BURJUVAZİNİN DEĞİŞİK CEPHELERDEN SALDIRILARI VE YENİ OLANAKLAR

Almanak 20042004 yılı, 2005 yılında da devam eden hareketliliğiyle oldukça önemli gelişmelere sahne oldu. Gelişmelerin önemi, daha önceki yıllarda başlayan ideolojik, siyasi süreçlerin yeni bir aşamaya geçmesi ya da bu gelişmelerin Türkiye'yi ilgilendiren boyutlarının kendi içinde artık başka süreçleri etkileyecek kadar olgunlaşmış olmasıdır. Bu başlıca gelişmeler, Bush'un 2 Kasım 2004'te seçimi ikinci kez kazanması, Türkiye'nin AB'den, "üyelik müzakerelerinin başlaması için tarih alması," IMF ile AKP Hükümeti'nin yeni bir "3 yıllık stand by" imzalamak için anlaşması... gibi önümüzdeki aylar, hatta yıllar boyunca dünya ve Türkiye'deki pek çok gelişmeyi etkileyecek olaylar olduğu gibi, emek hareketinin gelişmesindeki kimi özgünlükler vb.ni sayabiliriz.

Bu gelişmeleri ana başlıklarıyla şöyle ifade edebiliriz:

1-) Bush'un seçimi ikinci kez kazanması: ABD'ni dünya hegemonyasında daha saldırgan yöntemler kullanmasının yolunu açtığı gibi, aynı zamanda emperyalizme dayanak olacak en gerici fikirleri de azdırdı.

a-) Bush'un ikinci kez kazanmasının ideolojik alandaki etkileri: Bush yönetimi sıradan bir sermaye iktidarı değildir. Tersine dünyanın patronu olan; ekonomide, siyasette, askeri olarak dünyanın en güçlü ülkesinin başındaki bir yönetimdir. Dolayısıyla da dünyanın en büyük sermaye güçleri, bu yönetimin arkasında mevzilenmiş; dünyaya onun liderliğinde saldırmaktadırlar. Dahası Bush yönetimi herhangi bir burjuva yönetim gibi, sıradan argümanlar üstünden bir burjuva ideolojisini yaymamakta; tersine burjuvazinin devrimci çağının bütün kazanımlarına; onun dünyaya bakışına yol veren bütün sistematik felsefelerine sırtını dönen, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden en gerici fikirleri yardıma çağıran bir gericiliği temsil etmektedir. Bu yüzden de Bush yönetimini insanlığı Ortaçağ karanlığına götüren bir fikrin temsilcisi ve bu Ortaçağ fikirlerini kendi emperyalizmine meşruiyet sağlamak üzere bir ideoloji oluşturmaya dayanak olmak üzere gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Emperyalizmin ideologları, uzunca bir zamandan beri, bir bileşenini Yahudi-Hıristiyan dogmasında, öteki bileşenini sömürgecilik döneminin yöntemlerinden süzülüp çıkartılan en gerici fikirlerle irrasyonel bir dünya görüşü oluşturmak için çaba harcamaktadırlar. Onun için de her adımda; Haçlı Savaşları, Viyana kuşatmaları, Armagedon, "tanrının seçtiği ülke" gibi olağan dönemlerde "deli saçması" olacak fikirleri; "tarihin sonuna gelmiş" bir emperyalizmin "medeniyetler savaşı"nı haklı gösterecek bir dünya görüşü

oluşturmak üzere harmanlamakta; bu, düzenin bütün abesliklerini meşru gösterme amaçlı fikirleri, burjuva medyası, onun her türden sözcüleri, burjuva bilim çevreleri, üniversiteleri, gönüllü kuruluşları, uzmanları, ting-tang kuruluşları, tarikatları, sapkın mezhepleri resmi ideoloji merkezleri... elbirliği ile yeniden yeniden üretilmektedir.

b-) Bush'un ikinci kez kazanması işte bu en gerici emperyalist fikirlerin diğer sermaye güçlerinin de, burjuva ideolojisinin bu gerici argümanlarına sarılmasını; burjuva siyasi çevrelerinde Bushçuluğun itibarını yükselmesini getirmeyi kışkırtması bakımından önemlidir. Çünkü Bush'un ikinci kez seçilmesi, bu gerici fikirlerin gelişmiş kapitalist ülkelerde prim yaptığını göstermiştir. Onun içindir ki, zaten epeyce bir zamandan beri Hıristiyanlık kaynaklı görüşlere sarılan, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını kışkırtarak birbiriyle yarışan muhafazakar, Hıristiyan demokrat, hatta sosyal demokrat partilerin 10-20 yıl önce hiç itibar etmedikleri, birkaç yıl önce bile önemsemedikleri neonazilik, neofaşistlik... filan olarak suçladıkları fikirlere giderek daha çok sahip çıkmaktadırlar. Bush'un ikinci kez seçilmesinden sonra bu eğilimin, biraz Hıristiyan değerleri yönü öne çıkarak daha büyük bir itibar görmesi sürpriz olmayacaktır.

c-) Emperyalizmin bir "medeniyetler savaşı" stratejisi içinde İslam'a karşı bir Hıristiyan cephesi olarak davranma isteği İslam ülkelerinde "ılımlı İslam"ı yedeklemeye yönelmesi, radikal İslamcı güçlerin saldırganlığına, şeriatçı terörizme de meşruiyet ve yaygınlık kazandırmaktadır. Bu yüzden de El Kaide ve  benzerlerinin popülaritesi yükselmektedir. Bu açıdan bakıldığında ABD'de Bushçuluk, Avrupa ülkelerinde "muhafazakarlık," "neo muhafazakarlık" İslam ülkelerinde "ılımlı İslamcılık"; emperyalizmin dünya egemenliğinin en gerici dayanakları olarak biçimlenmektedir.

d-) Bush'un ikinci kez seçilmesi dünyayı daha da güvensiz hale getirdi: Bush'un ikinci kez seçilmesi, Bush yönetimin ve her ülkedeki uşaklarını daha da pervasızlaştıracaktır. Dolayısıyla dünyanın her köşesindeki Amerikan saldırganlığının artması, dünyanın 2004'e göre bile daha güvensiz olacağını söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır. Özellikle de Ortadoğu'da bu saldırganlığın daha belirgin olması, yeni çatışmaların kışkırtılması yeni provokasyonların gündeme gelmesi beklenir olacaktır. Bölgede Amerikan saldırganlığının artacağı İran ve Suriye'ye yönelik tehditlerin yoğunlaşmasıyla şimdiden görülmeye başlamıştır.

2-) 1990'larda ilan edilen Yeni Dünya Düzeni (YDD)'nin birinci dönemi bilinemezcilik temelinde yükselen bir postmodernizmle karakterize oldu. Ama, 10 yıldan az bir zaman içinde YDD'nin, barış içinde, demokrasinin egemen olduğu, adaletli, refahın paylaşıldığı bir dünya düzeni olacağı iddiasının boş bir iddia olduğu; tersine, küreselleşme politikalarının dünyayı; sıcak savaşa, adaletsizliğe, servetlerin en zenginlerde toplanırken 5 milyar dünyalının açlığa, işsizliğe, yoksulluğa itildiği bir düzen olduğunu herkes gördü. Postmodernizm ve çeşitli türden kozmopolit yaklaşımların mevcut dünya düzeninin akla uygun, olabilir dünyaların en iyisi, insanlık için en iyi dünya olduğuna insanları inandıramayacağı açığa çıktı. Bunun için şimdi emperyalist güç odakları, Rönesans'tan bu yana az çok sistematik, akılıcılıkla bağlantılı bütün felsefi yaklaşımları reddederek, Ortaçağ'ın dogmalarına sarılmaktadırlar.

Eğer emperyalist güç merkezleri, kurmak istedikleri dünyaya meşruiyet sağlayacak fikirleri, Rönesans'ta, rasyonalizmde, aydınlanma felsefesinde bulsalardı Ortaçağ’a dönüp, tarihin karanlıklarından en pespaye, onların halklar indinde bir kutsallık taşıyor olmasını istismar ederek yardıma çağırmazlardı. Demek ki, emperyalist güç odakları, keyiflerinden, çok güçlü olup biz ne dersek halk onu kabul eder pozisyonunda olmalarından ya da çok dindar olduklarından değil başka çareleri kalmadığından 500 yıl önce aşılmış Ortaçağ fikirlerine sığınmışlardır.

