaları sağlayacaktır.
Bugünün dünyasında ve elbette özel olarak Türkiye’de, az önce değinilen duyarlılık noktalarını gözeten bir mücadele çizgisinin, en başta neyin ne olduğunu net biçimde ortaya koyması gerekmektedir. Emperyalizmin, ABD’nin, NATO’nun vb. güncel niyetleri ve planları, iyi kavrandığında, esasen yeterince “ajite edici” ve harekete geçmeye zorlayıcı niteliktedir. Başka bir deyişle, bunları sağlamak için söz konusu niyetlerin ve planların gizemlileştirilmesine, sayısız komplo teorisi ve senaryosuyla bezenmesine ve dolayısıyla abese itilmesine (ki böyle bir aşırılık son tahlilde emperyalizmin işine yarayacaktır) gerek yoktur.
Son dönemde sıkça sözü edilen “Büyük Ortadoğu Projesi”, bu bağlamda konuya iyi bir giriş noktası olabilir. Kavramlar konusunda aşırı titizlik sayılmazsa, önce “proje” sözcüğü üzerinde durmak gerekir. Bir kere, ABD’nin, Türkiye’yi ve çevresini de içeren, ama bundan çok daha geniş bir coğrafya üzerinde özel planları ve bu planlar doğrultusunda birtakım girişimleri olduğu açıktır. Daha açık bir deyişle, bu coğrafya, Kuzey Afrika’nın batısından başlayıp bu bölgenin tümünü, bilinen sınırlarıyla Ortadoğu ve Balkanları kapsamakta, ardından Körfez, İran ve diğer ülkeler yoluyla Orta Asya içlerine uzanmaktadır. Ne var ki, bu planların ve niyetlerin, “proje” teriminin karşılığını oluşturacak bir tamamlanmışlık, kesinlik ve “taraf angajmanı” temeline oturduğunu söylemek en azından şimdilik mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla, gündemde olana “Büyük Ortadoğu Girişimi” denmesi bugün için daha yerinde olacaktır. Bunun salt kavramsal bir titizlik sayılmaması vurgusu, önemli ve bundan böyle sürekli dikkat edilmesi gereken bir gerekçeye dayanmaktadır: ABD emperyalizminin küresel plan ve niyetleri, kimi önemli esnemeleri ve değişkenlikleri de öngörmektedir ve bu tür esneme ve değişkenlikler gündeme geldiğinde, anti-emperyalist güçlerin “orijinal içeriğiyle Büyük Ortadoğu Projesinin akamete uğradığını” düşünüp rehavete kapılmaları ciddi bir yanılgı olacaktır.
İkincisi, Büyük Ortadoğu Girişimini (BOG), bir zamanlar hayli sık göndermede bulunulan “Yeni Dünya Düzeninin” yerini alan yepyeni bir yöneliş olarak görmemek gerekir. Ana başlık gene “Yeni Dünya Düzeni”dir; BOG’un bu başlık altındaki özel yeri ise şöyle özetlenebilir: ABD, ne tür bir inisiyatif alması gerektiğini pek kestiremediği ve bu nedenle özellikle Avrupalı “ortaklarıyla” pey çok şeyi az çok eşit koşullarda paylaşmak zorunda kaldığı dönemi 11 Eylül ile birlikte kapatmak ve kendi tartışmasız hegemonyasını kurmak için hamle yapmış, 1990’larda “think tank” ürünü olarak daha arka planda kalan “Büyük Ortadoğu”yu bu çerçevede piyasaya sürmüştür. Başka bir deyişle BOG, ABD’nin yerinin ve hegemonyasının çok daha belirtik olduğu bir YDD’dir.
Akla gelebilecek meşru bir soru da “neden o coğrafya?” sorusudur. Bu sorunun yanıtı olarak sıkça gündeme getirilen “ABD’nin başta petrol ve doğalgaz olmak üzere kritik doğal kaynaklar üzerinde mutlak denetimini kurma niyeti” kuşkusuz bir gerçeği yansıtmaktadır. Ne var ki, ABD’nin bu tür niyetleri son 10-15 yılda beslemeye başladığı herhalde söylenemez. BOG’un söz konusu niyetin de ötesine geçen önemi, reel ve potansiyel rakipleri kuşatıp kontrol etme ve coğrafyanın her parçasına acil müdahalede bulunma imkanları dahil, yeni bir konfigürasyon (ülkeler kümelenmesi) öngörmesinden kaynaklanmaktadır. NATO ise, bu yeni konfigürasyonun en kritik aracı olarak düşünülmektedir. Ancak, NATO’dan önce, girişimin “yeni” denebilecek planlarına kısaca değinmekte yarar görüyoruz.
Öngörülen “yenilikler” ve NATO’nun yeni işlevi
Anımsayacak olursak, dünya emperyalist sisteminin 1947’den 1991’e uzanan dönemdeki sistem içi düzenlemesi, sisteme dahil ülkelerin (NATO üyesi olsunlar olmasınlar) belirli bir hiyerarşi içindeki konfigürasyonuna dayanıyordu ve sistemin merkezi (ABD ve Batı Avrupa) açısından “uzak coğrafyalar” da söz konusu olabiliyordu. Burada hiyerarşiden kastettiğimiz, salt “ast-üst” ilişkisinin ötesinde bir yapılanmadır. Daha açık söylersek, sözünü ettiğimiz dönemde sistem içi kimi ülkelerin dış ilişkilerinde “görece bağımsız oynamaları”na belirli bir toleransla yaklaşılıyor, başka ülkelerin en azından “nötr” tutulmasıyla yetiniliyor, kimi coğrafyalara uzanmaya ise gerek görülmeyebiliyordu. Bütün bunları ortaya çıkaran, elbette emperyalist sistemin o dönemki tevazuu değil, karşıt sistemin, başta Sovyetler Birliği’nin varlığı ve dengeleyici gücüydü.