3-) İdeolojik mücadele yılı: Uluslararası burjuvazi 2005 yılını, Jean Paul Sartre'ın 100. doğum yılı vesilesiyle "Sartre Yılı" olarak ilan etti. 20. yüzyılda ortaya çıkan irrasyonalizme temel olabilecek özellikler taşıyan varoluşçuluğun bu yıl gündeme getirilmesi, Bushçuluğun ve emperyalizmin ideologlarının girdiği yol göz önüne alındığında hiç de rastlantı değildir. Yine Almanya başka amaçlarla da olsa, 2005 yılını, "Özel İzafiyet Kuramı"nın yayınlanmasının 100. yılı olması nedeniyle "Einstein Yılı" olarak ilan etmiştir.

Türkiye'de ise "eğitimin ve resmi eğitim müfredatının yeniden yapılandırılması" çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığı (elbette hükümet ve egemenler), Milli Eğitim Müfredatı'nı değiştirmek, Cumhuriyet'le kurulan eğitimin laik-materyalist temellerini değiştirip idealizm ve İslami dogmayı resmi eğitimin bir bileşeni yapmak üzere harekete geçmişlerdir.

Milli Eğitim Bakanı'nın önderliğinde gerici güçler, Newton Fiziği ile Kuantum Fiziği arasındaki "çelişmeler"den kalkarak; aslında yüzyıl önce İzafiyet Kuramı ile aşılan Newton Fiziği'nin bugün eğitimin temel sorunu olduğu, Türkiye'de orta ve üniversite eğitimi sorununun bu çatışmayla ilgili olduğu iddiasıyla bilinemezciliği, dini dogmanın ve burada yaratılışçılığı da bilimsel görüşler içerisine alınması üstünden gerçeğin birden çok olmasının "statükoculuğa karşı demokrasi" olduğu gibi martavallarla güncelleştirmek istemektedirler. Bunun için 2004'ün sonlarında resmen harekete geçmişlerdir. Öyle anlaşılmaktadır ki 2005'te de, sonrasında da bu alanda köklü adımlar atmak için bilim-ideoloji alanından yeni saldırılarla "ılımlı İslam" etrafında oluşturulan fikirlere meşruiyet temeli kazandırmayı hedeflemektedirler.

Aynı zamanda bu çabalar, uluslararası sermaye güçlerinin Hıristiyanlık temelinde geliştirilmeye yönelen emperyalist ideolojiyle bütünleşmektedir.

Kısacası emperyalist güç odakları bilim ve teknolojideki gelişmeleri çarpıtarak, bilimdeki, teknolojideki gelişmeleri bile hızla işçi sınıfına ve halklara karşı bir silaha dönüştürmektedirler. Elektronik ve bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler robot teknolojisi işçi sınıfının öneminin kalmadığı, sınıflar mücadelesinin sonuna gelindiği, burjuvazinin artık yeniden devrimci bir sınıf haline geldiği iddiasına dayanak yapılmaya çalışılırken genetikteki gelişmeler de en son "inanç geni"ne kadar vardırılarak, Evrim Kuramı karşısında düştüklere çukurdan çıkmak, yaratılışçılara alan açmak için kullanılmaktadır.

Emperyalizmin yeni ideoloji imal etme çabasıyla bu alandaki çarpıtmaların daha da derinleştirileceğini, bunlara yenilerinin katılacağını söylemek bir abartı sayılmamalıdır. Sermaye cephesinden işçi sınıfı ideolojisine ve emekçilere kültür, sanat, eğitim gibi alanlarda da gerici fikirlerin egemenliğini amaçlayan saldırı yöneltildiği ve bunları püskürtecek bir karşı saldırı organize etme göreviyle karşı karşıya olduğumuz apaçıktır.

4-) Büyük Ortadoğu Projesi (BOP): Geçtiğimiz yılın başlarında politik gündemi önemli ölçüde işgal eden  BOP tartışmaları yılın sonunda gündemin gerilerine düşmüş görünüyordu. Ne var ki, Bush'un ikinci kez seçilmesinden sonra BOP'un yeniden öne çıkması, en azından ABD'nin bölgedeki zorlamaları sırasında BOP'un hem ete kemiğe büründürülmesine, hem de gerçekte nasıl bir işlev göreceğine dair gelişmelere tanıklık edeceğiz. ABD'nin son aylarda giderek artan biçimde İran'ı tehdit etmesinin dozajını artırması, İran yönetimini gayri meşru bir yönetim gibi göstererek İran muhalefetini ve halkını açıkça ayaklanmaya çağırması, İran içlerinde Amerikan Özel Kuvvetlerinin operasyonlar düzenlendiği üstüne spekülasyonların yoğunlaşması, son günlerde İran'a benzer suçlamaların Suriye'ye de yöneltilmeye başlaması BOP'un somutta nasıl bir işlev göreceğini herkesçe görülür hale getirecektir (Irak seçimlerinin Amerika için olumlu geçmesi, İsrail-Filistin görüşmelerinde gelişmelerin Amerika'nın istediği kulvara girme ihtimali gibi gelişmeler de BOP üstüne yapılan hesapları artıracaktır). Türkiye'nin de, geçmişte Irak'ta olduğu gibi, Amerika'nın İran'a yönelik suçlamalarına destek vermesi ama "sorunun çözümünün barışçı yollardan olmasını istediğini" söylemesi ise Türkiye egemenlerinin Amerika'ya hizmet tarzının bu sefer de değişmediğini, Irak'ın işgalinde olduğu gibi, Amerika'dan yana olmak ya da karşı olmak aşamasına gelindiğinde  Amerikan saldırganlığından yana tutum alacağını anlamak için çok derin analizler yapmak gerekmez. Ama; olup bitene bakıldığında ABD'nin İran'a, Irak'ta olduğu gibi doğrudan kendi silahlı kuvvetleriyle, özellikle de kara ordusuyla İran'a saldırmanın Amerika için bile aşırı bir macera olduğunu görmek gerek. Bu aşamada Türkiye üstünden İran'a saldırılması, daha doğrusu İran'la baş edebilecek tek ülke olarak Türkiye'nin çatışmaya sokulmasının seçenekler içinde ABD tarafından en istenir olacağı apaçıktır.

Ancak böyle bir çatışmanın gerçekleştirilmesi sadece Amerika'nın isteği ile, onun işbirlikçilerinin gayretleriyle olamaz. Tersine, Türkiye’nin bölgedeki diğer ülkelerle ilişkilerinde problemler çıkarılarak, İran'ın "kırımızı çizgileri" aştığını gösteren provokasyonlar yaratılarak, İran'la çatışmazsa, Türkiye'nin daha büyük belalarla karşılaşacağı konusunda işaretler ortaya konarak ya da İran pastasından Türkiye'ye ayrılan payın göz kamaştıracak düzeyde olmasına ikna edilerek Türkiye böyle bir belaya sokulabilir. En azından İran'a karşı savaş stratejisinin en önemli ayağının bu olduğu söylenebilir.