Görüldüğü kadarıyla, BOG’un başlıca hedeflerinden biri, 1947-1991 dönemine özgü bu yapılanmayı, 1991’i izleyen geçiş dönemiyle birlikte sona erdirmektir. Hedeflenen, daha açık biçimde şudur: En azından “Büyük Ortadoğu” olarak tanımlanan bölgede bundan böyle hiçbir ülke uluslararası-bölgesel ilişkilerinde “kendi oyununu” oynayamayacak, her hareketinde sistemin belirlediği politikalara harfiyen uyacaktır; bu bölge içinde hiçbir ülke şu ya da bu gündemde “nötr” kalamayacak, kendisine dayatılanın dışında başka dengeleri gözetemeyecektir; gene bu bölgede hiçbir ülke “kendi halinde” bırakılmayacak; rejimi, siyasal süreçleri, sınıfsal dinamikleri vb. açısından sistemin gözetimi altında olacak ve gerektiğinde kendisine bu bağlamda “müdahale” edilecektir...
Bu söylenenler, bir dönem gündemde tutulup sonra rafa kaldırılan “alt-emperyalist ülke” kavramının hep rafta kalacağının (belki oradan da alınıp depoya kaldırılacağının) işareti sayılabilir. Öngörülen yeni konfigürasyonun Türkiye’deki egemen çevreler (sermaye ve sivil-askeri bürokrasi) açısından can sıkıcı kimi yönler içerdiği de söylenebilir. Ancak bunu, belirli kesimlerin emperyalizme mesafeli tutumlarına değil, elden alınacak bir oyuncağa yönelik kaygılara bağlamak çok daha gerçekçi olacaktır.
Yeni girişimin getirdiği yeniliklerden söz ederken, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin bugünlerde güce dönüştürmeye çalıştıkları bir zaaftan da söz etmek gerekir. Bilindiği gibi, emperyalizmin önceki dönemi, sistem içindeki ülkelerin siyasal rejimleriyle fazla ilgilenmiyor, bu arada “ekonomik gelişme”, “yoksullukla mücadele” vb. başlıkları da hemen hemen bütünüyle başka kuruluşlara havale ediliyordu. Emperyalizmin güncel girişimlerinin bu kez “demokrasiyi”, bu arada işsizlik ve yoksulluk gibi sorunları gerçekten ciddiye aldığını söylemek elbette mümkün değildir. Gelgelelim, emperyalist merkezlerin, özellikle sosyalist sistemin çöküşünden sonra “demokrasiye”, neo-liberalizmin getirdiği sorunların ardından da “yoksulluk ve işsizlikle mücadeleye”, birer retorik olarak geri dönülemeyecek ölçüde yoğun yatırım yaptıkları da bir gerçektir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde, emperyalizmin en doğrudan ve çıplak hegemonya girişimlerinin bile “demokrasi”, “insan hakları”, “yoksullukla mücadele” ve benzeri temalarla sarmalanarak gündeme getirilmesini beklemek gerekmektedir. Böyle bir yönelişin sonuçları şimdiden kestirilebilir: BM kuruluşlarının ve uluslararası kalkınma-finans örgütlerinin alanına daha fazla giren bir NATO; daha fazla NATO’laşan bir BM ve NATO’ya daha fazla bakan uluslararası kalkınma-finans kuruluşları...
Bunları bir kenara not ettikten sonra, bir süredir sözünü ettiğimiz yeni konfigürasyonun kilit önem taşıyan aracının ya da gerçekleştiricisinin NATO, ama kimi yönleriyle “başkalaşmış” bir NATO olacağını ekleyebiliriz.
Geçtiğimiz yıl Ekim ayında Prag’da yapılan NATO Konferansı, bu örgüte biçilen yeni yapı ve misyonun ortaya konduğu bir platform olmuştur. Bu konferansta “Büyük Ortadoğu” şampiyonluğu yapan ABD’nin NATO’daki baş siyasal temsilcisi Nicholas Burns, açıkça “bugüne kadar oturduğumuz yerlerde oturarak krizleri ve terörü önleyemeyiz” demiş, seçilen coğrafyanın gerekli her noktasında askeri güç bulundurulması gerekliliğine işaret etmiş, şu anda bu imkanlara sahip tek gücün ABD olduğunu anımsatmış ve ardından 2004 yılında İstanbul’da yapılacak NATO toplan tısında daha fazla netliğe ulaşılacağını söylemiştir. Burns’un Prag toplantısında yaptığı konuşmanın dikkat çekici yönlerinden biri de, önceki dönemin NATO’sunun “daha savunmacı” bir çizgiyle yetindiğinin, yeni NATO’nun ise “aktif ve müdahaleci” bir vizyon sahiplenmesi gerektiğinin vurgulanmasıdır. Dolayısıyla, gündemdeki başlıca maddeler den biri, NATO’nun yeni askeri üslerinin nerede ve nasıl oluşturulacağıdır. Nitekim, Blair’in geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye yaptığı kısa “çalışma ziyareti” de bu konuda son daj amacını taşımaktadır. Geride bıraktığımız NATO’nun İstanbul zirvesi işte bu iç dönü şüm sancılarına denk düşmüştür.
“Ev sahibi” ne durumda?
NATO toplantısının mekanı Türkiye olmuştur; ama ev sahibi, deyimin tam karşılığıyla başta AKP iktidarı olmak üzere egemen güçlerdir. Bu güçlerin, ortaya atılan yeni vizyon ve planlar konusundaki genel tavrı nasıl değerlendirilebilir? Bu soruya, özellikle önem taşıdığını düşündüğümüz birtakım başlıklar altında yanıt vermek istiyoruz.
II. Dünya Savaşı sonrasından başlayacak olursak, 1950’li yılların sonlarına uzanan dönem dışında Türkiye’de egemen güçlerin, emperyalist merkezlere kişiliksiz piyonluk yerine kimi dengeleri kollayarak “kendi oyunlarını” oynamaya çalıştıkları ve üstelik buna alıştıkları söylenebilir. Bu durumda, ABD merkezli yeni girişimlerin, Türkiye’deki egemen çevrelerin politikaları ve özlemleri açısından bir “intibak sorunu” yaratacağı açıktır. Dolayısıyla, bugün kimi çevrelerde görülen ya da olduğu söylenen tereddütlere, “ABD’ye konulan mesafe” yerine intibak sürecinin doğal sonuçları olarak bakmak çok daha doğru olacaktır.
Yukarıda sözü edilen “çevreler” içinde özel olarak AKP’nin konumuna gelince: AKP iktidarının gerçekten Amerikancı bir iktidar olduğu konusunda herhangi bir tereddüt olmamalıdır; bununla birlikte, AKP iktidarının, Amerikancılık konusunda kimi “etkili çevrelere” ve diğer burjuva partilere göre nitelikçe daha farklı bir anlayışı temsil ettiğini söylemek de abartılı olacaktır. Az önce sözünü ettiğimiz “intibak sorunu” AKP iktidarı için de geçerlidir; üstelik, özellikle Irak’ta yaşananlarla birlikte AKP’nin sırtına, Amerikancılıkla kendi tabanının önemli bir bölümünü oluşturan dinci birikimi uyumlulaştırma gibi bir yumurta küfesi de binmiştir. Özetle AKP iktidarı, dışarıdan (ya da yukarıdan) gelen ABD-AB nüfuzu altında, içerde sermaye, dinci ideoloji-siyaset ve “etkili çevreler” arasındaki hassas dengeleri kollamak durumundadır. Açıkçası, kolay bir iş değildir.
Bu söylenenler, AKP iktidarının siyasal bir tercihle emperyalist girişimlere mesafe koyacağını değil, tutturmaya çalıştığı dengelerin basıncıyla ve zamanla yıpranacağını akla getirmelidir. Bir ek daha yapabiliriz: ABD’nin, BOG’un temel taşı olarak “ılımlı İslam’a” özel ve vazgeçilmez bir rol biçtiği, bölgede bu rolün tek üslenicisi olarak AKP’nin de bu nedenle vazgeçilmez bir aktör konumuna geldiği yolundaki değerlendirmelere belirli rezervler konması yerinde olacaktır. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, eğer ortada bir “Büyük Ortadoğu” girişimi varsa, bu girişimin özel olarak Türkiye’nin jeopolitik konumunu temel aldığını, bu konumun da ancak ve ancak AKP-ılımlı İslam ikilisiyle sağlam kazığa bağlanabileceğini düşünmek, ürkütücü bir girişimi hafife alıp önemsizleştirmek anlamına gelecektir.
Yeri gelmişken, başlarda vurguladığımız bir noktaya yeniden dönmekte yarar var. ABD’nin günümüzdeki hegemonya girişimleri, anti-emperyalist ve emekten yana güçler için esasen alarm verici boyutlar ve iddialar taşımaktadır. Dolayısıyla, özel duyarlılıkları davet ettiği varsayılan kimi senaryoları mutlaklaştırıp bunları ABD planlarının olmazsa olmazı olarak görmek ve göstermek, önünde sonunda izlenen politikaların ciddiye alınmamasına ve geçersizleşmesine yol açacaktır. Daha açık söylenirse, emperyalizmin bölge planlarının ancak “parçalanmış” ve/ya da “teokratik” bir Türkiye sayesinde gerçekleşebileceği yolundaki uç yorumlar fazla ciddiye alınmamalıdır.
Bu söylediğimiz, ABD planlarına ilişkin kimi yorumlardan çok, Türkiye’deki burjuva siyasal aktörlerin olası yönelimlerine dayanmaktadır. ABD’nin bölge planları, uygulama aşamasına geldiğinde, “think tank”lerin özgün kurgularından farklılaşmış, muhtemelen kimi yönleriyle esnetilmiş, örneğin AB’nin mutabakatına, Rusya ve Çin gibi güçlerin “hassasiyetlerini gözeten” yaklaşımlara dayanan bir asgari müşterekler zeminine oturacaktır. Böyle bir başkalaşma, planların özellikle bölge halkları için içerdiği tehdit ve tehlikeleri elbette azaltmayacaktır, ama Türkiye’dekiler dahil, egemen güçlerin angajman istekliliklerini artıracaktır. Sonuçta, “ben bu plana daha uygun bir ayağım” savıyla AKP’yi kenara itmeye çalışan odaklar hiç de eksik olmayacaktır.
ABD’nin yolundaki taşlar
Aradan geçen uzun yıllara karşın, Lenin’in emperyalizm konusunda özellikle Kautsky’ye karşı aldığı konumun geçerliliğini bugün de koruduğundan kuşku duymak için bir neden yoktur. Başka deyişle, şu ya da bu girişimle ilgili olarak bulunan asgari müşterekler ne olursa olsun, dünyamız bir “süper” ya da “ultra” emperyalizm dönemine girmiş değildir. Emperyalist merkezler arasındaki farklılıklar ve çelişkiler bugün de sürmektedir ve güçlü bir emekçi dinamiğin yokluğunda bu çelişkiler ABD’nin BOP’unun da temel sorununu oluşturmaktadır.