Aslında bölgede olanlara bakılırsa, ABD'nin İran'a karşı savaşını çoktan başlattığı bile söylenebilir: Gürcistan'da ve Azerbaycan'da Amerikancı hükümetler işbaşına getirilmiştir. Ermenistan, Amerika ne isterse onu yapmaya hazırdır. İran'ın öteki komşuları Afganistan ve Irak Amerikan işgalindedir. İran'ın açık denizlere çıkabileceği tek çıkış olan İran Körfezi de Amerika ve İngiltere'nin denetimindedir. İran'ın az çok rahat olduğu tek sınırı Türkiye sınırıdır. Kısacası İran, Amerika tarafından üç tarafından kuşatılmıştır. Kuşatmanın dördüncü tarafı ise Türkiye'dir. Bu yüzden de ABD ne yapıp yapıp, Türkiye ile İran’ın arasında sorun çıkarmak, bu sorunu bir çatışmaya dönüştürmek için elindeki her imkanı kullanacaktır. Bu yüzden, Türkiye'deki AKP iktidarının Amerikan stratejisine en azından genel olarak bağlı olduğunu sıkça yinelemesi, ABD için, Türkiye'yi İran'la savaştırmak için önemli bir dayanak teşkil etmektedir. Kuşkusuz böyle bir amacın gerçekleşmesi sadece diplomasi ve masa başı görüşmelerle değil ama, küçük bölgesel çatışmaların büyütülmesi, provokasyonlar, suikastler, yerine göre bölge ülkelerinde darbelerle birlikte gelişecek son derece karmaşık ve kargaşalara yol açacak olaylarla beslenecektir. Bu yüzdendir ki demokrasi güçlerine; ABD ve her ülkedeki uşaklarının faaliyetlerinin teşhir edilmesi, olup bitenin arkasındaki gerçeklerin görülmesi için ulusal ve uluslararası planda son derece önemli görevler yüklemektedir. Çünkü, ABD'nin İran'ı kuşatma stratejisi, başka komşu ülkeleri de kapsasa da oyunun bölgedeki asıl oyuncusunun Türkiye olacağını söylemek çok derin bir strateji bilgisini gerektirmez. Çünkü İran'a yönelik saldırı, Türkiye olmadan başarılması olanaksız bir saldırı olur. Bu durum Türkiye'deki devrimci güçlerin, savaş karşıtlarının görevlerini artırmakta, ulusal ve uluslararası planda faaliyetlerin; anti-emperyalist bir cephe oluşturulması için gayretlere hız verilmesinin önemini artırmaktadır.

5-) AB'den tarih almanın yankıları: Türkiye'nin egemenlerinin ve hükümetlerinin 2004 sonunda AB'den bir "müzakere tarihi" almış olmaları ve görüşmelerin 3 Ekim 2005'ten itibaren başlayabileceğinin açıklanması kuşkusuz ki; "piyasalar" için olduğu kadar her türden AB'ci için yeni bir başarı olarak propaganda edildi; onlar için bir moral ve motivasyon kaynağı oldu. AKP hükümeti ise; bu tarih alma başarısını kendi marifeti olarak göstererek, arkasındaki sermaye gruplarıyla bağlantısını güçlendirmeye, yıpranan itbarını yenilemeye yöneldi.

AB'den tarih alınması, sanki AB'ye girmiş gibi propaganda edilirken aynı zamanda önümüzdeki süreçte de "yapısal reformlar" ya da "ekonomik önlemler," "müktesebat uzlaşmaları"nın AB'ye girmenin koşulu olarak dayatılacaktır. Bu yüzden de AB'ye girme süreci bir yandan her sorunun AB'ye girerek çözüleceği hayallerinin yayıldığı bir süreç olarak değerlendirilirken, bir yandan da; AB konusunda hayallerin yıkıldığı, aslında AB'ye girmenin bir kurtuluş değil sömürünün artırıldığı, ülkenin servetlerinin yağmalanmasının büyüdüğü bir süreç olarak cereyan edecektir. Bütün bunların da ötesinde bu süreç; "Emeğin Avrupası" hayallerinin de yıkıldığı bir süreç olacaktır. Sermaye güçleri ellerdeki medya gücü ve hükümeti, Meclis'i tutmuş olmanın avantajıyla akı kara, doğruyu yanlış gösterme güçlerini koruyacaklardır. Bunun içindir ki; sadece "AB'ye hayır," "Kahrolsun Avrupa emperyalizmi" demek yetmez. Tersine son derece somut, her adımda yeniden yeniden gerçekleri açıklayan bir aydınlatma faaliyeti gerçeklerin anlaşılması ve yalan barajının yıkılması için belirleyici öneme sahiptir.

AB sürecinin izlenmesi üç bakımdan son derece önemlidir.

a-) Avrupa Birliği'nin, iddia edildiği gibi bir "medeniyet projesi," "insanlığın ulaştığı en ileri aşamayı temsil eden bir topluluk" olmadığını, Avrupa emperyalizminin merkezileşme, öteki emperyalistler karşısında egemenlik mücadelesi vermenin merkezi olduğunun gösterilmesi için tarihin, siyaset biliminin ve somut gerçeklerin açıklanmasına önem vermek.

b-) "Emeğin Avrupası," "demokrasi kabesi" gibi hayallerin deşifre edilmesi için mücadele etmek.

c-) Türkiye-AB ilişkilerinin eşit olmayan ilişkiler olduğu ve "müktesebat" denilen hazırlıkların aslında ülkenin bir türden sömürgeleştirilmesi için alınacak önlemler manzumesi olduğunun gösterilmesi için ekonomi politiğin imkanlarının seferber edilmesi gerekmektedir.

6-) Kürt sorunu: AKP kuruluş aşamasında ve İslamcı geleneğe bağlı olması nedeniyle; gerek Kürt siyasi çevrelerinde gerekse liberal sol ve sağ çevreler arasında, önceki hükümetlerden farklı davranacağı, özellikle Kürt sorununu bir vakıa olarak kabul edip, kimi çözüm adımları atacağı fikrini uyandırmıştı. Tayyip Erdoğan’ın son Diyarbakır konuşması ve öncesi bu fikri birçok kesim için daha da güçlendirmiştir.

Bu yüzden de AKP, her iki seçimde de,bölge illerinde, geleneksel düzen partilerinden çok daha fazla oy alan bir parti oldu. Ama, daha iktidarının ilk günlerinde Tayyip Erdoğan, "Kürt sorunu yok denirse yok olur" tezini öne sürerek bir hayal kırıklığı yaratırken, Kürtlere yönelik jestleri ise, "Karım da Siirtli; ben Kürtleri de, bölgeyi de çok severim"in ötesine geçmedi. Kürt siyasi çevrelerinden gelen "Genel siyasi af," "Kürtlerin kültürel hakları," "Anadilde eğitim hakkı" gibi taleplerine ise Kopenhag Kriterleri ile geleneksel asimilasyon politikasını uzlaştıran yanıtlar vermekle yetindi. Ve Kürt sorununu yok sayan, hak talebinde bulunanları da "terörizm"le, "teröristlere yardım ve yataklık"la suçlayan tutum belirleyici oldu. Ve hükümet bu tutumda ısrar ettikçe Kürt sorunu çözümsüzlüğü daha büyük bir soruna dönüştü; sorun büyüdükçe ve bir dayatmaya dönüştükçe de AKP Hükümeti'nin bu sorunu görmezden gelme eğilimi güçlendi ve sonunda, "statükocu" dediği "Kemalistler"le ve "Kızılelmacılar"la aynı jargonu kullanmaya başladı. Başbakan’a ‘Kürt sorunu vardır’ dedirttiren ise gerek sürdürülen mücadelenin etkisi, gerekse sorunun geldiği boyutlarıyla ‘yoktur denince yok olacak’ yaklaşımının iflas etmesidir. Ancak söylenen bu iki sözcüğün bile yarattığı etkide Kürt halkının barışa duyduğu özlemin önemi büyüktür.

Sonuçta bir çoğu birbiriyle örtüşse ve bir çözümsüzlüğe dönüşse de, aslında her güç mihrakının bir çözüm formülü vardır. Özellikle de bölgedeki büyük güçlerin.

Örneğin ABD, Kürt sorununun "Türkiye'nin yumuşak karnı" olduğunu bilerek ve bu sorun üstünden baskı yaratarak Türkiye'yi avucunun içine almayı, Türkiye'nin bütün itirazlarını kaldırarak Amerikan stratejisine bağlanmasını amaçlamaktadır. Bu yüzden ABD, sadece Türkiye'nin değil Ortadoğu'nun önemli bir sorunu olan Kürt sorununu çözümü için Irak'ı merkez almış; Irak Kürtlerine sağladığı imkanlar üstünden öteki ülkelerdeki Kürt burjuvaları ve toprak ağalarını da yedeklemeyi amaçlamaktadır. Dahası ABD'nin oluşturduğu bu baskı, Türkiye'de Kürt sorununun çözümünü de "ertelenemez" bir aşamaya getirmiştir. Genelkurmay'dan AKP Hükümeti'ne, TÜSİAD'dan öteki güç odaklarına kadar herkes bu dayatmanın farkındadırlar ve onun için de panik içinde; Musul, Kerkük üstünden "hak iddiaları"na varan abeslikler, Kürtlerin Irak'ta "bağımsız" ya da "özerk" devlet kurmasının "Türkiye için tehdit" oluşturduğu gibi demagojik iddialarla ortalığı toza dumana boğmaktadırlar.