Gerçekten de, gündemde yanıtlanması, en azından dikkate alınması gereken pek çok soru vardır: ABD ile AB (özellikle Fransa ve Almanya) arasındaki yaklaşım farklılıkları, hatta zaman zaman yaşanan gerilimler gündemdeki planı ve niyetleri ne ölçüde etkiler? Rusya, Çin ve Hindistan gibi büyük ülkelerin tutumu ne olacaktır? ABD’nin Irak’ta tam bir fiyasko yaşaması BOG’un sonu anlamına mı gelecektir? ABD’deki olası bir Başkan ve ekip değişiminin sürece etkisi olabilir mi? Avrupa’nın yerleşik “sol” güçlerinin sürece ciddi bir direnç göstermeleri beklenebilir mi? Türkiye gibi ülkelerdeki emekçi hareketlenmesi ve yükselebilecek ciddi bir anti-emperyalist dalga oyunu bozabilir mi?
Bütün bu soruların yanıtlarını bugünden tek tek ve doyurucu biçimde vermek elbette mümkün değildir. Gene de bir gerçeğin altını çizmekte yarar vardır: Sistemin kendi iç dinamikleri ve gerilimleri, ABD damgalı küresel planları bir ölçüde değiştirebilecek, esnetebilecek, asgari müşterekler üzerinden birtakım mutabakatlara taşıyabilecek, ama bunları berhava etmeyecektir. Sistemin kendi iç dinamiklerine göre daha fazla önem verilebilecek bir etmen olmasına karşın, henüz sistem dışı olan büyük güçlerin olası direncine de çizilebilecek sınırlar vardır. Bu durumda “yoldaki taşlar” bakan gözlerin, merkezde olsun diğer ülkelerde olsun, emekçi-sol dinamiklere çevrilmesi gerekmektedir.
Emekçi-sol dinamikler dendiğinde, özellikle Avrupa solunu bekleyen bir tehlikeden söz edebiliriz. Günümüz, ne yazık ki, derin, çaplı ve radikal düşüncenin kaba “gerçekçiliğe” zemin kaybettiği bir dönemden geçmektedir. “Küreselleşme” adı verilen sürece yaklaşımın bir benzerinin, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerdeki kimi sol çevreler söz konusu olduğunda, BOP gibi yönelimlerde de yinelenmesi olasılığı vardır: “Nesnel” ya da “kaçınılmaz” olduğu varsayılan bir sürecin içinde yer alıp bu süreci içerden yönlendirmek, böylece hiç olmazsa sürecin kimi yönlerini törpülemek! Avrupa solunda, “gerçekçilik” adına bu yolu seçecek sol çevreler olacaktır. Belki onlar bizdeki kalem erbabı gibi, ülkelerinin yeni düzenin “parlayan yıldızı” olması adına böyle yapmayacaklardır, ama “ABD’nin azgınlıklarını frenlemek için böylesi gerekiyor” diyeceklerinden emin olabilirsiniz.
Avrupa solunun emperyalizme teşne kesimlerini geçerek kısa bir özet yapabiliriz: Sistem içi her gerilim, büyük olasılıkla belirli asgari müşterekler ve uzlaşmalarla sonuçlanacak, ama bu “yumuşamış” sonuçlar bile emekçi yığınlar için tehdit edici özelliğini koruyacaktır. Gerekli olan, sistemin dışardan sarsılması, sistem içi sol dinamiğin bu sarsılmayla başka bir yöne kaydırılmasıdır.
Sonuç: Yeni bir emekçi dinamiğinin temelleri
Son bölümde, ABD damgalı planın ya da planların iki temel zaafından daha söz edebiliriz. “Küreselleşme” adı verilen sürecin temel çelişkisi üzerine kafa yoran batılı pek çok aydın bu çelişkiyi şöyle tanımlamıştı: Ekonomik süreçlerde gelişen entegrasyona karşılık olacak, ulus-devlet üstü bir siyasal entegrasyon ve yönetimin olmayışı. Bu tespit, AB gibi oluşumların dışında kuşkusuz bir bütün olarak “küreselleşen” dünya için yapılıyordu.
ABD’nin “Büyük Ortadoğu” girişiminin, bu eksikliğin bir yere kadar telafisini de içeren bir yönelim olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ne var ki, BOP kapsamındaki coğrafyanın ekonomik, sosyal ve kültürel heterojenliği, tasavvur edilen politik-askeri türdeşlik için hiç de uygun bir zemin sunmamaktadır. Dolayısıyla, salt bu uyumsuzluk nedeniyle girişimden vazgeçilmeyeceğine göre, BOP politik-askeri alanı daha fazla zorlayacaktır. Bu, bir yanıyla daha fazla baskı, daha fazla zorbalık ve daha fazla müdahale, diğer yanıyla ise yeni emekçi dinamiklerinin yükselebileceği kırılgan bir zemin demektir.
İkincisi, başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, “ideolojisizlik ideolojisini” son 10-15 yıl içinde fazlasıyla kullanmışlardır ve bu alanda yolun sonuna yaklaşmışlardır. Neo-liberal ideolojinin kendini parçalara ayırıp her parçasını ayrı kılıklar ve bağlantılarla ortalıkta tozuttuğu, emekçi sınıfların depolitizasyonuyla desteklenen ortam, tek tek kapitalist ülkelerde bir süre daha işlevli olabilir; ancak böyle bir ortam, BOP gibi bir coğrafya için düşünülen konfigürasyonun birleştirici harcı olamaz ve BOP bu anlamda ideolojisizliğe mahkum bir girişimdir. Bir önceki paragrafta olduğu gibi, bu da, bir yanıyla daha fazla baskı ve şiddet, diğer yanıyla ise emekten yana ve emperyalizme karşı güçlerin ideolojik mücadele alanındaki başarı şanslarının artması demektir.
Türkiye Komünist Partisi Avrupa Birliği konusunda ne yapmak istiyor?
On “popüler” soru ve TKP’nin yanıtları
Türkiye Komünist Partisi’nin AB’ye karşı olmasının birçok nedeni vardır. Yeri geldikçe bu nedenleri sizlerle paylaşıyoruz. Bu kez TKP’lilere AB konusunda yöneltilen sorulara kısa yanıtlar veriyoruz. Buraya aldığımız sorular AB karşıtı çalışmalarımızda en sık karşılaştıklarımızdır. Ama belki hepsinden önemlisi, “siz Türkiye’ye sosyalizmin geleceğine inanıyor musunuz” sorusudur. Buna yanıtımız ise, on birinci tezimizdir: Türkiye’de sosyalist devrim, AB üyeliğinden daha gerçekçi ve yakındır!
1. TKP AB’ye karşı çıkarken Türkiye’nin bugünkü durumundan, mevcut statükodan hoşnut mu?
Türkiye Komünist Partisi bugünkü sömürü düzenine karşı mücadele etmektedir. Programında ve gündelik siyasetinde ısrarlı bir biçimde “sosyalist iktidar perspektifi”ne vurgu yapan parti, şu andaki statükoyu kimilerinin yaptığı gibi “derin devlet”ten ibaret görmemektedir. Bugün Türkiye’de hüküm süren, paranın saltanatıdır ve işbirlikçilik, gericilik ve zorbalık bu saltanatın ürünüdür. Avrupa Birliği fanatizminin temcit pilavı gibi sürekli önümüze koyduğu “değişim” sözcüğüne tarihsel bir değer yükleyeceksek, bu sermaye egemenliğinin yıkılmasından başka bir şey olamaz. Bu anlamda TKP AB’ye karşı çıkarken bugünkü statükodan yana tavır koymamaktadır, çünkü bugünkü düzenin değişmesi iddia ve kararlılığını sürdürmektedir. Avrupa Birliği üyeliğine bu bağlamda da itiraz edilmesi gerekmektedir. AB’nin sermaye egemenliğini güçlendireceği, ona ek saldırı ve savunma araçları sunacağı açıktır. Özetle, TKP statükocu olmadığı için de Avrupa Birliği’ne ve ona üyeliğe karşı çıkmaktadır. Bugün sol adına AB üyesi bir Türkiye görmek isteyenler, sermaye düzeninin değişmeyeceğini düşünenler ya da böyle bir değişimi istemeyenlerdir. Asıl statükocu onlardır.
Buna ek olarak, AB’ye üyelik süreci emekçilerin gerçek sahibi olduğu memleketimize açık bir biçimde zarar vermektedir. “AB üyeliğine neden karşı çıkıyorsunuz” sorusu bu açıdan “bugün ülkemizde baskı var, sömürü var, zulüm var; keşke bir deprem olsa da her şey yerle bir olsa” demekten farksızdır. Türkiye devrimcisi bu toprakları ayağa kaldırmak, emekçi kitlelerin yaratıcı enerjisini harekete geçirmek, bu enerjiyle eşitlikçi, özgür bir toplum kurmak için seferber olmalıdır. Kozmopolitizm ve teslimiyetçilik solcu olana asla yakışmaz.
2. AB üyesi ülkelerde insan hak ve özgürlükleri Türkiye’den çok daha ileri. Toplumsal ve siyasal yaşamın demokratikleştirilmesini TKP neden küçümsüyor?
Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin (tamamının değil de bazılarının) göreli daha gelişmiş birer burjuva demokrasisine sahip oldukları açık. Bu durumun tek bir nedeni yok. Her şeyden önce bu ülkelerin bir bölümü emperyalist ve bu sayede kendi emekçilerine hem daha fazla maddi imkan, hem de daha fazla hareket alanı sunabiliyorlar. Bunun yanı sıra, Avrupa 19. yüzyılda işçi sınıfı hareketinin doğduğu ve birçok başarıya imza attığı kıta. Yani, hakların çoğu verilmemiş, alınmış. Ayrıca emperyalist Avrupa’nın, yanı başındaki Sovyetler Birliği’nin çekiciliğini kırmak için çok daha incelikli bir egemenlik mekanizması kurduğunu, kurmak zorunda kaldığını unutmamak gerekiyor. Unutulmaması gereken bir başka şey ise, Avrupa’nın tarihinin çok uzun bir kesitinde faşizmin kol gezdiğidir. Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da kanlı diktatörlükleri insanlığın başına bela edenler, bugün Avrupa’da yine iktidardadır. Bu söylediklerimize, Avrupa Birliği’nin demokratik hak ve özgürlükler için bir güvence olduğunu ve kıtada bir daha benzer karanlık dönemlerin yaşanmayacağını ileri sürerek karşı çıkanların AB tarafından körleştirildiğini düşünüyoruz. Bugün Hitler Almanyası’nın tekrarı elbette mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte unutulmamalı ki, bu ülke Hitler’i iktidara taşıyan tekellerin elindedir ve yine aynı emperyalist güdülerle hareket etmektedir. Faşizmle kıyaslanmayacak geniş olanaklara sahip olmakla birlikte, Almanya bugün bir polis devletidir. Diğer AB ülkelerinde demokratik kazanımlar, terörle mücadele adı altında bir bir geri alınmaktadır. AB’nin yeni kabul edilen anayasası açıkça bir piyasa diktatörlüğüne işaret etmektedir. Yeni üye olan ya da olma sürecindeki eski sosyalist ülkelerde ise demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntısı bile yoktur. Bu ülkelerde siyasal yapı şovenizm ve anti-komünizm üzerine kurulmuştur. Son olarak, kimi başlıklarda AB müdahalesi ile ortaya çıkacak olan iyileşmelerin kağıt üzerinde kalacağı ya da ilk sıkışıldığında, hemen geri alınacağı bilinmelidir. Kazanılmayan hakkın anlamsızlığını gösteren sayısız deneyden sonra hâlâ sömürge valilerinden “demokrasi” bekleyenlerin aklına şaşmak gerekir. Avrupalıların bugünkü müdahalelerinin Türkiye’nin demokratikleşmesi ile ilgisi olmadığı açıktır. Emperyalizmin insan hakları ve demokrasi edebiyatı ile aslında halklarımıza saldırmakta olduğunu kavramak için Türkiye’nin bütünüyle sömürgeleşmesini mi beklemeliyiz? Sonuçta TKP diyor ki, AB eliyle özgürlük gelmez; biz özgür bir Türkiye’yi kendimiz yaratırız.