Ancak şu çok açık bir gerçektir ki; kendi Kürt sorununu çözmeden Türkiye'nin egemenlerinin ne rahat nefes alması mümkündür, ne de Kuzey Irak'ta olan gelişmelere "izin veremeyiz", "kabul etmeyiz" ötesinde müdahale etmesi. Dahası böylesi bir müdahalenin ne bölge ülkelerinden, ne de uluslararası kurumlardan destek bulması beklenemez. ABD de bunun farkında olduğu için bir yandan Irak Kürtleriyle Türkiye arasındaki gerginliği artıracak gelişmeleri kışkırtırken, öte yandan da İran ve Suriye ile ABD arasındaki gerilimi artıracak etkenleri harekete geçirmektedir. Böylece ABD, Türkiye ile, Irak Kürtleri üstünde baskı oluşturmak, Kerkük'ün statüsünde Türkiye'nin isteklerini hesaba katmak ya da PKK-Kongra Gel'in Kuzey Irak'tan çıkarılması için harekete geçmenin Türkiye'ye maliyetini, Türkiye'nin ABD'ye tam teslimine, örneğin İran'la, Suriye ile savaşa tutuşmasına kadar yükseltmeyi planlamaktadır.

Sözü çok uzatmadan söylersek, Türkiye'nin bugün girdiği labirentten çıkması için "üç seçeneği" vardır:

1-) Kendi Kürt sorununu demokratik bir biçimde çözerek gönüllü birliği sağlamak, Kürtler dahil bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyan, bölgede barışın tesisi için ABD'nin ve öteki emperyalist güçlerin bölgeye müdahalelerine karşı çıkan bir politik pozisyona geçmek. Bu amaçla, genel bir siyasi af çıkarılmasından başlayarak, dil özgürlüğü, köylerinden sürülenlerin geri dönüşünün sağlanması üstünden bir uygulamanın başlatılması (Türkiye’nin demokrasi güçleri ve Kürt halkı bundan yanadır).

2-) "Kırmızı çizgiler" stratejisinde ısrar ederek Kuzey Irak'a askeri bir müdahale edip Kürtler ve ABD ile çatışmayı göze almak ("Kızılelma"cılar, militaristler, Kerkük-Musul hayalcileri bölgedeki karanlık güç odakları, savaş vurguncuları bunu hayal ediyor).

3-) Amerikan stratejisine itirazsız teslim olarak; Amerika'nın PKK’yı ezmesi ve Kuzey Irak'ta Türkiye'nin isteklerini yerine getirmesi karşılığında, ABD ile tam işbirliği ile İran ve Suriye ile savaş girmeyi bile göze alan politikalara yönelmek (ABD ve her renkten uşakları bunu istiyor).

Hiç kuşkusuz bu seçenekler tamamen "teorik" düzeyde seçeneklerdir. Türkiye'nin egemenleri ve AKP Hükümeti, ABD'yi stratejik ortak olarak benimsedikleri ve Kürt sorununun demokratik çözümünü reddettiklerine göre; ilk iki şık onlar için bir tercih olamaz. Üçüncü şık ise son derece risklidir ve Kürt, Türk her milliyetten Türkiye halkının ve Türkiye'nin ilerici devrimci güçlerinin direncini kırmayla mümkün olabilecek ve büyük iç çatışmalara da yol açabilecek (asıl bölünme buradan çıkar) bir yöneliş olur. Ancak ABD'nin Kürt sorununa yaklaşımı, Kuzey Irak Kürtlerinin haklarına titizlik göstermesi asla Kürtleri sevdiğinden değil ama Kuzey Irak'ta yaratacağı baskıyla bölge ülkelerinin yumuşak karnıyla oynama imkanı sunmasıdır. Türkiye'yi de ABD’nin buradan zorlamakta, İran ve Suriye'ye karşı kullanmakta bu sorunu istismar etmekten geri durmayacağını görmek gerekir.

Dolayısıyla bu sorun üstünden girişilecek provokasyonlarla hükümet ve Genelkurmay'ın halk baskısından kurtulmasını sağlayabileceğini unutmamak gerekir. Bu yüzden de Kürt sorununun çözümü, Türkiye'nin emperyalist stratejilerin baskısından çıkmasının da kilit noktası  olarak görünmektedir. Bu nedenledir ki; Türkiye için tek doğru seçenek; kendi Kürtleriyle barışmak, onların isteklerini karşılamak; kültürel, dil ve siyasi bakımdan tam hak eşitliği üstünden birlik ve bütünlüğü sağlayacak adımlar atmaktan geçmektedir. Ancak böyle bir çözüme yönelen Türkiye, "bölünme korkusu"nu, "Kürt fobisi"ni aşmaya da yönelmiş olacaktır. Amerika'ya onun stratejisine karşı mücadele eder bir pozisyona geçmenin imkanı da buradadır.

Kürt sorununda en önemli problemlerden birisi de; 1984 sonrasında savaş içinde gelişmiş olan HEP-DEHAP geleneğinin dünkü koşullarda oluşun politikalarının ve politika yapma tarzının bugünün ihtiyaçlarına yanıt verememesi ve bu mihrakın bu sorunu çözmekte zorlanmasıdır.

Kürt mücadelesinin ve Türkiye'nin demokratikleşmesinin önemli bir güç odağı olan bu çizginin devrimci, anti-emperyalist bir mevzide kalabilmesi ve Türkiye'nin emek ve demokrasi güçleriyle birleşen bir hatta yürümesi son derece önemlidir

Bugün; ayırımsız bir genel siyasi af, Kürt dilinin Türkçe ile eşit düzeyde kabulü, kültürel ve siyasi hakların eşitlenmesi, Bölge'de barışın sağlanması, faili meçhullerin, kayıpların faillerinin bulunup cezalandırılması, koruculuk sisteminin kaldırılması ve bölgedeki özel kuvvetlerin geri çekilmesi, köylerine dönmek isteyenlere tazminat ödenmesi, Kürdoloji Enstitüsü’nün kurulması ve anadilde eğitim hakkı gibi talepler etrafında bir mücadelenin sadece Kürtlerin hakları ile ilgili değil ama Türkiye'nin demokratikleşmesinin, halkların kardeşliği fikrinin ve Türkiye'nin bölge halklarıyla kardeşleşmesinin temeli de olduğunu bilerek davranmak demokrasi güçleri açısından hayati öneme sahiptir.

Süreç, Bölge'de mücadele imkanlarının geliştiği bir aşamada seyretmektedir. Çünkü bir yandan hükümetin, Kürt sorununu çözmekte adım atacağına dair yayılan hayaller çökerken, öte yandan Kürt yoksullarına iş ve aş vaadi iflas etmektedir. Nitekim son günlerde de özelleştirmeler üstünden bölgedeki TEKEL işçileriyle hükmet karşı karşıya gelmiştir. TEKEL'in özelleştirilmesinin gündeme gelmesinden beri bölgedeki TEKEL işçileri tütün üreticileriyle de birleşme isteklerini dile getirmekte, bölge işçileri ilk kez ülkenin batısındaki işçilerle aynı mücadelenin parçası olmaları bilinciyle davranmaya yönelmişlerdir. Evrensel gazetesinde Bitlisli, Malatyalı TEKEL işçileriyle SEKA işçilerinin mektuplaşması sürecin en önemli mücadele etkenlerinden birisinin daha sahneye çıktığının işaretidir.

7-) AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan irtifa kaybediyor: Tayyip Erdoğan Hükümeti; 12 Eylül darbesi sonrası Turgut Özal'ın ANAVATAN'ına verilen olağanüstü iç ve dış desteklerle kıyaslanabilecek bir destekle iktidar oldu. IMF, Dünya Bankası gibi dış finans merkezleri ile TÜSİAD'dan MÜSİAD'a, tarikatlardan sendikalara kadar iç güç odakları AKP Hükümeti'nin arkasında birleşti. CHP'nin tek ve etkisiz bir ana muhalefet partisi olması ise; bu desteklere adeta "sos" oldu.

Sermaye medyasının devasa propaganda gücü de devreye sokularak, AKP etrafında bir umut halesi yaratılarak, seçimin hemen sonrasındaki süreçte AKP ve Tayyip Erdoğan'a oy vermeyen kesimlerde bile; "Bu hükümet bir şey yapabilir. Bunlara fırsat vermeliyiz." duygusu uyandırıldı. Ancak geçen iki buçuk yıl içinde; bu görünür destek devam etmesine ve ciddi ve somut yeni bir muhalefet cephesinden henüz söz edilememesine karşın AKP Hükümeti'nde ve Tayyip Erdoğan'da bir telaş, hatta bir panik gözlenmektedir. Çünkü; ortada fırtına, deprem, heyelan filan denecek nedenler olmamasına karşın ayakların altındaki toprağın kaymaya başladığını hissetmektedirler. Onun için de kendilerini başarılı gösterecek her olayı abartarak, ellerin attıklar her sorunu mucizevi bir güçle çözen bir yeteneğe sahip oldukları propagandası yapmaktadırlar. Bu da inandırıcılıklarını aşındırmaktadır. Bu aşırı abartı, kendilerine aşırı güven, eleştiriye tahammülsüzlük, açgözlülük, kural tanımazlık, acımasızlıkların sırıtması gibi çöküş alametlerinin ortaya çıkmasını getirmektedir. Hal böyle olunca da Başbakan; ortalıklara çıkıp; "ben çok akıllıyım," "ben çok vicdanlıyım," "yardımseverlik benim genlerime işlemiş, bir yerde bir zora düşen olursa ona yardım etmeden duramam" gibi zırvalarla bu açığını kapatmayı amaçlamaktadır. Bu da kendi başına bir ciddiyet kaybı olarak Erdoğan ve hükümetinin "günah hanesi"ne yazılmaktadır.

AKP hükümetinin bugün içinde bulunduğu tabloyu şu unsurlarıyla tarif edebiliriz:

a-) En yoksul kesimlerin oyun alarak iktidara gelen Tayyip Erdoğan ve partisi; daha güven oyu almadan hazırladığı "Acil Eylem Programı" ile en büyük sermaye çevrelerinin hükümeti olacağının işaretini vermişti. O günden bugüne de giderek daha çok sermayenin ihtiyaçlarına duyarlılığını artıran iç ve dış büyük sermaye çevrelerinin taleplerine özel bir önem veren bir hükümet oldu.

Yoksulların içinden çıktığını iddia edip, işsizliğe ve yoksulluğa son verme vaadiyle oy alan bir hükümetin geçen yıllar içinde sadece sermayenin taleplerine kulağını açarken; işçiyle, memurla, köylüyle; emekliyle kavgalı hale geldiğini söyleyebiliriz.

Bu hükümetin yoksullara verdiği ise; Erdoğan'ın bir gün kalkıp; "yoksullara şu kadar kömür dağıtın," "İlk öğretim kitaplarını bu yıl parasız verin," "Ramazanda belediye aşevlerine yardım edin," "emekli maaşlarına benden şu kadar zam yapın" gibi tamamen popülist ianeci, ulufeci, vatandaşı dilenci konumuna iten bir "yardım tarzı"dır. AKP Hükümeti, bunu yaparken de modern sosyal güvenlik kurumlarını yeren, onların problemlerini büyüten, vatandaşı bu kurumlardan uzaklaştıran ve nihayet özel sigortacılığı sosyal güvenliğin yerine geçiren politikaları hayata geçiren bir tutum almıştır. Üstüne üstlük bu arada, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinde bilinen adımlar atılmıştır. Dahası gerçek ücretlerin sürekli düşmesi, karlar artarken işsizliğin büyümesi, işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarının hak-hukuk tanımayan bir gözü karalıkla ortadan kaldırılması (İş Yasası, SSK Yasası değişiklikleri, Kamu Personel Yasa Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Yasası vb.) üç yıl boyunca hükümetle emekçi yığınlar arasındaki ilişkileri geren etkenler olarak rol oynamıştır.  

Yoksulların sıkıntılarına son vermek için iktidar olduğunu söyleyen bir hükümetin; icraatını borsadaki başarıları, karların ve rant gelirlerinin artması, ihracat rakamlarının yüksekliği, IMF'ye borç ödeme başarısı, yoksullara işsizlere yansımayan bir "ekonomik büyüme" gibi "makro iktisat" verileriyle savunmanın çelişkisi giderek büyümekte ve bu çelişki de geniş emekçi yığınlarla hükümet (dolayısıyla AKP) arasındaki gerilimi artırmaktadır.

Kısacası Tayyip Erdoğan'ın üç yıllık hükümetinden en zenginler, dış ve iç sermaye odakları uluslararası finans çevreleri, vurguncular, hortumcular, havada vurup tavana yiyenler memnundur. Ama alınteriyle geçinenler, işçiler, memurlar, köylüler, bütün değerleri üretenler ise bu hükümetin uygulamalarından paylarını düşük ücret, işsizlik, yoksulluğun artması yaşama ve çalışma koşullarının güçleşmesi olarak almıştır.

b-) İç ve dış kronik sorunlar kronik sorun olmaya devam etmektedir: AKP iktidarı, iktidarının ilk aylarında Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Kuzey Irak sorunu gibi Türkiye'nin iç ve dış sorunlarında, bu sorunları kronik olmaktan çıkaracak adımlar atacağı intibaı uyandırmıştır. Ancak geçen sürede görülmüştür ki AKP hükümeti, bu sorunları Kemalizmle hesaplaşmak, kendisine siyasi rant sağlamak gibi alanlarda adım atıyor gibi görünürken aslında bu sorunları çözme cesaret ve birikiminde bir parti olmadığını da göstermiştir. Türkiye'nin demokratikleşmesinden dış politikasına, komşularıyla ilişkilerine kadar pek çok konuyla ilgili Kürt sorununda hükümet, "Kürt sorunu yok dersek yok olur" diyerek işi başa almış (son dönem söylenen farklı gibi gözüken bazı laflarla yaklaşımın özünün değiştiğine dair tespit yapmak yanıltıcıdır. Zaten bu konuşmalarda bile ‘teröre ve teröristlere karşı mücadelenin öneminin altı çizilmektedir); Kopenhag Kriterleri ve "AB'ye uyum"la sınırlı bazı zorunlu yasal değişiklikler dışında bu konuyla ilgili hiçbir adım atmayarak, önceki hükümetlerin inkarcı, asimilasyoncu çizgisinde ısrar etmiştir. Dahası pek çok konuda ANAP'ın, CHP'nin gerisine düşerek, bölgede az çok gelişen barış ortamını bozacak girişimlerden de geri durmamıştır. Bu konuda şimdi geldiği nokta ise ABD'ye PKK-Kongra Gel'i dağıttırmak, Kuzey Irak'ta bile bir Kürt devletini savaş nedeni saymak, Kürt demokrat hareketini içerden bölmek için planlar ve politikalar geliştirmektir. Çünkü, AKP de görmüştür ki, DEHAP gibi devrimci-demokrat güç odakları ayakta kaldıkça Kürt milliyetçisi, feodal, aşiret reisi gibi gerici güçlerin birleştirilerek Kürtler içinde yeniden otoriteye sahip olması, böylece Kürt demokrasi mücadelesinin bu gerici güçlere dayanılarak tasfiye edilmesi ve Kürt potansiyelinin bir biçimde AKP'ye yedeklenmesi olanaklı değildir.