3. Avrupa Birliği’nin Kürt sorunundaki duyarlılığının kısmi de olsa bazı iyileşmelere yol açması beklenemez mi? Bu bile AB üyeliğinin bazı açılardan yararlı olacağını göstermiyor mu?
Avrupa Birliği’nin Kürt sorununu Türkiye’ye bir müdahale aracı olarak kullandığını görmeyenler, eğer sol ya da Kürt halkı adına hareket ettiklerini düşünüyorlarsa, büyük bir yanlış yapıyorlar. Yıllarca “eğer Kürt sorununun çözümü AB’den geçiyorsa, buna da evet” diyenleri dinledik ve okuduk. Hangi çözüm? Kürt halkını bir cemaate dönüştürmek istiyorlar. Yalnız Kürt halkını değil, bütün Türkiye coğrafyasını cemaatleştirmek, daha doğrusu cemaatlere bölmek istiyorlar. Bu arada Kürt emekçisi yoksul kalsın, işsiz kalsın, dışlanmaya devam etsin; Avrupa Birliği’ne muhtaç kalsın, AB müdahalelerine açık hale gelsin! İstedikleri çözüm bu. Emperyalizmin çözümü başka ne olabilir? Bu ABD’nin Irak’a dayattığı “çözüm”e benzemektedir. Saddam rejiminin her ne pahasına olursa olsun yıkılması gerektiğini, Iraklı Kürtlerin özgür kalması için gerekirse ABD ile işbirliğine gidilebileceğini ileri sürenler bugün Felluce’de ver başka kentlerde Iraklılara Amerikalı barbarlar ile birlikte kurşun sıkıyorlar. Türkiye Komünist Partisi Kürt halkının bu uğursuz senaryoya karşı çıkması için uğraş veriyor. Sayıları her geçen gün artan Kürt TKP’liler Türk ve başka milliyetlerden yoldaşlarıyla birlikte herkesin eşit ve özgür olacağı bir Türkiye için mücadele ediyorlar. Bu ülkenin emekçilerini ve geleceğini, Avrupalı emperyalistlere yaranan Kürt ve Türk siyasetçilerin, Kürt ve Türk liboşların ihanetinden, mutlaka koruyacağız.
4. Türkiye işçi sınıfını yerli değil de, Avrupalı kapitalistlerin sömürmesi, TKP’yi neden bu kadar ilgilendiriyor? Sonuçta ne fark edecek?
Bu soru baştan aşağıya yanlış. Türkiye işçi sınıfı bugün hem “yerli” hem de Avrupalı (ve diğer) kapitalistlerin ortak sömürüsü ile karşı karşıyadır. Bir an için AB üyeliğinin gerçekleştiğini düşünelim. Bir değişiklik olmayacak. Türkiye’de iktidarda yine “bizim” sermaye sınıfımız olacak ve onlar uluslararası tekellerle işbirliği halinde ve emekçi sınıflar sayesinde yine kâr edecekler. Ancak bu demek değildir ki, Avrupa Birliği’ne üyelik bir şey değiştirmeyecek. Türkiye’den emperyalist ülkelere kaynak aktarmanın yeni yolları bulunacak, Türkiye ekonomisinin bağımlı karakteri daha da güçlenecek, yabancı tekeller karşısında emekçilerin hak araması olanaksız hale getirilecek, üretimin esnek karakteri güçlenecek, tarım birkaç ürün üzerine kurulacak ve diğer gıda ürünleri ithal edilecek, stratejik öneme sahip olan sektörler bütünüyle yabancı sermayenin kontrolüne geçecek, bazı sektörlerde üretim duracak, onursuz ve alabildiğine işbirlikçi Türkiye burjuvazisi bütün bu olup bitenlerin “küçük ortağı” olarak egemenliğini sürdürme sevdasında olacak. İşte bütün bunlar bizim için fark eder; çünkü bütün bunlar Türkiye için fark eder!
5. TKP madalyonun tek bir tarafına bakmıyor mu? Avrupa yalnız tekellerin Avrupası değil. Emeğin Avrupası ile birlikte olup, yeni bir Avrupa ve giderek yeni bir dünya için mücadele etmek daha doğru değil mi?
Avrupa’da yalnızca emperyalistler, uluslararası tekeller olmadığı açık. Avrupa’da gelişkin ve örgütlü bir işçi sınıfı var. Avrupa’da güçlü, bir bölümü devrimci karakterini koruyan komünist partileri var. Ancak bütün bunların varlığı Avrupa Birliği’nin karakteri konusunda herhangi bir belirsizlik yaratmıyor. Avrupa proletaryası, kıtanın emekçi halkı, Avrupa Birliği’ne ortak değil. Avrupa Birliği kuruluş felsefesinden anayasasına, bürokrasisinden kurulmakta olan ordusuna varıncaya kadar emperyalist bir yapılanma. Bu nedenle “emekçilerin Avrupası” sözünün AB’yle ilgili tartışmalarda hiçbir yeri yok.
Avrupalı emekçilerle ilişkiye gelince... Partimiz Avrupalı emekçilerle buluşmak, onlarla dayanışmak için Avrupa Birliği’ne girmek gerekmediğini yıllardır söylüyor. Bir enternasyonalist parti olarak TKP, Avrupalı komünistlerle, devrimcilerle işbirliği ve koordinasyon yollarını her durumda arıyor ve birçok örnekte bu amacını hayata geçiriyor. En önemlisi üye ülkelerdeki bazı komünist partilerle Avrupa Birliği’ne karşı mücadeleyi ortaklaştırmak için hazırlık yapıyor. TKP’nin yapmayacağı şey, “öteki Avrupa” bahanesiyle Avrupa Birliği kurumlarının himayesinde siyaset yapmak, Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi operasyonuna “demokrasi ve insan hakları” adına kayıtsız kalmaktır.