Kıbrıs konusunda da hükümetin tutumu farklı olmamış; sanki Kıbrıs'ı bir sorun olmaktan çıkaracağı havası yayılmasına karşın adada yapılan referandumun arkasından sorun bir içi politika malzemesine ve "AB'ye girişe bilet"e  dönüştürülmüş ve arkasından da kendilerinden önceki Denktaş-Ecevit-Demirel-Genelkurmay çizgisine dönülmüştür. Bunca çabadan, aradan geçen üç uzun yıldan sonra bu iki önemli konuda hükümet, kendisinden önceki hükümetlerin "kırmızı çizgilerle" bezenmiş politikalarına geri dönmüştür. Bu da AKP'den kronik sorunlara çözüm bekleyen çevreler için yeni bir hayal kırıklığı olmuştur.

c-) Kemalistlerle hesaplaşmada, başa dönüldü: Bütün cumhuriyet tarihi boyunca, AKP gibi din üstünden siyaset yapan, laisizmle çelişen partiler için Kemalizme karşı mücadele hep başlıca sorun olmuştur. Tarihi boyunca asker ve sivil devlet mekanizmalarında üslenmiş olan Kemalizmle hesaplaşmak onun siyasetteki uzantısı olan CHP vb. partilerle hesaplaşmaktan daha güç olmuştur.

AKP; DP, AP, ANAP, MNP-RP çizgisi, bütün eski öncüllerinin deneyimiyle ve hayli yıpranmış Kemalizmle karşı karşıya olacağı için işinin çok güç olmayacağı düşünülmüştü. Nitekim AKP, öncüllerinin deneyimiyle, özellikle askeri kanatla çatışmamaya dikkat ederek, genel olarak "statüye," "statükoculuğa" karşı mücadele ediyor görünürken, arkasında mevzilenmiş olan TÜSİAD'ı, ABD ve AB'yi öne çıkararak, örneğin Genelkurmay'ın onlarla karşı karşıya gelmesi taktiğini izlemiştir.

Kıbrıs konusunda, Denktaş-Demirel-Ecevit-Genelkurmay çizgisinin karşısına çıkarak; "Böyle politika olmaz, Kıbrıs'tan askeri çekip, toprak dayatmasından, bağımsız devlet dayatmasından vazgeçmeliyiz" demek yerine; tersine bu tezin arkasından dolaşıp, sanki Türkiye'nin böyle bir politikası yok ve hükümet de bu konuda angaje değil gibi; genelkurmay ve öteki geleneksel Kıbrıs politikası savunucularını, Annan Planı üstünden BM ve AB ile karşı karşıya bırakmıştır. Hal böyle olunca Denktaş ve öteki "sivil odaklar" hem ağlayıp, hem de Annan Planı'na  boyun eğmek zorunda kalmışlardır.

Böylece hükümet, Kemalist odağa geri adım attırırken hem elini yakmamış, hem de Kemalistlere en iddialı oldukları konuda bir darbe vurmuştu.

Benzer bir hamle de Kuzey Irak politikalarında yaşandı.

Kuzey Irak'ı kendi hinterlandı sayan Türkiye, Kuzey Irak Kürtlerini zapturapt altına alıp orada statükoyu korumayı başarırsa, Türkiye Kürtlerini de sıkı denetimde tutacağı hesabı üstünden oluşturduğu strateji karşısında AKP hükümeti; Kuzey Irak'taki "kırmızı çizgileri", ABD ile de işbirliği içinde kaldırmıştır. Burada da AKP, sanki kendisi hükümet değilmiş gibi, Genelkurmay'la Amerika'yı karşı karşıya bıraktı ve Amerikan baskısı karşısında Genelkurmay, geri adım atarak bölgedeki inisiyatifini geri çekerek, resmen değilse de  fiilen "kırmızı çizgiler" stratejisinden vazgeçti.

Ne var ki, geçtiğimiz yılın sonlarından başlayarak, gerek Kıbrıs'ta gerekse Kuzey Irak'ta, "kırımızı çizgiler" stratejisine geri dönüldü. Üstelik bu sefer hükümet, geçmiş iki yıl boyunca, bu stratejiyi bozmamış, bunun üstünden bu stratejiyi oluşturanlarla hiç mücadele etmemiş gibi; "kırmızı çizgiler stratejisini" benimsediğine vurgu yaptı. Dolayısıyla hükümet, Genelkurmay ve sivil Kemalist odaklar karşısında iki yıl içinde kazandığı mevzileri son altı ay içinde kaybederek, iktidar mücadelesinde önemli bir geri adım atmak zorunda kaldı.

Bir başka söyleyişle; en önemli muhaliflerini yenilgiye uğrattığını düşündüğü anda AKP hükümeti, kendisini iki yıl önceki mevzilerinde buldu.

Kuşkusuz ki; Genelkurmay'ın ve sivil Kemalist çevrelerin AKP hükümeti ile mücadelesinde kayıp ve kazanımlarının devrimci demokrat güç odakları bakımından doğrudan anlamı yoktur. Ama; bu güçlerin çarpışmasından ve özellikle de AKP hükümetinin pervazsız uygulamaları bakımından zorlanacağı bir ortamın ortaya çıkmasından da en çok bugün sisteme karşı mücadele eden emek güçleri faydalanabilirler. Bu çatışmadan faydalanmanın yolu ise, hükümet karşısında "kırımızı çizgiler"den, Genelkurmay'ın baskıcı politikaları karşısında hükümetten yana tutum alma biçimindeki, geleneksel solcu kültürden gelen "çelişkilerden yaralanma sanatı" adına yedeklenmeyi anlamamak gerekir. Tam tersine burada, emeğin ve halkın talepleri uğruna mücadelenin ilerlemesi için, emek ve demokrasi taleplerini öne çıkarıp bu talepler uğruna mücadeleyi ilerletmeyi anlamak gerekir.

d-) Muhalefet güçlerinin yeni dayanakları: AKP iktidara geldiği günden başlayarak oy aldığı, içinden çıkmakla öğündüğü yoksulları, emekçileri, özellikle de kendisinden taleplerde bulunan işçi, köylü, yığınlarına karşı düşmanca olduğunu saklayamadığı, oy istemenin geçerli olduğu bir siyasi düzende pek de akılcı olmayan bir tutum sergiledi. En azgın neoliberallerin ağzıyla işçileri "havadan para kazanmak" istemekle, memurları "sırt üstü yatarak maaş almak"la, köylüyü "bütün milletin sırtında yük olmak"la suçlayan Erdoğan; en yoksul kesimlere, bir hak mücadelesi içinde olmayanlara karşı ise, "merhametli bir başbakan" gibi davranarak, "benden emekliye şu kadar zam," "bu yıl okul kitabı parası almayacağız" açıklamalarıyla adi bir popülizme yönelerek halkta ianeciliği, dilenciliği, kişiliksizleşmeyi kışkırtan bir tutum izledi. Bu yolla; kahve politikacıları için iyi malzemeler verdiyse de süreç ilerledikçe emekçi yığınlardan tepkiler de yoğunlaşmaya başladı. Çünkü hak mücadelesine girişenler; TİS yapanlar, patronla kendi arasındaki sorunlardan dolayı eyleme geçenler, greve çıkanlar, özelleştirmeye karşı mücadele edenler karşılarında hep aynı barikatı, AKP Hükümeti ve onun başbakanını gördüler.

Bu karşılaşmalar giderek yoğunlaştı ve büyük çoğunluğu AKP'ye oy vermiş bu kesimlerden AKP'ye karşı tepkiler parti üyelik kartını yırtmaya, "Kahrolsun AKP" sloganlarıyla sokağa dökülmeye kadar geldi.

En son SEKA ve TEKEL direnişlerinde, TÜPRAŞ, PETKİM ve TELEKOM gibi işletmelerin işçilerinde ve ailelerinde de açıkça görülmektedir ki; dün AKP'ye oy verenler bugün artık gerçeği böyle görmemekte, AKP'ye ya da başka düzen partilerine oy vermenin kendilerine işsizlik, yoksulluğun kader olduğu, eğitim ve sağlığın paralı olduğu bir düzene oy vermek olduğunu anlamaya başlamışlardır.

Bu Türkiye için son derece önemlidir. Çünkü bunun anlamı, emekçilerin örgütlü ve mücadele edebilecek durumda olan kesimlerinin hak mücadelesi üstünden sistemin başındaki hükümetle karşı karşıya geldiği, bu karşılaşmada emekçilerin hükümetin sınıfsal konumunu sorgulamaya başladığı anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla bugün ücret, iş güvencesi, daha iyi çalışma koşulları ya da özelleştirme nedeniyle hükümetle karşı karşıya gelen emekçi yığınların sadece hak mücadelesi içindeki emekçiler değil ama aynı zamanda muhalefetin yeni güç merkezleri, emekçilerin, kendi deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla siyasi bir tutum almaya da yöneldikleri merkezler olduğu anlamı çıkar.

Öyle görünmektedir ki; AKP iktidarına karşı emekçi muhalefeti; bu mücadele alanlarından çıkacaktır.

İşte bütün bu gelişmeler AKP Hükümeti ve onun başbakanı (elbette AKP önde gelenleri) tarafından da hissedilmekte, ayaklarının altındaki topraktaki hareketlenme karşısında da panik yapmaktadır.

8-) Çevre sorunu: Kapitalizm ve doğanın tahrip edilmesi sorunu uzunca zamandan beri hem çevreci gönüllü kuruluşular, hem de siyasi partiler tarafından gündeme getiriliyordu. Ancak son yıllarda bilim çevrelerinden gelen ve bir bölümü de hükümetlere, birleşmiş milletlere ve çeşitli ulusal ve uluslararası organizasyonlara sunulan raporlar doğanın tahrip edilmesi sorununun çok daha ciddi boyutlara ulaştığını göstermektedir. Bu yüzden de doğanın korunması sorunu sadece bilim çevrelerinin, çevreci gönüllü kuruluşların gayretleriyle ya da bizim gibi partilerin programlarına alınan ama gündelik ajitasyon ve çalışmanın konusu olmakla sınırlı bir alan olmakla yetinilemeyecek bir aşamaya gelmiştir. Çünkü son dönemde yapılan araştırmalar göstermektedir ki, doğa artık kendisini tamir edemeyecek düzeyde tahrip edilen bir aşamaya hızla yaklaşmaktadır. Özellikle geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren bu doğrultuda ki verilerin güçlendiği gözlenmektedir. Nitekim Ocak ayı içinde ABD, İngiltere ve Avustralya hükümetlerine sunulan raporlar; insanlığın büyük bir "doğal felakete" doğru sürüklendiğini söylemektedir. Dahası, bu süreç kendiliğinden ve doğanın ürettiği bir sorun değildir. Tam tersine insanlar tarafından üretilmiştir. Ama bu sorun Asya'nın, Afrika'nın "pis," "bilinçsiz," "medeniyet dışı" insanlarının kirletmesinden değil ama burjuvazinin, uluslararası tekellerin kar hırslarının ve onların baştan çıkardığı; yaşadığı çevreye ve gelecek kuşaklara karşı da hiçbir sorumluk duymadan her şeyi büyük bir aç gözlülükle tüketmeyi ahlak ve yaşam tarzı edinmiş gelişmiş ülkelerin "eğitimli", "bilinçli" tüketicilerinin eseridir. Irak'a saldıranlar, onların bu saldırıya dayanak yaptıkları amaçlar aynı zamanda doğaya saldırmalarının da gerekçesidir: Kar hırsı, doğanın nimetlerinin ve emeğin sömürülmesini en ucuza gerçekleştirmek! Bu yüzdendir ki, artık doğanın korunması mücadelesi kapitalizme, emperyalizme karşı mücadelenin bir dayanağı olarak dünküne göre çok daha acil bir mücadele haline gelmiştir.

9-) Üniversite mücadelesi: Neredeyse 40 yıldan beri Türkiye'de, üniversite mücadelesi denildiğinde üniversite gençliğinin mücadelesi akla gelmiştir. 1968 mücadelesinin bir "demokratik üniversite" mücadelesi olmasının ve yakın geçmiş üstündeki bu kültün bunda önemi büyük olmuştur. Dahası 12 Eylül sonrasında (önceki yıllarda da) üniversitelerin egemenlerin ilerici, devrimci düşünce ve eylemlerin merkezi olarak görülmesi ve bu açıdan da üniversitedeki her kıpırdanışın ezilmek istenmesi, bugün bile, bölgede OHAL hiç olmazsa resmen kalktığı halde üniversitenin polis baskısı ve kışla disiplininden kurtulamaması, her konuda demokrat kesilenlerin iş üniversiteye gelince olup biteni görmezden gelmesi, üniversiteyi bugün bile "üniversite ortamının demokratikleştirilmesi" (üniversitenin ortamının normalleştirilmesi de denebilir) ve "parasız üniversite" taleplerini öne çıkarmayı dayatmaktadır. Bu baskılar sadece öğrencileri de hedef almamakta, üniversite öğretim üyelerini ve onların birer bilim insanı olarak bağımsız araştırmalarını da hedef almaktadır. Çünkü, polis ve üniversite yönetimleri (sadece YÖK değil, zihniyet olarak da) işbirliği yaparak üniversitede kışla disiplinini sürdürürken öte yandan da hükümetler yaptıkları "reformlarla," üniversite öğretimini ve bilim ve teknolojik araştırmaları, büyük şirketlerin sponsorluğuna bırakmışlardır. Bunlar, sadece bugünün değil yakın geçmişin de gerçekleridir ve emperyalizmin bugünkü ve yeniden kurmak istediği dünya düzenini (YDD) meşrulaştırmak için giriştiği "ideoloji oluşturma" çabasıdır. Ve kuşkusuz ki, üniversiteler bu ideolojiyi oluşturmada hem baskıların hedefi, hem de bu ideolojinin oluşturmanın en etkin unsuru olacaktır. Çünkü üniversiteler kuruluşlarından beri (yaklaşık 800 yıl) hep, egemen sınıfın "ideoloji oluşturma merkezleri" rolünü oynamışlardır. Ancak aydınlanma çağı ile birlikte ama asıl olarak da son yüzyıl içinde üniversiteler aynı zamanda devrimci fikirlerin geliştiği, sistemi savunanlarla karşı olanların da çatıştığı kurumlar olma rolünü oynamaya başlamışlardır. Bu yüzden de üniversiteler bir yandan ilericiğin öte yandan gerici fikirlerin geliştirilip çatıştığı kurumlar olmuştur. 12 Eylül cuntacıları ve sonrasında üniversite bir yandan ileri fikirlerin merkezi olarak ezilip sindirilirken öte yandan Türk-İslam sentezci fikirlerin merkezi olarak da desteklenip teşvik edilmiştir. Bu yakın tarihimizdeki çarpıcı, söylenmek istenenin anlaşılmasını kolaylaştıran bir örnektir.

Bugün de; emperyalist-kapitalist güç odakları ve onların her ülkedeki uzantıları, yeni dünya düzeninin ideolojik temellerinin oluşturulmasında elbette ki üniversiteleri kullanmaktadırlar ve bundan böyle de daha yoğun kullanacaklardır. İktisattan fiziğe, tarihten felsefeye, kültürden sanata kadar bütün bilim ve sanat dallarında bir "reform," bir "yeniden yapılandırma," bir "düzeltme" yapmak; materyalist, devrimci, demokrat, sosyalizmin damgasını taşıyan, gerçeği çağrıştıran ne varsa onları "müfredat"tan ayıklarken yukarıdan aşağıya resmi öğretimi de en gerici dünya görüşü doğrultusunda biçimlendirmeyi amaçlayacaklardır. Buna bizim üniversitelerimiz yabancı değildir. Cumhuriyet tarihinde de bu "ikili çatışma" hep olmuştur. Şimdiki süreç belki daha yaygın, daha kapsamlı tasfiye ve karşı duruşla ve daha çatışmalı ilerleyen bir süreç olacaktır. Parasız eğitim mücadelesi, üniversitede kışla düzenine son verilmesi, öğretim ve araştırmanın sponsorların insafına terk edilmesine karşı mücadele, YÖK'ün kaldırması mücadelesi vb. mücadeleler bütün bunlara bağlı olarak ele almalıdır.