6. Gerçekçi olmak gerekirse, bugün tek süper güç olarak kalan ABD’yi dizginleyebilecek tek odak Avrupa Birliği. TKP neden bu gerçeği görmek istemiyor?
Avrupa Birliği, ABD’nin militarist politikalarını durdurmak değil, bu politikalardan daha fazla rol ve pay kapmanın peşinde. Emperyalist bir yapılanmanın dünyaya barış getireceğini düşünmek son derece saçmadır. Tam tersine bugün Avrupa Birliği’nin başını çeken Almanya ve Fransa daha fazla silahlanmak, kıta dışında askeri varlıklarını artırmak ve ABD’yle bu alanda da rekabet edebilme arzusundadırlar. Diğer AB üyesi emperyalist İngiltere ise öteden beri ABD’nin dümen suyunda giden, Irak’taki işgale ortak olan ülkedir. Bütün bu ülkeler Yugoslavya’nın parçalanması ile sonuçlanan kanlı savaşlar sırasında ABD’yle işbirliği yapmışlardır. Hatta, Almanya bu sürecin öncülüğünü kimseye bırakmamıştı. Özetle, Avrupa Birliği, ABD’ye karşı değildir; ABD gibi olmanın peşindedir. Bu açıdan bakıldığında, ikinci bir süper gücün ortaya çıkması insanlığa barış getirmeyecektir.
Kaldı ki, ABD ile AB arasındaki gerilim ve rekabet, bizim tavrımızdan bağımsız, kaçınılmaz bir olgudur. Onlar arasındaki çekişmelerden dünya halkları kimi zaman yararlanabilir. Ancak bunun yolu, emperyalist odaklardan birisine bel bağlamak ya da onlardan birisini desteklemek değil, tutarlı ve ikirciksiz bir anti-emperyalist tutum geliştirmektir. TKP de bunu yapmaktadır. ABD ya da Avrupa Birliği arasında bir tercihten kaçınmakta, her ikisine karşı kararlı bir mücadele sürdürmektedir. Şu anda dünya gericiliğinin öncü gücünün ABD olması, AB’nin desteklenmesi için hiçbir biçimde gerekçe oluşturmaz. Ayrıca her iki emperyalist odağın birçok başlıkta işbirliği yaptığını ve onları kanlı örgüt NATO’nun birbirine bağladığı unutulmamalıdır.
7. TKP Avrupa Birliği’nin yoksullaştıracağını ileri sürüyor. Buna gerçekten inanıyor mu? Bugün neredeyse bütün AB üyesi ülkelerin ekonomik durumu Türkiye’den daha iyi.
Daha önce de vurguladığımız gibi, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin bir bölümü emperyalist. Yani bu ülkeler başka kapitalist ülkelerden zenginlik aktarıyorlar. Bu zenginliğin pek azı emekçi kitlelerin yararına kullanılıyorsa da, kişi başına düşen milli gelir Türkiye’nin çok üzerinde. Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeler ise faşist diktatörlüklerin yıkılmasından sonra, solun etkisinin azalması için AB fonlarından yararlandırılan ülkeler. Özellikle Sovyetler Birliği ortadan kalkmadan önce bu ülkelere ciddi kaynaklar aktarıldı.
Bununla birlikte AB politikaları bu ülkelerin sanayi ve tarımı üzerinde ciddi bir yıkıma neden oldu, özellikle son yıllarda emekçi sınıflar hızla yoksullaşmaya başladı. Özelleştirme süreci sonucunda artan işsizlik, tarımda çiftçilere verilen zarar tazminatlarının kesilmesi, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, bazı sanayi dallarında üretimin durdurulması, sosyal güvenlik sistemlerinin çökertilmesi, işçi sınıfının sendikal mücadele alanına yeni kısıtlamaların getirilmesi bu yoksullaşmanın temel nedenleri olarak gösterilebilir. Almanya, Fransa, İngiltere gibi en gelişkin ekonomiye sahip ülkelerde bile evsizlerin, dilencilerin ve sokakta açlıktan ölenlerin sayısında ciddi bir yükselme gözlenmektedir.
Hele hele yeni üye olan ülkelerin ekonomilerinin Türkiye’den daha iyi olduğu tartışmalıdır. Ayrıca sol, ekonomi denince borsa, döviz kurları, milli gelir gibi olguların dışında başka şeylere de bakmalıdır. Eşitsizlikler artmakta, emekçilerin iş ve emeklilik güvenceleri ellerinden alınmakta, reel ücretler düşmektedir.
Özetle, Avrupa Birliği’nin emperyalist karakteri şimdi daha belirgin hale gelmiş, bir anlamda balayı dönemi sona ermiştir. Kaşıkla verip kürekle alacak olan AB’nin Türkiye’ye ne getireceğini anlamak için ülkemizin AB’ye girmesini beklemeye gerek yoktur. Türkiye ekonomik açıdan AB’ye bağımlı bir ülkedir ve yoksullaşmaya devam etmektedir.
8. TKP egemenliğin AB ile paylaşılmasına şiddetle karşı çıkıyor. Bugün Türkiye’de egemenliğin emekçi sınıflarda olmadığını bile bile neden ulus devlette ısrar ediliyor?