Bu amaçla üniversite mücadelesinin ekseni, yukarıda sözü edilen biyoloji, fizik, felsefe, sanat ve kütür... gibi her disiplin üstünden emperyalizmin ideoloji oluşturmasına karşı mücadele dönüşmeli; özgür bilim fikri, bilimin materyalist temellerinin savunulması, bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlığı ve onun düşüncesini nasıl ilerlettiği, bilimin mevcut düzenin "akla aykırı," "insanlığın çıkarlarına aykırılığı"nı gösterdiği gerçeğine ilişkin tartışmaların üniversite mekanlarında organize edilmesi ve üniversitenin diri, anti-emperyalist güçleri ve birikiminin canlandırılarak halka taşınması görevi önümüzdeki dönemin en önemli görevi olarak ele alınmalıdır.

Kısacası üniversite mücadelesi, ilericilik gericilik kavgasının en önemli ve bu kavganın ideolojik alandaki çatışmasının ön cephesi olması bakımından önemlidir

10-) Emek mücadelesi ve sendikal mücadele: İşçi sınıfı mücadelesi, daha geniş anlamıyla emek mücadelesi, tarihinin en büyük saldırısıyla karşı karşıyadır. Saldırı uluslararası sermaye merkezleri tarafından ve yerli uzantılarıyla tam bir işbirliği içinde yürütülmektedir.

Her konuda birbiriyle de çatışan, rekabet eden tekeller ve kapitalist devletler emeğe, onun haklarına karşı saldırıda tam bir ortaklık içindedirler. Bu durum saldırıyı ideolojik, siyasi, ekonomik, hayatın her alanında etkin bir biçimde yürütülen saldırı olarak biçimlendirmektedir. Nitekim bu çerçevede, işçi sınıfının üretici bir sınıf olma karakterini yitirdiği, hatta üretim için gerekli bile olmadığı tezlerine kadar varmaktadır. Dolayısıyla bu saldırı fiiliyatta, resmen henüz o düzeye gelmese de; işçi sınıfının (elbette diğer emekçi kesimlerin de) hiçbir kalıcı, yasal hakka sahip olmasının meşru temeli kalmadığı, sendika hakkı, grev hakkı gibi geçmiş yıllarda "kapitalist üretimin zorunlu iki unsurundan birisi olarak kabul edilen" işçi sınıfının artık sendika hakkına da sahip olmaması gerektiği biçimindedir.

Sosyal güvenlik ve öteki kazanılmış hakların ortadan kaldırılmasının açıkça konuşulması ve güçlerinin yettiği anda hiçbir tereddüde düşmeden hakları ortadan kaldırmak için harekete geçtiklerini görüyoruz, yaşıyoruz. Ama sorun sadece ekonomik ve sosyal haklarla da sınırlı değildir; patronlar, hükümetleri ve öteki kapitalist güç odakları sendika hakkı, grev hakkı, toplu sözleme hakkı gibi, "yok canım o kadar da olmaz" denilecek hakları da kaldırmak için harekete geçmiş bulunmaktadırlar. Nitekim bizim gibi ülkelerde fiiliyatta, sendikalaşmaya karşı savaş açılmıştır (çünkü sendika olmazsa, grev ve TİS de olmaz). Bunu açıkça ifade etmektedirler. En gelişmiş ve işçi haklarının "kapitalist cenneti" sayılacak ülkelerde de bu fikirler kapitalistlerin örgütlerinde ve çeşitli ting tang kuruluşlarında ciddi olarak tartışılmakta; bu temel hakların da kaldırılması için stratejiler geliştirilmektedir.

Kapitalistlerin cephesinden yapılan bu baskı sınıfın saflarında da en zayıf halkada, işçi aristokrasisi ve sendikal bürokraside bir karamsarlık, işçi sınıfına duydukları güvensizliğin dışa vurumu bir yıkıcı propagandaya dönüştürülmesi biçimini alırken, bu baskılar aynı zamanda burjuva aydınları ve liberal sol-sosyalist çevrelerde de burjuvazinin yeni ve ilerici niteliklerini keşfetme, sermayeye karşı içten duydukları saygının dışa vurumu olan bir teslimiyetçiliği yüceltmekte, meşrulaştırmaktadırlar.

Aslına bakılırsa işçi sınıfı ve öteki emekçi kesimler yöneltilen saldırının kapsamı ve şiddeti; burjuva aydınların sendikal bürokrasi ve liberal solcuların sözünü ettiğinden çok ileridir ve saldırının tahribatı da elbette ki, onların tahminlerinin de çok ötesindedir. Çünkü işçi sınıfı ve halk; öncesini bir yana bıraksak bile 1990'lar boyunca, "açık arazide çapraz ateşe tutulmuş"tur. Bir yandan iç ve dış sermaye güçleri öte yandan sendikal bürokrasi, liberal solcular cenahından saldırıya uğrayan emek cephesinin çeşitli güçleri, ister istemez, düzgün saflarını bozup, "dağılarak," kendilerini az çok korunak gördükleri ne varsa onun arkasına atarak, kendilerini korumaya çalışan bir mücadele tarzına dönmek zorunda kalmışlardır.

Mücadelenin bu aşamasından sonra olanlar ise gerçekten "kahramanca"dır. Çünkü, bu büyük saldırının giderek çeşitlenip yoğunlaştığı koşullarda emekçiler, hiçbir mevziyi çarpışmadan terk etmemiştir. Kimi yerde az kimi yerde daha dirençle mücadele edilmiştir ama işçiler, emekçiler her mevziyi bilinç ve örgütlenme düzeylerinin, sınıflarından gelen mücadele duygusunun bileşimi üstünden savunmuşlardır. Bu, Türkiye'de olduğu gibi, gelişmiş kapitalist ülkeler de dahil bütün dünyada böyle olmuştur, olmaktadır.

2005 yılının ilk bir kaç ayı içinde olanlar bile (Almanya'da ve Fransa'da sayısı yüzbinlere varan işçinin katılımıyla gerçekleşen büyük işçi gösterileri, Türkiye'de SSK yasası ve özelleştirmeye karşı mücadeleler, işten çıkarmalara karşı direnişler ve sendikalaşma hakkı için yaygın eylemler ve hala yeni eylem kararları için yapılan toplantılar, çağrılar... bu mücadelenin sürdüğünün ve süreceğinin en son göstergeleridir), emekçilerin her cephede mücadele etmeye çalıştığının göstergesidir.

Ancak mücadeleye sadece düzenli sınıf güçlerinin büyük grevleri ve gösterileri ya da toplumsal ayaklanmaları olarak bakanlar; bu büyük başkaldırıların sonuçta işyerlerinde direniş ve grevlerden, sayısız yenilgiler ve bazı küçük başarılarla süslenmiş sayısız yenilgilerden geldiğini görmeyip, masa başında toplum mühendisliği yapan burjuva aydın gözünden bakanlar için ortada panik içinde kaçan, mevzilerini terkeden, küçük çıkarlar uğruna büyük geleceği satan "Allah kahretsin bu işçi adam olmaz" denilecek bir tablo vardır.

Oysa gerçek; diyalektik materyalist bir dünya görüşü açısından bakıldığında ise, tam tersine onca saldırıya karşın teslim olmamış; ihanete ve bütün bir dünya burjuvazisinin ortak ve tek merkezden organize saldırısına karşın, bir mevziden atılsa bile ötekinde direnmek için elindeki son olanağı da kullanan bir emek mücadelesi vardır. İşte SEKA'da olan, nerdeyse 10 yıl boyunca mücadele ettikten sonra, son mevzide bile "sayısını azlığına düşmanın gücünün azametine bakmadan" yeniden mücadele bayrağının açılması başka nasıl açıklanabilir? Ya da TEKEL'de, sendikal bürokrasinin hükümetle anlaşarak açıkça mücadeleyi satmasına rağmen yeniden yeniden mücadele için toparlanılıp direnilmeye çalışılması, "artık yenildi," denilen işletmelerde işçilerin, emekçilerin yeniden hareket geçmesini nasıl açıklayabiliriz?

Ek bilgiler

  • Yazar: Kurum
  • Yıl: 2004
  • Kurum: Emek Partisi
Ara...