Türkiye Komünist Partisi, ulusal eşitsizliklerin varlığını koruduğu, emperyalist ülkelerin “ulusal çıkarlar”ına dokundurtmadıkları bir dünyada “ulus üstü kurumsallaşma” modellerinin tam bir aldatmaca olduğunu düşünmektedir. Bu modeller emperyalistlerin bağlı ülkelerin ekonomik ve siyasal mekanizmalarını daha kolay kontrol etmelerine hizmet etmektedir. Ulus devletlerin ortadan kalktığı yoktur; söz konusu olan bazı ulus devletlerin emperyalist ülkeler lehine zayıf düşürülmesi, küçültülmesi ya da egemenlik haklarından vazgeçmeleridir.
Bu emekçi kitleler için iyi bir şey midir? Kesinlikle hayır. Zaten karar mekanizmalarının dışına itilmiş olan ve sermaye diktatörlüğünün uygulamalarına maruz kalan milyonlarca kişi bu kez daha uzak, ulaşılamaz ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir takım kurallarla karşı karşıya kalacaktır. Hükümetler hiçbir temel konuda sorumlu olmayacak ve “Brüksel’in talimatı böyle” diyeceklerdir. İşçi kitlelerin siyasete ilgisi daha da azalacak, “böyle gelmiş böyle gider” düşüncesi egemen olacaktır.
Bu yetmiyormuş gibi, emperyalist ülkeler hukuktan sanata, ekonomiden güvenliğe, kültürden eğitime varıncaya kadar bütün alanlarda her şeye hükmedecek, bu topraklar açık bir sömürgeye dönüşecektir.
Türkiye Komünist Partisi’nin görüşü, hedefi ve eylemleri açıktır: Bu süreç durdurulmalıdır; durdurulacaktır. Bugünkü düzen için değil; bağımsız, egemen ve sosyalist bir Türkiye için!
9. Bugün Avrupa Birliği’ne muhalefet edenler, bazı islamcı radikaller ve ırkçı faşist güçler. TKP bunlarla aynı safta olmayı içine nasıl sindiriyor?
Türkiye Komünist Partisi islamcı hareketler ya da ırkçı faşist güçlerle hiçbir zaman aynı safta olmamıştır, AB konusunda da olmayacaktır. Bugün Türkiye’de AB’ye karşı olduğunu iddia edenlerin bir bölümü, aslında AB’ye karşı değildirler. Dillerine “onurlu üyelik” diye bir şey dolamışlardır ve emperyalist bir dünyada Türkiye’nin onurlu bir yer elde edebileceğini düşünmektedirler. Oysa sorun, AB’nin ve bugünkü dünya düzeninin kendisindedir.
Avrupa’nın neresine giderseniz gidin, bazı milliyetçi güçlerin Avrupa Birliği’ne karşı olduklarını görürsünüz. Bunların çoğu, zamanında NATO ya da emperyalist devletler tarafından komünistlere ve SSCB’ye karşı oluşturulmuş hareket ve partilerin devamıdır. Yabancı olan her şeye düşmanlık yayarak ayakta kalmaya çalışırlar. Almanya, Avusturya, İngiltere ve Fransa’da bu hareketler oldukça güçlüdür. Avrupa Birliği’nin ulusal kimliğe zarar verdiğini savunurlar ve genel olarak her tür değişime karşı direnir gibi yaparlar. İlerici düşünce ve harekete karşı el altında tutulan bu hareketlerin her zaman ciddi para kaynakları vardır. Türkiye’de de böyledir. Bunların sermaye sınıfının temel yönelimlerini değiştirme şansları yoktur. Zaten öyle niyetleri de bulunmamaktadır. Çeteci, NATO’cu, anti-komünist, ABD uşağı güçlerin AB karşıtlığını yalnızca liberal solcular ciddiye almaktadır. TKP ise onların çıkardığı gürültüyü asla umursamamaktadır.
TKP onlarla değil, onların sahte anti-emperyalist söylemlerinin etkisinde kalan milyonlarca kişiyle ilgilenmektedir. Partinin görevi AB konusunda gerçek bir taraflaşmayı yaratmak ve AB’ye milliyetçi değil, sınıfsal ve yurtsever bir perspektifle karşı koymaktır.
10. TKP “azınlık raporu”nda olduğu gibi, liberal-demokrat kesimlerle statükocu-ırkçı güçler arasındaki gerilimlerde kimin tarafını tutuyor? Neden partinin yayınlarında daha çok liberalizme yükleniliyor?
Türkiye Komünist Partisi liberal ve ırkçı güçler arasında taraf tutmak durumunda değildir. Tam tersine, bu taraflaşmaya karşı taraf oluşturulmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde liberallerle özgürlük adına dayanışmak, ırkçılarla ülke çıkarları adına yan yana düşmek gibi bir açmazla kalınır. TKP, ırkçı faşist güçlerin ilerici düşünce ve eyleme, başka halkların özgürlük arayışına dönük zorba tutumuna her durumda karşı koyacaktır. Ancak AB komiserlerinin talimatları doğrultusunda hareket eden, onlarla akçalı ilişkiler kuran ve “demokrasi” adı altında ülkeyi yeni bir yağmanın hedefi haline getiren eğilimlerin karşısına dikilmek de TKP’nin görevidir. İşin ilginci, bugün atağa kalkan, yani inisiyatif alarak ülkedeki her tür direncin kırılmasına çaba gösterenler de liberallerdir. TKP, liberallerin “özgürlük” kavramını ve faşist gericiliği bahane ederek devrimci tavrı sindirme ve solu peşinden sürükleme girişimlerine alet olmayacaktır. Bugün bir kısım “sol”cu dahil olmak üzere, liberallerin ihanetinin masum bir tarafı kalmamıştır. Bu cenahta hâlâ samimi bir biçimde “özgürlük davası” içinde olduğunu düşünenleri uyarmak görevimizdir: İşbirlikçilik kötü, hem de çok kötü bir şeydir ve bir noktadan sonra geriye dönüşü bulunmamaktadır.